Hayat bazen şaka gibi burada... Olması mümkün olmayan, olsa insanı çok utandıracak mevzular bizim hayatımızda çok sıradan.Anlaşılması ve algılanması zor... Ama oluyor işte.Bazı insanların da, bu olaylar karşısında nedense hep sesleri kısılıyor, gözlerine katran karası düşüyor, fısıltıyı atlamayan kulakları top sesine sağır oluyor.Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın Danıştay saldırısından beş sene sonra gelen itiraflarından bahsediyorum.17 Mayıs 2006’da Danıştay Başsavcı Vekili olan Tansel Çölaşan, Danıştay saldırısının hemen ardından “Saldırgan ‘Allah’ın askeriyiz’ diye ateş etti” açıklaması yapmıştı kapıdaki gazetecilere.Beş senedir de, bu sözlerini tekzip etmedi, düzeltmedi.Fakat Danıştay eski başkanı Mustafa Birden’in mahkemede mağdur tanık olarak sanığın böyle bir şey söylemediğini açıklaması üzerine, Tansel Hanım da beş senenin ardından birdenbire “Saldırı anında orada değildim. Ben duymadım. Saldırının tanığı falan değilim. Saldırganın yakalandığı sırada ‘Ben Allah’ın askeriyim’ diye bağırdığını oradaki polislerden duydum” açıklaması yaptı.Ve şöyle anlattı o günü:“Ben hiçbir zaman ‘Tekbir getirdi’ ifadesini kullanmadım. Saldırının tanığı falan değilim. Saldırının olduğu odayı hiç bilmiyorum. Saldırı anında ne yaşandığını bilmiyorum. Olayın tanığı değilim. Saldırı anına ait de hiçbir yerde bilgi vermedim. Olay anına ilişkin bir ifadem yok. Ben sadece olay olup bittikten sonra dışarı çıktığımda, saldırganın yakalandığı sırada ‘Ben Allah’ın askeriyim’ diye bir ifade kullandığını oradaki polislerden duydum. Yoksa bizzat görüp duyduğum bir şey değildi. Saldırı anı değil yani, koridorda yakalanırken... Bu da duyuma dayalı bir bilgi. Orada medya sorunca ben de dedim ki: ‘Vallahi bilmiyorum, ‘Allah’ın askeriyim’ deyip saldırmış.’ Yoksa olayın tanığı değilim, görmedim.”İnanılmaz ama gerçek dedikleri bu herhalde...Beş senedir bir kez bile bu ‘yanlış anlaşılmayı’ düzeltmeyen hukukçu Tansel Çölaşan ancak Mustafa Birden’in açıklamaları üzerine geçmişi düzeltiyor.Beş senedir her fırsatta ortamı daha da gerginleştirmeyi kendine görev edinen Tansel Hanım, şimdi aniden “Vallahi bilmiyorum” masumiyetine bürünüyor.Her meselede Anıtkabir’e çıkan, “Olanları Atatürk’e şikâyet eden”, herkesten daha fazla “Ben Atatürkçüyüm” diyen insanlar Tansel Çölaşan hakkında ne düşünüyordur acaba şimdi?“Atatürkçülüğe böyle yalan söylemek yakışmaz” mı diyorlardır?Yoksa “Bunu açıklamanın ne manası var Tansel, bal gibi dinciler yapmıştır bunu” diye kızıyorlar mıdır?Bunu bilebilmemiz için Atatürkçüler’in konuşması gerekiyor.Ama her konuda konuşmayı seven Atatürkçülerimiz bu konuda pek bir suskun, pek bir mahzun duruyorlar.Onları üzmeden, klişeleşmiş bir nasihat verelim biz.Yalan söylemek çok ayıptır, sakın yapmayın. Atatürkçülüğe zarar vermese de dürüstlüğe çok zarar verir.***Evliyken başkasıyla sevişmek monogami bozmazmış meğer...Türkiye’nin en önemli mimarlarından Prof. Doğan Kuban, “Monogami insan icadıdır. Ne tarihte ne doğada tek eşlilik vardır” deyince ortalık karıştı.Hele şu yaz aylarının insanı iyi hissettiren, gülümseten, özgürleştiren havasında konu herkesin ilgisini çekti.Gerçekten monogami insan doğasına uygun mu, değil mi? Neredeyse yüzyıllardır tartışılan bir konu bu.Doğan Kuban, filozof Grayling’in “Monogamiye Karşı” yazısından referansla “Tek eşlilik toplumsal bir olaydır, tek eşlilik insanın da hayvanın da doğasına aykırı” diyor ve ekliyor:“Monogami başka seks başka...”Yani evliyken başkasıyla seks yaparsanız, bu sizin monogami anlayışınızı sarsmıyor evliliğinizi bozmadığınız için...Siz hâlâ monogam sayılıyorsunuz Kuban’a göre...Doğan Kuban’ın açıklamaları devam ettikçe, tezini destekleyenlerin de sayısı artacak gibi gözüküyor.Ne dersiniz?Bense, aldatmaya cinsel bir ölçüden ziyade dürüstlük ölçüsünden bakmayı tercih ederim.Hangi konuda olursa olsun birisini aldatmak, kandırmak, onu kötü duruma düşürmek; dürüst bir davranış değil çünkü.Cinsellikte de, dostlukta da, işte de bu böyle. Ama hayvanlar aleminin tek eşli olmaması çok eğlenceli.Kuşlarla ilgili bir araştırma okumuştum.Çiftleşme döneminde, çiftler halinde kuşlar gelip yuva kuruyormuş. Yumurtlamaya hazırlanıyorlarmış.Erkekler yiyecek bulmaya gidiyormuş, dişiler de yuvayı bekliyormuş.Bazı erkek kuşları kısırlaştırmışlar.Ama o kısır erkeklerin dişileri de yumurtlamış.Dişi kuşlar erkeklerini aldatıyormuş... Dişi zebralarda da aldatma geni varmış.Ama neticede ne kuşuz, ne zebra... Monogamiyi bizim icad ettiğimiz de doğru ama bir kuşu ya da zebrayı hayatına model seçen biri olmak da çok övünülecek bir şey değil doğrusu.***O soru sorulur mu sorulmaz mı?Tenis Federasyonu, İstanbul Tenis Turnuvası’nın tanıtımı için gazetecileri Londra’daki Wimbledon Partisi’ne götürdü...Ama günlerdir bununla ilgili detayları okuyoruz.Pazartesi günü Fatih Çekirge, dün de Can Dündar’ın sütununda İzzet Çapa’nın, tenis yıldızı Sharapova ile röportaj yaptığını ama bir soru nedeniyle sorun çıktığını okudum.İlgimi çekti...Son dakikada, önceden belirlenen röportaj süresi 5 dakikaya indirilmiş.Böyle bir haberin, röportajı yapacak kişinin canını nasıl sıkabileceğini gayet iyi anlıyorum.İzzet Çapa da bir hayli gerilmiştir, bunu tahmin etmek zor değil.Okuduğumu göre; röportaj başlamış, İstanbul’dan getirdiği lokumu, nazar boncuğunu verirken “ 4 dakikanız kaldı” demişler ve İzzet Çapa sormuş: “Turnuva öncesi seks diyeti uygular mısınız?”Sharapova sinirlenmiş, röportajı bırakıp çıkmış. Korumalar teybi istemiş, Çapa vermek istememiş, sonra da kırıp ellerine vermiş.Fatih Çekirge, “O kadar soru varken böyle bir soru sorulmasına gerek var mıydı?” demiş.Can Dündar, “Demirel’e, Türkan Şoray’a (İzzet Çapa’nın daha önce yaptığı röportajlar) soramayacağınız soruyu ‘Öyle bir soru çaktım ki’ çalımı uğruna Sharapova’ya sorarsanız yadırganır, 4 dakikalık sürede ilk bunu sorarsanız niyetiniz hemen anlaşılır” diye yazmış.İzzet Çapa da gecce.com’da köşe yazarlarına cevap vermiş, olanları ve nedenlerini anlatmış.O soru ilk soru değilmiş, 4 dakikada en az sekiz soru sormuş. Son soru olarak, bilimsel bir dille de bu soru sorulur mu sorulmaz mı tartışması yapılan seks diyeti sorusunu sormuş.Her sorunun sorulabileceğine benim inancım tam ama röportajlarda hatta sohbetlerde, sorunun nasıl ve hangi amaçla sorulduğu, neredeyse sorunun kendisinden bile önemlidir.İzzet Çapa’nın köşe yazarlarına cevap yazısını okuyunca oraya bilerek ve isteyerek o soruyu sormaya gitmiş olduğunu düşündüm.Çapa o soru yerine “Neden süreyi son anda 5 dakikaya indirdiniz, kendinize ve bize bu haksızlığı neden yaptınız?” deseydi eminim 5 dakikadan fazla kalırdı o odada.Eğer röportaj yapmak istiyorsanız, bu tip kısıtlamalar karşısında ya en baştan bunu kabul etmez ve yapmazsınız o röportajı ya da kabul ediyorsanız içeri girer densizlik etmeden sorunuzu sorar çıkarsınız.Aksi takdirde, böyle akılda kalacak ve hatırlanacak bir “sahne” yaratırsınız.Ama akılda öyle kalmaktan mutlu olmazsınız sonra da...İzzet de mutlu olmamış... ***Kanada’daki Küçük CamiBunu bilmiyordum.Beş yıldır Kanada’da Küçük Cami isimli sit-com reyting rekorları kırıyormuş. Müslümanlar’la, farklı dinlerden insanların günlük yaşamlarını mizahi bir dille anlatıyormuş dizi. Kanada’nın dışında Fransa, Belçika, İsviçre ve bazı Afrika ülkelerinde de gösteriliyormuş.Küçük bir kasaba olan Mercy’de (rahmet) yaşayan Müslümanlar’ın Hristiyanlar’la olan ilişkisi üzerine kuruluymuş hikâye. Genç bir avukat olan Amar işi gücü bırakıp Kanada’nın küçük kasabasına yerleşip bir cami kurmasıyla başlıyor hikâye. Bir anda ortaya çıkan cami ve cemaatiyle karşı karşıya kalan, üstelik de Müslümanlar’a karşı kafalarında 11 Eylül, Afganistan, El Kaide, Irak, Avrupa’daki çarşaf tartışmaları yüzünden şüpheler bulunan yerli Hristiyan halkın Müslümanlar’a tepkileri, zamanla karşılıklı yıkılan önyargılar ve seyirciye verilen güzel dersler... İnsanın aklına tek şey geliyor bunları okuduktan sonra doğrusu:Bu dizi, sadece bir dizi değil sanki...
Dün Radikal’de Yıldırım Türker‘in yazısını okuyunca gülümsedim.Fotoğraf, geçtiğimiz hafta Milliyet gazetesinde çıktığında çok şaşırmış, çevremdeki herkese “Başbakan ve danışmanlarının fotoğrafı çok matrak, kaçırmayın” demiştim.Kolay unutulmayacak bir kare... İnsanı gerçekten çok şaşırtan bir fotoğraf bu.Başbakan’ın danışmanları olduğu söylenen beş kişi ama fotoğrafa bakınca buna inanmakta zorlanıyorsunuz, el pençe Başbakan’ın karşısında duruyor.Yıldırım Türker soruyor:“İnsan karşısında el pençe duran birine ne danışabilir?”İnsan bu soruyu sormadan edemiyor gerçekten...O danışmanları incitmek değil derdim ama bir insan neden o denli çekingen, ürkek ve ‘danışılması zor’ bir danışman olur?Burada mesele Başbakan mı, o danışmanlar mı yoksa her ikisi birden mi, bilemiyorum.Ama fotoğrafa baktıkça çok ciddi bir derdimiz olduğunu anlıyorum.“Tapınma” alışkanlığı var burada, bir lider bulup, onu kutsallaştırıp, ona biat etme alışkanlığı bu... Hep etrafında dönecek bir ateş arayan pervaneler gibi, hep etrafında dönecek bir lider arama alışkanlığı.Yıllar önce “Emret Bakanım” diye bir dizi yayınlanırdı. Hatırlar mısınız?Bir bakan, müsteşarı ve genç bir kalem müdürü arasında geçen olayları anlatırdı.Bir İngiliz dizisiydi.Bu fotoğraf bana o diziyi hatırlattı.Şık giyimli, ciddi duruşlu bir müsteşar, saygılı gözükmeye gayret ederek, gözlerinde hergelece pırıltılarla odaya girer ve bir şeyler söylerdi ve hep aynı cümleyle başlardı konuşmaya:“Sayın bakanım...”Uzun uzun anlatır, karşısında duran bakanı ikna etmeye çalışırdı.‘Milletin çıkarı’ için neler yapılması gerektiğini anlatırdı.Müsteşarın karşısındaki şaşkın bakışlı bakan da ürkek bir sesle sorardı:“Seçmenler buna ne der?”Sonra da eklerdi:“Başbakan bunu nasıl karşılar?”Dizi genel olarak politikacıların da, bürokratların da nasıl ‘değişken’ olduklarını çok matrak bir dille anlatırdı.Bakan ve müsteşar arasındaki çekişmeyi kahkahalarla izlerdiniz.Müsteşar, bakanı her zaman kontrolü altında tutmak ister, zaman zaman yalan söyler, olayları çarpıtarak anlatır, bakanı korkutur, hatta şantaj yapardı.Ve hep kendi istekleri gerçekleşsin diye uğraşırdı.Bakan ise kendi politik çıkarlarını göz önünde bulundurur, müsteşarın aklına tam güvenmezdi.Sık sık bu iki adam çatışmaya girerdi.İkisi de birbirlerinin zıddı görüşleri savunur, sonra da durumda bir değişiklik olur bakanla müsteşar karşılıklı olarak görüşlerini değiştirir, birbirlerinin daha önceki görüşlerine sahip çıkarak yine birbirlerine karşı olurlardı.Dizi ne bakanın ne de müsteşarın çok sağlam ilkeleri olduğunu vurgulardı.Bu diziyi kahkahalarla seyreder, sonra da hep aynı şeyi söylerdik:“İngiltere bakanlarıyla müsteşarlarıyla dalga geçen bir dizi yapabiliyor, kimse de kalkıp ‘siz bu adamlarla nasıl dalga geçersiniz politikacılar da bürokratlar da böyle şeyler yapmaz’ demez.”Bizim ülkemizde böyle bir dizi yapmak hayaldi.Sanırım hala hayal...Bizim televizyonlarımızda politikacılarla, bürokratlarla, polislerle, valilerle askerlerle dalga geçilmez.Çünkü bizim ülkemizdeki yöneticiler İngiltere’deki meslektaşlarından ‘daha vatansever ve daha dürüst’tür.‘Dürüst ve vatansever’ olmayanlar vatandaşlardır.Onun için yalnızca bizimle dalga geçilir bizim ülkemizde...Anadolu Ajansı muhabiri Kayhan Özer’in çektiği o fotoğrafa bakınca, sadece bu kareye bakarak bile harika bir “danışmanlar” dizisi çekilir, diye düşündüm.Başbakan soruyor:- Sizce bu durumda ne yapalım arkadaşlar?- Siz ne isterseniz onu yapalım başbakanım.- En iyi tercih ne olur arkadaşlar?- Siz neyi tercih ederseniz en iyi tercih o olur başbakanım.- Aferin arkadaşlar, siz çok akıllı ve uzak görüşlüsünüz.Doğrusu ya Başbakan’ın beni bu kadar çok güldürüp eğlendiren başka bir fotoğrafını hatırlamıyorum.- Söyle danışman benden güzeli var mı?- En güzeli sensin başbakanım.***Galiba bu sefer de Cihan Ünal haklı...Ne zor meseledir, birbirleri hakkında tuhaf şeyler anlatan iki kişiden hangisinin doğru söylediğini anlayabilmek...Anlayamayız da büyük bir ihtimalle.Ancak belki biraz sezebiliriz.Cihan Ünal-Hande Ataizi meselesi sanırım üç haftadır sürüyor.Önce Hande Ataizi konuştu, şimdi de Cihan Ünal...Bir erkekle bir kadının birbirine sahnede olabileceği en fazla, hatta en fazladan bile fazla bir yakınlıkta oyun oynayan bu iki sanatçı arasında aslında ne olduğunu hiç birbirimiz tam olarak bilemeyiz.Oyunla gerçeğin bir oyuncu için sahnede ne zaman birleşip ne zaman ayrıldığını kestiremeyiz.O yüzden de Hande Ataizi’nin açıklamalarını okuduğumda Hande Ataizi’ni, dün de Cihan Ünal’ı okuyunca bu sefer de Cihan Ünal’ı haklı buldum.Sanırım yargılamadan ya da onları daha önceden tanıyorsanız, geçmiş bilgilerinize bakmadan karar vermeye çalıştığınızda hangisini dinleseniz o haklı geliyor.Belki siz de benim hissettiğim gibi hissediyorsunuz.Kimin haklı olduğu bile önemli değil artık...Keşke bu kadar tuhaflık hiç olmasaydı.Ve artık izin verseler de hep beraber unutsak bu konuyu.***Okan Bayülgen işte!İnsan göründüğü kadar zeki olmadığında aynı hafta iki kere iyi birşey yapamıyor işte...Pazartesi akşamı cebinden mektup çıkarıp okuyan,o mektupla ben dahil pek çok kişiye ‘Okan Bayülgen’e bak ne olgun,ne hoş bir konuşma yaptı’ dedirten Okan, haftasonu geldiğinde, kim olduğunu bilmediğimiz bir oğlanın bir kanalda insanı güldürecek bir oyunculukla Taraf Gazetesi’ni yırtığı kareyi yayınlayıp, seyircilerine de alkışlatmış...Okan’ın inandığı şey Taraf Gazetesi’nin yırtılması olabilir...Ama çocuk yetiştiren, bir kadınla aynı evde yaşayan bir adamın, fikirlerimizi açıklamanın bir adabı olmasına inanmaması çok acıklı geldi bana...Ayıbı bilmek ‘özgürlük‘lerden iyidir bence...Ama anlayana tabii...***Haydi Amy Şarapevi’ne!Bu akşam İstanbul Maçka Küçükçiftlik Parkı‘nda Amy Winehouse konseri var.2000’li yılların en iyi sesi denilen Amy Winehouse için, arkadaşım “Bu konsere gidelim çok uzun yaşamaz bu kız, görelim” dediğinde ‘ne acımasız bir bakış açısı’ diyerek onunla dalga geçmiştim.1983 doğumlu şarkıcı uyuşturucu ve alkol bağımlısı...Aslında arkadaşımın dediği şey doğru, Amy hızla ölmeye çalışan biri gibi yaşıyor hayatını.Bunu çok uzun süre yapamayacağı kesin.Sanırım Amy Winehouse muhteşemliğinden kalan ne varsa bu akşam gidip görmekte, dinlemekte fayda var.Ben o çok sevdiğim sesi bu akşam dinlemekten çok mutlu olacağım.Umarım o da sahnede olmaktan, hatta hayatta olmaktan mutluluk duyuyordur.Aksi takdirde bizi kocaman bir hayal kırıklığı bekliyor demektir.Umarım seyirci kazanır.NOT: Amy Winehouse İstanbul konserini dün akşam saatlerinde iptal etti.
Bugün dedemin 85’inci yaş gününü kutluyoruz. Babamın babası, benim dedem, Leyla’nın büyük dedesi... Çetin Altan 85’inci yaşını kutluyor.Babam, “Talih bazen, insanı kuşkulandıracak kadar iyi davranır birine. ‘Ben bunu hak ediyor muyum’ diye sorarsın kendine. Bu çağın en büyük yazarlarından birinin, Çetin Altan’ın oğluyum ben. Ve hep ‘ben bunu hak ediyor muyum’ diye sorarım” diye yazmıştı, babasını anlattığı bir yazıda...Bunu okuduğumda şunu düşünmüştüm;Çağın en büyük yazarlarından biri olduğuna inandığım babam, çağın en büyük yazarlarından birinin oğlu.Babam, “babamı hak ediyor muyum” diye soruyor kendine...Talihin ona kuşku verecek kadar iyi davrandığını düşünüyor bu armağan karşısında...Ben, babamı babasıyla beraber hak ediyor muyum diye sorarken kendime, tek bir şey geçiyor aklımdan...Eğer Çetin Altan’ın torunu, Ahmet Altan’ın kızıysanız, talih şüphe duyacağınız bir şey değildir sanırım...Siz ancak talihin varlığına inanabilirsiniz.Talih sizi seçmiştir...Size, hiçbir zaman onlar kadar iyi anlatamayacağız ama onların bile sahip olmadığı bir hikâye vermiştir...Hayran olduğunuz babanız, babasına hayran bir çocuktur.Bu, çok sık rastlanacak bir hikâye değil.Siz, babanızın sizi beğenmemesinden korkarsınız...Babanız, babasının onu beğenmemesinden korkar.Babanızın sizinle aynı korkuya sahip olduğunu bilirsiniz...Bir kuytuda buluşsanız babanızla... İkinizin de babalarınızdan söz ederken “babamın bazen bir şey söylemesine bile gerek yoktur, gözlerinde belirecek küçücük bir ‘bunu beğenmedim’ ifadesi yeter derinden sarsılmam için” diyeceğini bilirsiniz...Gücüne, cesaretine, direncine, sahip olduğu kararlılığa, yazarlığına hayran olduğunuz babanız, hem babasının bir bakışıyla sarsılabilecek bir çocuk, hem de sizi bir bakışıyla sarsabilecek, korktuğunuzda yine ona yaslanacağınız direğinizdir hayatınızda...Layık olmaya çalıştığınız babanızın, layık olmaya çalıştığı babasını anlattığı cümleleri okurken... Bu cümleleri daha fazla çoğaltarak yazamayacağınızı bilirsiniz, ne kadar isteseniz de...Siz o cümleleri ve o adamları seversiniz sadece...Benim babam Ahmet Altan...Benim dedem Çetin Altan...Söyledikleri, yazdıkları her cümleyle, küçük tahta oyuncak parçalarını üst üste koyan bir çocuk gibi bir cümle daha ekledim hayatıma...O cümlelerden kocaman bir hayat kurdum kendime...Öğütlerinden, tavsiyelerinden, dostluklarından, kızgınlıklarından, güçlerinden, güçsüzlüklerinden, sevgilerinden, yazıyla kurdukları ilişkiden çok şey öğrendim.Ben babaların yazar olduğu bir evde büyüdüm...Ben onları izleyerek büyüdüm...Ben babamı babasının yanında gördükçe bir yazara nasıl saygı duyulur onu öğrendim...Ben babamı babasının yanında gördükçe bir çocuğun yazar babasını nasıl seveceğini öğrendim...Dedem hep söyler, “ya yazı,ya hayat... İkisi birden olmaz...Bazen yazar olabilmek için bir hayattan vazgeçersin...”Ben hayatı, hayattan ‘vazgeçmiş’ bu iki yazardan öğrendim.Onların yazılarıyla büyüdüm.Kavgalarını, cesaretlerini, soğukkanlılıklarını, adaletlerini, zekalarını gördüm...İnandığın şey uğruna her şeyden vazgeçebilecek cesareti göstermen gerektiğini onlardan öğrendim...Doğru bildiğini söyleyebilmek için bütün taraftarlarını, bütün dostlarını kaybetmeyi göze alman, bu ağıryükü sırtlanman gerektiğini onlardan öğrendim.Benim dedem benim babama, benim babam bana kocaman bir hayat verdi.Bugün Babalar Günü...Bugün dedemin 85’inci yaş gününü kutlayacağız. Talih bana, onların bile sahip olmadığı bir hikâye verdi.İnsan bazen talihten değil ama bu armağan karşısında kendisinden kuşku duyuyor...İnsan böyle bir hikâyeye ne yapsa layık olabilir ki...
Dünyadaki değişime karşı direnir, olayları ters yöne doğru zorlarsanız...Elinizi, sivri uçlu çelik dişlilerin arasına sokmuş gibi olursunuz.Muhakkak kan çıkar...Değişik nedenlerle, değişik tarzlarla dünyanın gidişatına direnen, Kaddafi, Mübarek, Beşar Esad gibi diktatörlerin yönettiği ülkelerde insanlar ölüyor...Kendi hayatlarını çağdaş dünya standardında yaşamak isteyen insanlar ayaklanıyor...Dünya değişiyor çünkü...Kanı tercih eden her lider silinmeye mahkum bu dünyada.Tarih, onları akılsızlıkları, insafsızlıklarıyla arada bir hatırlasa da, şimdinin bilgisayar dünyasının dahi çocuklarını üzerinden bin yıl geçse de unutmayacak...Günümüzün liderleri eğer tarihe gerçekten geçmek istiyorlarsa barışın ve teknolojinin peşinden gitmek zorundalar.Artık politik devrimlerle, milliyetçi söylemlerle bir ülkede cennet yaratamayacağınız çok açık...Meclis’e yeni milletvekilleri kayıtlarını yaptırıyor...Şimdi hep beraber yeni bir anayasa için çalışacaklar...Önce her biri dünyanın gidişatına direnip müthiş bir tutuculukla kavgalar edip, ellerini sivri dişli çarka sokacaklar...Onlarla beraber bizim de ellerimiz kanayacak...Oysa ki zaten 12 Haziran seçimlerinde hepsi ellerini o çarka sokup kanattılar...AK Parti milliyetçi söylemlerle hayali olan 367 milletvekiline ulaşamadı.CHP ülkenin aydınlık isteyen kısmına değil de karanlığına saplanarak istediği sıçramayı yapamadı...MHP’ye onu sevenler bile acıyarak baktı...BDP, kendisinin de, Kürtlere hakları olan özgürlüğü vermeyenler kadar katı olduğunu kanıtladı...O yüzden kavgalara tutuşarak hepimizi kanatmakla vakit kaybetmeseler artık...Bu anayasa, dünyanın gidişatına, teknolojinin yaratığı devrimlere, değişimlere,her ırktan insana saygı duymaya uygun yapılmazsa, bu halk onları affetmez.Mutluluğun ve zenginliğin kıyılarında dolaşırken yeniden cehennemin ateşlerine düşeriz.Ama ben her şeye rağmen umutluyum.Otuz yıllık “kanlı bir aptallık tarihinin” yazarıyız hepimiz, kendi yazdığımız tarihi şimdi bir daha okuyup, gelecek için “akıllı” sonuçlar çıkartacağımızı umma hakkına sahip olduğumuzu düşünüyorum.Böylesine büyük bir karmaşanın ortasında güvenli bir şekilde durabilen bir ülkede yaşamanın, bu güveni yeni bir anayasa ile sağlamanın yolunu buluruz herhalde diye umuyorum.Çağın gerçeklerine direnmenin cezasının ölüm olduğunu yıllarca görerek öğrendik.Şimdi akıllıca yaşama zamanı.Özgürlük ve eşitlik zamanı. Yeni Meclis bu gerçeği ne kadar çabuk görürse o kadar iyi.Sesi çıkan herkes sürekli olarak onları uyarmak, geçmişin akılsızlığından uzak durmaları için bağırmak zorunda.“Geriye dönmeyin” diye bağırmalıyız...“ileriye doğru gidin”“Orada bir cennet bizi bekliyor.”*****Emine Erdoğan’ın huzurlu duruşuGeçtiğimiz akşam gecikmeli de olsa Kelebek Ödül törenini izledim.Bir an vardı ki bana uzun süre kadınları ve erkekleri düşündürdü...Okan Bayülgen,gerçekliğine inanmakta zorlanabileceğiniz bir ses tonuyla, harika bir mektup okudu ödül alırken.Sanırım okuduğu için seçtiği ses tonu bana yapay geldi ama mektubu okudukça sesinden çok seçtiği kelimeleri duymaya başladım... Dünyanın her yerinde her sahneye her ödüle yakışacak bir konuşma yaptı.Ve bunu çok güzel yaptı...O an bir kadının bir erkeği nasıl değiştirdiğini gördüm.Uzun zamandır bunu düşünüyordum zaten...Evlendi,çocuğu oldu ve Okan Bayülgen değişti...Televizyonda izlerken eskisi kadar başarılı olmadığını düşünüyorum çoğu zaman çünkü eski hoyratlığını kaybetti,yumuşak,iyi kalpli,kibar bir adam oldu...Bunlar insanı başarısız yapacak şeyler değil kuşkusuz ama programlarının formatı o hoyratlık üzerine kurulu olduğu için yaptığı programlar yavaş yavaş sıkıcı ve temposuz olmaya başladı.Kendisi de çok sıkılmış duyduğuma göre ‘belki seneye program yapmam’ diyormuş.Ben mektubu okuyan adamın arkasındaki kadını merak ettim...Tıpkı pazar gecesi balkon konuşması yapan Tayyip Erdoğan’ın yanında duran Emine Erdoğan’ı merak ettiğim gibi...Çok huzurlu, mutlu, yanındaki insanla gurur duyan ama bunu abartmayan bir duruşu vardı Emine Hanım’ın.Benim çok hoşuma gitti bu duruş...Olgunluğu, abartmaması, bir başarıyı kendisini öne çıkartmadan paylaşması...Çok etkileyiciydi doğrusu...Sanırım, içten içe, birçok kadın gibi, bu başarıda kendisininde bir payı olduğunu düşünüyordu o an... Büyük bir ihtimalle de payı var...Neticede öylesine kavga veren herkesin, erkeğin ya da kadının, günün sonunda bütün yorgunluğu, sıkıntısı, öfkesiyle gidip sığınacağı biri vardır hayatında.Onu, kendi sevgisiyle, dostluğuyla, anlayışlılığıyla ertesi güne hazırlayan, onu yenileyen biri...Emine Hanım da, Erdoğan için o sığınaktır kaçınılmaz olarak...Tıpkı Şirin Ediger’in Okan Bayülgen’in sığınağı olduğu gibi...Birbirlerine sığınak olan, o sığınaktan her seferinde büyüyerek çıkan tüm kadın ve erkekleri her zaman bir görüşte sezebileceğimizi sanıyorum...Böyle dayanışmalar, etkileyici gizli bir ışık gibi bir huzur duygusu yayıyor.Onları gördüğünüzde, onlar için mutlu oluyor, onların huzurlu hallerinde huzur buluyorsunuz.Bu sahici bir huzur, diye düşünüyorsunuz.*****Anonymous hacker değil eylem grubuymuşDuymuşsunuzdur...Türkiye’nin 22 Ağustos’da hayata geçireceği ‘’filtre’’ uygulaması,internetteki temel hak ve özgürlüklerin ihlal edileceği için internet özgürlüklerini savunan Anonymous, Türkiye’deki çeşitli kamu kuruluşları ile bazı medya sitelerine yönelik ‘’siber saldırı’’ yapacaktı.Bunu duyan Türk hackerlar da Anonymous’un sitesin çökertmiş.Duyduğum en komik,absürd haber bu doğrusu.Hani özgürlükler elimizden gidiyor diye çok kızgındık...Ama Türküz de...Ancak biz kendimize kızarız,başkası bize kızamaz...Komik olduğu kadar, yanlış bir bilgiyle de bunu yapmış türk hackerlar...Trajikomik yani...Çünkü Anonymous hiçbir ülkeye bağlı olmayan,lideri olmayan,ideolojileri olmayan bir eylem grubuymuş.Nerde bir hakkı yenen varsa onların yanında olmayı seçmişler bir nevi.Anon türkiyedeki internet yasaklamalarına karşı olanlara destek vermek için bu eylemi planlamış.Ama görüp görebileceği en tuhaf teşekkürü aldı sanırım bunun karşılığında...Tam Pişti’lik bir haber bu aslında...*****Hrant Dink vicdan istiyorDünyanın her yerinden amatör ve profesyonel herkesin katılabileceği yarışmaya 15 eylüle kadar başvurabilirsiniz...5 dakikalık,tür kısıtlaması olmayan filmler istiyorlar vicdan üzerine.Filmlerinizi www.vicdanfilmleri.org adresine yükleyebilirsiniz...Harika bir konu... Bol şans..
Shakespeare‘in en ünlü oyunlarından biri olan Macbeth‘de, oyunun kahramanı Macbeth ülkenin kralı olmak ister.Bu amacını gerçekleştirmek için de kralı öldürür.Bu cinayetten sonra ülke içinde savaş patlar.Olup bitenlerden, ülke içindeki bu karışıklıktan çok korkan Macbeth, büyücülere sonunun nasıl olacağını sorar.Büyücüler de ona cevap verirler:- Orman yürüyünce öleceksin.Macbeth‘in içi rahatlar.Orman yürüyemeyeceğine göre ölmesine olanak yoktur.Macbeth‘in karşısına çıkan ordunun askerleri, kaleyi kuşatırlar.Ve sırtlarına birer dal bağlayarak kaleye doğru ilerlerler.Uzaktan bakılınca görülen manzara dehşet vericidir.Bir ormanın yürüdüğünü görürler.Macbeth sonunda ölür.***Bizim ülkemizde de seçim günü bana sorarsanız orman yürüdü.Aslında uzun zamandır bunun işaretleri vardı.Ergenekon‘un, Balyoz‘un, derin devletin, orman yürüyünce öleceğine inanan Macbeth gibi daima ayakta kalacaklarına inanmaları...Bütün gerçeklerin değilse de, gerçeklerin bir bölümünün her gün bir yerinden aydınlanması, kokuşmuş ilişkilerin ortaya çıkması, hain planların tasarlayıcılarının kendilerini ‘dokunulmaz’ sanmalarına rağmen onlara dokunulması...Bütün bunlar ormanın yürüyeceğini gösteriyordu.Ve seçim gecesi orman yürüdü.CHP bu gerçeği nedense hiç göremedi.“Orman yürümez” sanan Macbeth gibi gidip Ergenekoncuları aday yaptı.Halkın buna karşı çıkacağını kavrayamadı.Bütün seçim boyunca bütün bu gerçekleri görmezden geldi.Şimdi o gerçeği bulma zamanı CHP’nin...Ormanın yürüdüğünü görenler arttıkça CHP içindeki ilişkiler de parçalanacak.Önümüzdeki günler CHP’nin hesaplaşma zamanı olacak.CHP piyesinin son sahnesine geldik.Eğer CHP hala ormanın yürüdüğünü göremezse siyaset sahnesinden sadece Kılıçdaroğlu silinmez bence...Çok daha büyük yokoluş bekler onları.CHP ormanın yürüdüğünü kabul etmeye çalışırken, yüzde 50 ile iktidara gelen AK Parti de müziğin değiştiğini duymalı bence.Dünya artık yeni bir müziğin notalarını çalıyor.Çok daha yumuşak, daha uyumlu bir melodi bu.Daha usul ve sakin...Barışın müziğini çalıyor dünya şimdi.AK Parti bu orkestraya ‘zart, zurt, güm’ sesleriyle giremez.O da müziğini değiştirmeli, “meydan müziğinden” hızlıca “balkon müziğine” geçmeli.Ormanlar yürüyor...Macbeth’ler ölüyor...Müzikler değişiyor.Hak etmediğine el uzatan Macbeth’ler için kötü...Haklıdan yana olanlar için iyi haber bu.***78 kadın vekil: Evet ama yetmez...Dün bizim gazetede vardı bu başlık:78 vekille tarihin en feminen Meclis’i...Evet geçmişe oranla bakınca kadın vekil sayısı yüzde 56 artmış.KA-Der kampanyası “Mecliste 275 kadın” diyordu.Ona oranla bakınca da 78 kadın çok az geliyor kulağa...Sanırım partiler, kadınları seçilebilecekleri sıralara koymadılar.Bunu en iyi iktidar partisi yapmış.AK Parti’deki 78 kadın adaydan, meclise giren kadın sayısı 44.CHP 99 adaydan 20‘sini sokabilmiş.Bana pek feminen gelmedi bu Meclis...Siz ne dersiniz?***Ahmet Hakan’ın kanlı eli Elele Dergisi internet yasaklarıyla ilgili twitter‘ın gündem yaratan isimleriyle -bu onların anlatımı-, bir fotoğraf çekimi yapmış ve 22 Ağustos’ta başlayacak “internette 4 filtre” uygulamasını sormuş.Mehmet Turgut çekmiş fotoğrafları...Twitter‘ın kuşunu karga yapmışlar, her fotoğrafta gözüküyor. Bu fikri sevdim.Ama gelgelelim, fotoğraflar bana çok anlamlı gelmedi doğrusu...Mehmet Turgut güzel çekmiş de, konuyla bağlantılı değil ki çektiği kişinin yüzü.Mesela Gülben Ergen, mesela Ahmet Hakan, mesela Kemal Kılıçdaroğlu...Bu fotoğraflarda twitter’ı ya da interneti yasaklanmış bir yüz göremiyorum ben.Ya da yasaklara kızmış...Bu fotoğrafları bambaşka bir konuda yeniden basabilirsiniz.Bu yüzler internet yasaklarını anlatmıyor. Ne yazık ki fotoğraflar da...Ahmet Hakan‘ın, klavye üzerinde parmakları kanlı fotoğrafı gerçekten komik olmuş.Yüzünde, tam fotoğraf çekilirken ayağına birşey batmış gibi bir acı var sanki.Ya da çocukların, elektro gitar ya da piyanoda sert, güçlü bir eser çalıyormuş gibi yaptıkları taklitler vardır ya... Yüz ifadesi o taklitlere benzemiş. Parmaklara hiç girmiyorum bile.Kemal Kılıçdaroğlu biraz önce Ayşe Arman‘la röportaj yapmış gibi...Galiba Mehmet Turgut yeni fotoğraf çekene kadar bunu göreceğiz.Gülben Ergen poz vermiş, güzel çıkmış ama ifade tamamen kendisi. Ahmet Hakan bile konsepte uymuş...Şebnem Bozoklu‘nun ve Mehmet Ali Birand‘ın fotoğraflarını çok beğendim. İkisinde de o bakışın arkasında bir hikaye olduğu gözüküyor...Ahmet Hakan benden daha ‘acımasız’ olabilir. Keşke bir de o değerlendirse de fotoğrafları, okusak...***Aziz Yıldırım başkan olsun!Sonunda anladım federasyon başkanı Mahmut Özgener’in görevi neden bıraktığını...Dünkü basın toplantısında bu mesajı çok net verdi.“Sistemin içine yerleşmiş, kişisel hırslarla hegemonya kurup Türk futbolunu perde arkasında yönetmeye çalışan, zaaf sahibi kişilikler yüzünden bırakıyorum.”Çok güçlü ve sert bir cümle.Veda konuşmasında genel hatlar çizen Mahmut’un bu cümlede kastettiği kişinin Aziz Yıldırım olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok. Çünkü Yıldırım Demirören, Adnan Polat, Ünal Aysal ve Sadri Şener‘in genel durumlarına bakarsak, bırakın Türk futbolunu yönetmeyi, kendi kulüplerini yönetirken bile nasıl zorluklar çektikleri ortada...Mahmut gibi diplomatik bir üslupla konuşan bir yöneticiden daha net bir çerçeve çizmesini beklemek hayal olurdu.Ancak eğer yeni seçim dönemi olmasaydı, Aziz Yıldırım’a yapacağı direkt bir eleştiri başkan adaylarından birini desteklediği yönünde yorumlanır endişesi taşımasaydı, bence çok daha net biçimde Aziz Yıldırım’ı işaret ederdi Mahmut. Buna eminim...Giden Aziz Yıldırım’dan şikayet ediyor da...Gelen bu ismin gölgesinden kurtulabiliyor mu?Baksanıza Başbakan’ın akrabası Göksel Gümüşdağ‘a kulüpler “Aziz Yıldırım’ın adayı” olduğu gerekçesiyle muhalefet ediyor.Öteki aday Mehmet Ali Aydınlar ise “Aday olurken nasıl Aziz Yıldırım’a haber vermez” diye F.Bahçeliler tarafından eleştiriliyor.Yine merkezde Aziz Başkan var.- Bugün Mahmut’a illallah çektiren güç, yarın da yeni federasyon başkanının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmayacak mı?- Peki yeni başkan da aynı sebeplerden giderse, Türk futbolundaki yönetim zaafının hesabını kim ödeyecek?Aklıma bir fikir geldi:Futbol Federasyonu’nu direkt olarak Aziz Yıldırım’a bağlasınlar... Hem F.Bahçe Başkanı, hem Futbol Federasyonu Başkanı, hem de Kulüpler Birliği Başkanı olsun.En azından Aziz Bey kendisinden şikayet ederek görevi bırakacak olmadığına göre, en azından yönetimsel açıdan futbola bir “istikrar” gelmiş olur...
Televizyonun karşısındayım.Pek çoğumuz gibi seçimim nasıl sonuçlanacağını büyük bir heyecanla bekliyorum.Sandıklar açıldıkça, televizyonlara oranlar yansıdıkça çocuksu bir şaşkınlık yerleşiyor yüzüme...Yanımdakiler bakıyorum. Benim kadar şaşkınlar mı, diye...Kimse benim kadar şaşırmış gözükmüyor...AK Parti yüzde 49.94 CHP yüzde 25.94Saat sekiz olmadan neredeyse sonuç belliydi.Ama... CHP büyük bir atılım yapmayacak mıydı?Açılan sandıklara bakınca CHP’nin beklenen, söylenen, hissedilen patlamayı yapamaması tuhaf değil mi gerçekten?Önümüzdeki günlerde bunun nedenleri, bunun kavgaları, bunun çözümlemeleri çok konuşulacaktır.Hatta uzun bir süre bu tartışılacaktır Türkiye’de.Peki, CHP alkışlandığı kadar niye oy almadı?CHP’yi destekleyen medyaya da güvenmiyor demek ki seçmen...Gazetelere göre CHP, Türkiye’yi AK Parti’den kurtaracaktı.Seçmen mi kurtulmak istemiyor acaba?Ya da medya mı yalan söylüyor...Yoksa bu seçim Türkiye’nin gerçek siyasi kimliğini göstermiyor mu?Çok insana rastladım dün çünkü duygusal tepkilerle, başka başka nedenlerle hiç inanmadıkları partilere oy veren...Özellikle, mecliste MHP’nin de olması gerektiğine inanan farklı partilerin seçmenleri, MHP’ye veriyordu oylarını.AK Partiye kızanlar, CHP’ye güvenmeyenler bağımsızlara atacağım diyordu.Peki, insanlar CHP’ye neden güvenmedi acaba?Belki de CHP’nin en hafife aldığı konu Ergenekon davasını, CHP’nin sandığından çok daha fazla ciddiye alıyor insanlar.Ama asıl ben AK Parti tarafını merak ediyorum.Tayyip Erdoğan’ın kendine olan insanı ürküten güveninin altında, bu seçimi böyle kazanacağını bilmek varmış demek ki...Peki, bunu Tayyip Erdoğan nasıl biliyordu?Ya da bunu gerçekten biliyor muydu?Belki de en çok şaşıran Tayyip Erdoğan’dır, kimse bilmese de...Bunun cevabını çok öğrenmek isterdim.Sonuçlara bakarsak, sanırım CHP ‘Bu sayılmaz haftaya bir daha seçim yapalım’ isteğinde olacak gibi...Parti içinde büyük kavgalar yapacaklar, hatta kendi buldukları yönteme göre kazandıklarını bile söyleyecekler.Bunlar bana olması çok mümkün CHP tepkileri gibi geliyor.Bir kısım ‘derin’ vatandaşa göre CHP’de genel başkan bile değişebilir.Mustafa Sarıgül adı geçen seçeneklerdenmiş.Bu arada bir de ben Deniz Baykal’ı merak ediyorum... Seçim sonuçlarını nasıl bir duyguyla izledi acaba?İnsan düşünmeden edemiyor...Şu andan sonra neler olacak, bekleyip göreceğiz.CHP’yi kim yönetecek?AK Parti bizi nasıl yönetecek?Çünkü bu seçim bir dönemin son seçimi Türkiye’de...Bundan sonra yeni Türkiye’nin anayasası, hukuku, idare sistemi yeniden belirlenecek, askeri vesayet hukuken de fiilen de bitecek, gerçek bir demokrasiye doğru daha hızlı adımlar atılacak.Zorlana zorlana da olsa çağdaş bir ülke kuracağız.Bir dahaki seçimlere de çok daha farklı konularla gireceğiz.Sonuçların bütün Türkiye’ye hayırlı olmasını dileyip, olumlu gelişmelerin çok gecikmemesini umacağız şimdilik.Not: Geçtiğimiz Cuma günü seçim tahmini yaptığım yazıda, Amerikalı Ekonomi Profesörü Ray Fair’in ekonomik verilere göre seçim tahmini metodu yarattığından, adının da Ray Kanunu olduğundan bahsetmiştim.Kişi başına milli gelir artış oranı, partinin bir önceki seçimde aldığı oy oranına ekleniyor bu yöntemde...Ve AK Parti bu formüle göre % 51 çıkıyordu...Tebrikler Ray Kanunu...
Lisenin ilk yılında babamla yaşamaya başlamıştım.Hafta sonları anneme gidiyor, pazar akşamları babama dönüyordum.Pazar akşamları sönük ışıklı küçük vapurlar mahzun çınçınlarla kalkardı Eminönü’nden.Onlara binerdim, Göztepe’ye gitmek için.Kadıköy’de iner, dolmuşa biner eve giderdim.Hava soğuk, deniz karanlık olurdu.Vapurun tahta sıralarında ellerinde çantaları, benim gibi başka çocuklar da otururdu. Haftasonu tatilinden yatılı okula dönen asık suratlı çocuklar...Arada bir pencerelerin buğusunu ellerimle şöyle bir silip sanki bir şey görebilirmişim gibi dışarıya bakardım.Hayaller kurardım. Ama en çok o çocukları düşünürdüm.- Şu küçük olan, acaba yatağında kimseye göstermeden ağlıyor mudur?- Ya da şu uzun boylu olan göründüğü kadar güçlü müdür gerçekten...- Şu okul forması giymiş kızın annesi var mı acaba? Neden okula formasıyla dönüyor diye düşünür, hikâyelerini tahmin etmeye çalışırdım.Annemden ayrıldığım için, okula gideceğim için, vapurda yalnız olduğum için canım sıkılırdı.Babama dönmek eğlenceliydi ama her pazar akşamı o yolculukta bunu unuturdum, o loş vapur yalnızlığında içim kavrulurdu.O yüzden bu oyunu bulmuştum. O çocuklara bakıp onları izlerken duygularını, hayatlarını, sırlarını, gözükmeyenleri tahmin etmeye çalışırdım. Sonra, bu oyunu neredeyse hiç vazgeçmeden oynadım hayatımda...Hâlâ oynarım. Ve biliyor musunuz? Bir el hareketi, bir kelime, bir bakış, konuşurken dudaklarınızı kullanma biçimi bana nasıl bir hayattan geldiğinizi fısıldar hemen...Ve o fısıltının sesi hiç yanılmaz. Pazar akşamları benim gibi annesinden ayrılan, yatılı okula dönmek zorunda kalan o çocukların, içlerindeki acıyı kahramanca saklamalarından çok etkilenirdim..Onlara, onları anladığımı göstermek için gülümserdim. Her pazar akşamı karşılaşırdık.Ben onlara gülümserdim. Onlar bana bakardı.Bazen yanlarında annelerinin yolda yesinler diye verdiği börekler olurdu, bana da uzatırlardı.Birbirimiz tanımazdık ama benzer acıları aynı vapurda çektiğimiz için dost olduğumuzu bilirdik.Yatılı okula giden çocukların, pazar akşamları, okul dünyalarının evdekine hiç benzemeyen konularına alışmaya çalışması beni yaralardı. O okullarda, evdeki şefkatli cümleler duyulmazdı, “Bir kaşık daha alsana senin için pişirdim” cümlelerinin yerini alan “Naber, yaptın mı biyoloji ödevini?” cümleleriyle başlardı hayat...O yüzden çok uzun yıllar hiç farkında olmadan pazar akşamları o vapur saatinde içime hüzün çökerdi benim...Nedenini anlamazdım bile. Vapurda gördüğüm, yatılı okula dönen o somurtuk çocuklardan çok şey öğrendim ben.Duyguları...O duyguları nasıl sakladığımızı...Hangi duygumuzu sakladığımızda, hangi duygumuzun görünür olduğunu...Acıları kahramanca gizlemeyi...Hayâl kurmayı...Çocukluğun, insanın kendi yetenekleriyle, gücünü henüz bir sınavdan geçirmediği, o yüzden de her türlü hayâli sereserpe kurabildiği bir dönem olduğunu...Pazar akşamları kendini yalnız hisseden bir çocuğun gözlerinin nasıl baktığını...Pazar akşamlarının nerede olursa olsun zor geçen bir yanı olduğunu hep onlardan öğrendim...Bugün de pazar...Bugün seçimler var...Acemi bir cambazın elindeki toplar gibi insanı hep “düştü düşecek” endişesine kaptıran Türkiye’nin kaderi bir kez daha belirlenecek.Siz bunu okurken ben yine vapurla babama gidiyorum.Ve düşünüyorum... Acaba bu akşam yatılı okula dönen bir çocuğun yalnızlığı kadar kimler acı çekecek?*****Hülya Avşar’la “beyin seksi”Hülya Avşar, acunn.com’da yazmaya başlamış. İlk yazısı “Birşey eksik.” Demiş ki:“Bir şey eksik, bir şey eksik bu toplumda, bir şey eksik” diye diye dolandığım şu günlerde, tam bir yerlere kaçmayı düşünürken; beynimde flaş gibi çakan bir şeyle biraz olsun rahatladım. Şu geçtiğimiz sekiz aya; 72. Koğuş, Yetenek Sizsiniz, Hülya Avşar Show ve bir sürü konser sığdırınca insan evine girdiğinde rahatlamak istiyor. Ama gel gelelim ne mümkün! Biraz olan biteni öğrenmek için televizyonu açtığımda, karşıma çıkan şu ki olanı biteni bir türlü öğrenemiyorsunuz.Herkes birbirine bağırıyor! Hep aynı sorular ve hep aynı cevaplar... Ama sonuç yok. Değişen hiçbir şey yok. Üstüne üstlük şu seçim dönemi; aman Allah’ım, yine liderler, yine bağırıyorlar, yine birbirilerinin açıklarını yakalama peşindeler.İnanın ki siyaset dünyası hiç bu kadar coşmamıştı. Biz sanatçıların magazin dünyasını geçtiler. Paparazzilerin kalbi siyasette atmaya başladı. Şimdiye kadar görülmemiş kaset skandalları, yok o onu götürmüş, yok bu ona sarkmış, olacak iş değil.Ama skandalın başına siyaset gelince pornonun bile bir ağırlığı oluyor. Fakat mesele tabii ki bu değil.Mesele şu: Eksik olan şey madem seks, siyaset dahil hayatımızın her yerinde; o zaman biz de bunu faydalı hale getirelim derken, işte o eksik olanı buldum. Bizde her türlü seks var da “beyin seksi” yok.Madem şu ilişkileri yönlendiren, siyaseti yönlendiren, ekonomiyi, doğayı yönlendiren, kavgalara, cinayetlere sebep olan; kısaca dünyayı yöneten şu seksi, beyinle yapmayı keşfedememişiz. Çünkü diğerini beceremiyoruz.Kurtuluş; vücutların birleştiği gibi, zekâların da seks yaparak birleştiği ve beyin seksinden dünyaya gelecek olan doğruları bulmak olacaktır. Artık aklımızın belden aşağı değil de belden yukarı çalışması gerektiğini öğrenmeye acilen ihtiyaç var. “Savaşmayalım sevişelim” derler ya hani, işte o mecazi anlamdaydı. Sevgiler...***Avşar, bedenlerimizle sevişemediğimiz için zekalarımızla sevişmemizi öneriyor anladığım kadarıyla. Bu beni ürküttü. Çünkü her gün politikacıları dinleyip gazeteleri okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim ki...Sadece zekâyla seks yapmaya kalkarsak, hepimiz “aseksüel” oluruz, seks hayatı biter.*****Mithat Can’ı biliyoruz ama hiç tanımıyoruz!Bu ayki Milliyet Sanat’ta Sezen Aksu’nun yeni albümü için bir dosya hazırlanmış. Meral Okay, Ferzan Özpetek, Beyaz, Gül Oğuz, Emel, Nükhet Duru albümle ve Sezen Aksu’yla ilgili düşüncelerini anlatmışlar, Asu Maro da Sezen Aksu’nun oğlu Mithat Can Özer’le röportajı yapmış.Bu albümde Mithat Can prodüktör ve proje tasarımcısı...Üç parçanın da düzenlemelerini yapmış. Sezen Aksu ilk defa bütün albümün sorumluluğunu oğluna vermiş:“Genellikle daha stresli çalışılır albümlerde. Ama bu sefer onun en rahat hissettiği albümdü anladığım kadarıyla. Çünkü annem telefon edip beni Londra’dan çağırdığında ‘Albüme başladım, gelirsen, prodüktörlüğünü yaparsan çok sevinirim’ demişti. Ben de ‘Emir büyük yerden’ dedim gelmiştim ama kendi kendime bunu kabul edip geldim: ‘Sen askerlik yapmaya gidiyorsun, ne denirse yap ve stresi minumumda tut...’ Ama Sezen Aksu bayağı rahattı. Hatta bir gün arayıp sordum, ‘Senin bu rahatlığın nedir?’ diye... ‘İlk defa kendimi size emanet ediyorum’ yanıtını aldım.” Mithat Can böyle anlatmış Sezen Aksu ile beraber çalışmasını. Ve eklemiş:“Onno’nun üzerimdeki hakkı başka.”* 20 yaşında bileklerinden sakatlık geçirdiği için 7 sene hiç enstrüman çalmamış. Basgitar çalıyormuş.* Ses mühendisliği okumuş.* Londra’da yaşıyormuş.* Bir arkadaşıyla lojistik işi yapıyormuş. Fark ettiniz değil mi, küçüklüğünden beri bildiğimiz Mithat Can’ı aslında hiç tanımıyoruz.*****Mehmet Ali Aydınlar Özgener’in devamı olurMAHMUT Özgener gibi penceresi batıya dönük, medeni, iş hayatında başarılı ve gücünü adil kullanan bir başkanın görevi bırakmasından duyduğum üzüntüyü daha önce dile getirmiştim.. Mehmet Ali Aydınlar’ın aday olacağını duyunca içim biraz olsun rahatladı.. Çünkü mesele futbolun derin kuyularından değirmene su taşımak değil.. Mesele Türkiye’yi Avrupa’da iyi temsil etmek, örneğin UEFA Başkanı Michel Platini’yle kendi dilinden konuşabilmek, o seviyede tatminkar bir temsil icra etmek, iş dünyasında belli bir hacime ulaşıp kendini akredite etmek, Türkiye içinde değil, dışında büyük işler başarmak.. Böyle bakınca Aydınlar o koltuğu doldurabilecek biri olarak gözüküyor.. Özgener’den sonraki en uygun isim Aydınlar.. Göksel Gümüşdağ değil maalesef..Bu parlak fikir kimin buluşuysa tebrik ederim.
Seçime 2 gün kaldı.Bugün ve yarın...Seçim yaklaştıkça sandıktan çıkacak sonuç konusunda çeşitli tahminler, araştırmalar yapılıyor.Kamuoyu araştırma şirketleri halkın nabzını tutmaya çalışıyor.Bunların ne kadarı doğru çıkacak, seçim gecesi anlayacağız.Partilerin neye göre oy aldıkları, halkın hangi sorununa çözüm bulurlarsa iktidar olabilecekleri bana göre her dönem değişiyor.Ama bunun hiç değişmediğini söyleyenler de var.Biri Adnan Kahveci’ydi.“Büyüme yaratamamış hiçbir iktidar, iktidar kalamaz” diyordu.Ekonomideki büyümenin, iktidarların en önem vermesi gereken konu olduğunu söylerdi.Ekonomideki başarı ile siyasetteki başarı arasındaki bağı sürekli vurgulardı.Bunun en eğlenceli bir başka örneği de Clinton‘ın Oval Ofis’in duvarına astığı yazı...ABD’nin iki kez üst üste başkanlığını yapan ve skandallara rağmen ara seçimde de rakibine üstün gelerek tarihsel bir zafer kazanan demokrat Bill Clinton ofisinin duvarına, danışmanlarını ikaz etmek için “Önce ekonomi, aptal” sözünü asmış.“First economy, stupid...”Çok sevdiğim bir laf bu...Günlük hayatımda da sık sık kullanırım.“Günlük yaşamında hissedilir bir iyileşme yaratmayan bir siyasetin ‘saray siyaseti’ olduğunu bilmekteydi Clinton” demişti Mehmet Altan bir yazısında.Hatırlasanıza, AK Parti’nin 22 Temmuz başarısını da ekonomideki icraatı sağladı aslında.Seçmen; Kahveci ve Clinton’a göre iktidardaki partiye oy verirken sadece cebindeki paranın ne kadar arttığına bakıyor.Amerikalı Ray Fair (Yale Üniversitesi İktisat Profesörü) yalnızca iktisadi verilere dayanarak seçim sonucu tahmin eden bir metot geliştirmiş.Ray Kanunu...Kendi yöntemiyle 18 seçimden 15’ini doğru tahmin etmiş.Yöntem şu kısaca:Kişi başına milli gelir artış oranı, partinin bir önceki seçimde aldığı oy oranına ekleniyor.“Yıllık sabit fiyatlarda ortalama %5 artış var” diyebiliriz aslında...AK Parti son seçimde %46 oy oranı aldı, buna %5 eklersek... Demek ki,12 Haziran seçiminde %51 oy almalı.Ama buradaki ilginç ve aslında vahim durum ekonomik verilerle Türkiye’de herhangi birşey tahmin etmeniz çok zor, hatta imkansız.Çünkü gelir eşit artmıyor, %30 yoksulluk sınırının altında insan var bu ülkede...Son altı aylık rakamlara bakmak isteseniz, hiçbir yerde bulamazsınız.İşte bu noktada kafam iyice karışınca ekonomi profesörü arkadaşım Emre Alkin’i aradım, çünkü Ray Kanunu’nu babası, ekonomi profesörü Erdoğan Alkin’den öğrenmiştim.Aradığımda Adana’da çıktı.Ben ısrarla son dönemdeki gelişmeleri dikkate almak isterken, Emre ekonomi profesöru olduğu için “Hesaplamayı daha uzun bir donem baz alarak yapmamız lazım” dedi.Kisi başına gelirin yükselmesine rağmen, hesaplamanın hem karmaşık olduğunu hem de kısa donemde nokta atışı isabet sağlamayacagını söyledi. Haklı olabilir.Sabit fiyatlarla kişi başına düşen milli gelir hesaplamasını kabataslak, 2002-2010 yılları arasında reel büyümeden nüfus artış hızını çıkararak yaptık.Emre’nin ısrarla daha fazla parametre katmasına mani olarak, kişi basına gelir artışını %60 civarında bulduk.2002 yılında Ak Parti’nin aldığı %34.28’lik oy oranını bulduğumuz rakamla çarptık.Kabaca %55 şeklinde çıkan sonuçtan da, halkın %30’unun yoksulluk sınırı altında yaşadığı için aynı oranda not kırarak aşağı yukarı %38-39’luk bir orana ulaştık. Bu, yerel seçimlerde aldığı oy aranı Ak Parti’nin.Bunun da üzerine 2-3 puanlık miting performansını da ekleyince %41-42’lik bir oy oranına ulaştık.Hata payıyla “%39-%44 arası oy alır Ak Parti” dedik.Tarhan Erdem ne demiş? “%47 civarı... %44-%50 arası” dedi...Ray Kanunu “%51 civarı” diyor...Bakalım Ray Kanunu mu, TarhanErdem mi, Emre ile ben mi bileceğiz doğru oranı?Pazarı iple çekiyorum...*****Sincan’daki Tecrit OdasıNe zaman bir mektup alsam...Bildiğiniz üzerinde el yazısıyla sizin adınızın, adresinizin yazdığı beyaz bir zarf... Heyecanlanıyorum.Çünkü, teknoloji hayatımızı ele geçirdiğinden beri mektup dahayatımızdan çıktı. Mail var, SMS var, skype var, gerekirse telepatiyle bile haberleşme var ama mektup yok.Demek ki teknolojinin olmadığı bir yerden geliyor bu mektup...Büyük bir ihtimalle hapishaneden geliyor. Demek ki ne benim tanıdığım ne beni tanıyan birinden geliyor.İnsan tanımadığı birine niye yazar?Demek ki benden dört duvar arasına sıkışmış sesini duyurmamı istiyor.İşte bunu anlar anlamaz, heyecanlanıyorum.Orada biri olduğunu öğreneceğim. Bana yazdığı satırları okuyacağım,ardından da onu dertleriyle beraber unutacak mıyım?Bunu yapmak kolay mı?Değil elbet...O mektup bir anda hayatınızın bir parçası oluyor.Ama “Ya beceremezsem, ona umduğu gibi yardım edemezsem” endişesi sarıyor her yanımı...Heyecanlanıyorum.Bu mektup Naciye Yavuz’dan.Sincan Kadın Kapalı Cezaevi J3Koğuşu’ndan...Polis sorgusunda işkence ileöldürülen Engin Ceber’in, Yürüyüş dergisi dağıttığı için tutuklandığını hatırlarsınız.O Yürüyüş dergisinde çalışıyormuş Naciye de, 20 Aralık 2010’da dergiye baskın yapıp tutuklamışlar.Tekme tokat, yerlerde sürükleyerek kelepçeleyip götürmüşler.“5 aydır tecritteyiz. Basın, özgürlükleri sadece Mustafa Balbay, Ahmet Şık üzerinden görüyor. Ama sadece onlar yok. Biz de varız. Çok daha beter uygulamalara maruz kalıyoruz. 11 yıldır bu ülkenin hapishanelerinde tecrit var. İlk defa Ahmet Şık’ın basılmamış kitabı yasaklanmıyor. Defalarca matbaa kapılarında dergilerimize el konuldu. ‘Tecrit’i anlatayım size. Sizin dışınızda sadece 2 kişi ve 5 kitap var. Kağıt ve kalem serbest. Onun dışında herşey yasak. Haftada 1 saat görüşe çıkıyorsunuz, aynı hücrede kaldığınız arkadaşınızla aynı saatte aynı yerde görüşe çıkıyorsunuz, onun eşine, dostuna, annesine ‘Merhaba, hoşçakal’ diyemiyorsunuz. Kitapçılarda satışı serbest olduğu halde burada yasak listesinde olan kitaplar var. İşin tuhaf yanı, bu kitaplar, mesela Komünist Manifesto, bazı hapishanelerde yasak bazılarında değil.Sanem Hanım insanlıktan, hukuktan uzak, neyle suçlandığımızı bilmeden tecritteyiz. Sizden tecrit denenişkenceyi köşenizde duyurmanızı istiyorum.”Naciye ne yapmıştır, kimdir, suçlu mudur bilmem ama “İnsanlar suçları kesinleşmeden suçlu muamelesi görüyor” diye ayaklanıyorsak bunu herkes için yapmalıyız.Naciye haklı...Ahmet Şık da bunu böyle yapardı.*****İngiliz Konsolosluğu’nun bahçesini görme fırsatı!Yarın Tepebaşı‘ndaki İngiliz Konsolosluğu‘nun bahçesinde Geleneksel Yaz Şenliği var.Sadece İngiliz vatandaşların girebildiği...Ama artık Türk vatandaşları da girebiliyormuş.Bu harika...Çünkü hoş bir bahçe görme imkanı yakalayabilirsiniz.Yetişkinler 10 lira, 12 yaş altı 5 liraymış. 2 yaş altı ücretsiz...12.00’de başlayıp 17.00’de bitiyor şenlik.Çocuklar için çok çeşitli aktiviteler varmış.Çekilişler, yarışmalar, gün boyu Joy FM müzik yapacakmış.Kaçırmayalım bence bu fırsatı...*****Açılmamış kuyunun emeklileriKanat (Atkaya) yazmış, ona da Fikri Sağlar söylemiş. Akkuyu’da açılacak olan nükleer santral, emekli bile vermiş... Tek başına ne anlatmak istediği tam anlaşılmayan bu cümle, şunu söylüyormuş aslında: Akkkuyu’da 1976’da lisans alınınca lojman kurulmuş, 8 adet güvenlik varmış. Şu ana kadar iki nesil emekli vermiş, şu an üçüncü nesil çalışıyormuş. Açılamamış kuyunun emeklileri... Buna bayıldım.