Seçim günü ve vapurla babama yolculuk...

Haberin Devamı

Lisenin ilk yılında babamla yaşamaya başlamıştım.
Hafta sonları anneme gidiyor, pazar akşamları babama dönüyordum.Pazar akşamları sönük ışıklı küçük vapurlar mahzun çınçınlarla kalkardı Eminönü’nden.Onlara binerdim, Göztepe’ye gitmek için.Kadıköy’de iner, dolmuşa biner eve giderdim.Hava soğuk, deniz karanlık olurdu.Vapurun tahta sıralarında ellerinde çantaları, benim gibi başka çocuklar da otururdu. Haftasonu tatilinden yatılı okula dönen asık
suratlı çocuklar...

Arada bir pencerelerin buğusunu ellerimle şöyle bir silip sanki bir şey görebilirmişim gibi dışarıya bakardım.
Hayaller kurardım. Ama en çok o çocukları düşünürdüm.

- Şu küçük olan, acaba yatağında kimseye göstermeden
ağlıyor mudur?

- Ya da şu uzun boylu olan göründüğü kadar güçlü müdür
gerçekten...

- Şu okul forması giymiş kızın annesi var mı acaba? Neden okula formasıyla dönüyor diye düşünür, hikâyelerini tahmin etmeye çalışırdım.

Annemden ayrıldığım için, okula gideceğim için, vapurda yalnız olduğum için canım sıkılırdı.

Babama dönmek eğlenceliydi ama her pazar akşamı o yolculukta bunu unuturdum, o loş vapur yalnızlığında içim kavrulurdu.

O yüzden bu oyunu bulmuştum. O çocuklara bakıp onları izlerken duygularını, hayatlarını, sırlarını, gözükmeyenleri tahmin etmeye çalışırdım. Sonra, bu oyunu neredeyse hiç vazgeçmeden oynadım hayatımda...

Hâlâ oynarım. Ve biliyor musunuz? Bir el hareketi, bir kelime, bir bakış, konuşurken dudaklarınızı
kullanma biçimi bana nasıl bir hayattan geldiğinizi fısıldar hemen...

Ve o fısıltının sesi hiç yanılmaz. Pazar akşamları benim gibi annesinden ayrılan, yatılı okula dönmek zorunda kalan o çocukların, içlerindeki acıyı kahramanca saklamalarından çok etkilenirdim..

Onlara, onları anladığımı göstermek için gülümserdim. Her pazar akşamı karşılaşırdık.Ben onlara gülümserdim. Onlar bana bakardı.Bazen yanlarında annelerinin yolda yesinler diye verdiği börekler olurdu, bana da uzatırlardı.Birbirimiz tanımazdık ama benzer acıları aynı vapurda çektiğimiz için dost olduğumuzu bilirdik.Yatılı okula giden çocukların, pazar akşamları, okul dünyalarının evdekine hiç benzemeyen konularına alışmaya çalışması beni yaralardı. O okullarda, evdeki şefkatli cümleler duyulmazdı, “Bir kaşık daha alsana senin için pişirdim” cümlelerinin yerini alan “Naber, yaptın mı biyoloji ödevini?” cümleleriyle başlardı hayat...

O yüzden çok uzun yıllar hiç farkında olmadan pazar akşamları o vapur saatinde içime hüzün çökerdi benim...

Nedenini anlamazdım bile. Vapurda gördüğüm, yatılı
okula dönen o somurtuk çocuklardan çok şey öğrendim ben.
Duyguları...

O duyguları nasıl sakladığımızı...

Hangi duygumuzu sakladığımızda, hangi duygumuzun görünür
olduğunu...

Acıları kahramanca gizlemeyi...

Hayâl kurmayı...

Çocukluğun, insanın kendi yetenekleriyle, gücünü henüz bir
sınavdan geçirmediği, o yüzden de her türlü hayâli sereserpe kurabildiği bir dönem olduğunu...

Pazar akşamları kendini yalnız hisseden bir çocuğun gözlerinin nasıl baktığını...

Pazar akşamlarının nerede olursa olsun zor geçen bir yanı olduğunu hep onlardan öğrendim...

Bugün de pazar...

Bugün seçimler var...

Acemi bir cambazın elindeki toplar gibi insanı hep “düştü
düşecek” endişesine kaptıran Türkiye’nin kaderi bir kez daha belirlenecek.

Siz bunu okurken ben yine vapurla babama gidiyorum.Ve düşünüyorum... Acaba bu akşam yatılı okula dönen bir
çocuğun yalnızlığı kadar kimler acı çekecek?

*****

Hülya Avşar’la “beyin seksi”

Hülya Avşar, acunn.com’da yazmaya başlamış. İlk yazısı “Birşey eksik.” Demiş ki:

“Bir şey eksik, bir şey eksik bu toplumda, bir şey eksik” diye diye dolandığım şu günlerde, tam bir yerlere kaçmayı düşünürken; beynimde flaş gibi çakan bir şeyle biraz olsun rahatladım. Şu geçtiğimiz sekiz aya; 72. Koğuş,
Yetenek Sizsiniz, Hülya Avşar Show ve bir sürü konser sığdırınca insan evine girdiğinde rahatlamak istiyor. Ama gel gelelim ne mümkün! Biraz olan biteni öğrenmek için televizyonu açtığımda, karşıma çıkan şu ki olanı biteni bir türlü öğrenemiyorsunuz.

Herkes birbirine bağırıyor! Hep aynı sorular ve hep aynı cevaplar... Ama sonuç yok. Değişen hiçbir şey yok. Üstüne üstlük şu seçim dönemi; aman Allah’ım, yine liderler, yine bağırıyorlar, yine birbirilerinin açıklarını yakalama peşindeler.

İnanın ki siyaset dünyası hiç bu kadar coşmamıştı. Biz sanatçıların magazin dünyasını geçtiler. Paparazzilerin kalbi siyasette atmaya başladı. Şimdiye kadar görülmemiş kaset skandalları, yok o onu götürmüş, yok bu ona sarkmış, olacak iş değil.

Ama skandalın başına siyaset gelince pornonun bile bir ağırlığı oluyor. Fakat mesele tabii ki bu değil.
Mesele şu: Eksik olan şey madem seks, siyaset dahil hayatımızın her yerinde; o zaman biz de bunu faydalı hale getirelim derken, işte o eksik olanı buldum.
Bizde her türlü seks var da “beyin seksi” yok.
Madem şu ilişkileri yönlendiren, siyaseti yönlendiren, ekonomiyi, doğayı yönlendiren, kavgalara, cinayetlere sebep olan; kısaca dünyayı yöneten şu seksi, beyinle yapmayı keşfedememişiz. Çünkü diğerini beceremiyoruz.
Kurtuluş; vücutların birleştiği gibi, zekâların da seks yaparak birleştiği ve beyin seksinden dünyaya gelecek olan doğruları bulmak olacaktır. Artık aklımızın belden aşağı değil de belden yukarı çalışması gerektiğini öğrenmeye acilen ihtiyaç var. “Savaşmayalım sevişelim” derler ya
hani, işte o mecazi anlamdaydı.

Sevgiler...

***

Avşar, bedenlerimizle sevişemediğimiz için zekalarımızla
sevişmemizi öneriyor anladığım kadarıyla. Bu beni
ürküttü. Çünkü her gün politikacıları dinleyip
gazeteleri okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim ki...

Sadece zekâyla seks yapmaya kalkarsak, hepimiz “aseksüel” oluruz, seks hayatı biter.

*****

Mithat Can’ı biliyoruz ama hiç tanımıyoruz!

Bu ayki Milliyet Sanat’ta Sezen Aksu’nun yeni
albümü için bir dosya hazırlanmış. Meral Okay, Ferzan Özpetek, Beyaz, Gül Oğuz, Emel, Nükhet Duru albümle ve
Sezen Aksu’yla ilgili düşüncelerini anlatmışlar, Asu Maro da Sezen Aksu’nun oğlu Mithat Can Özer’le röportajı yapmış.
Bu albümde Mithat Can prodüktör ve proje tasarımcısı...

Üç parçanın da düzenlemelerini yapmış. Sezen Aksu ilk defa bütün albümün sorumluluğunu oğluna vermiş:

“Genellikle daha stresli çalışılır albümlerde. Ama bu sefer onun en rahat hissettiği albümdü anladığım kadarıyla. Çünkü annem telefon edip beni Londra’dan çağırdığında ‘Albüme başladım, gelirsen, prodüktörlüğünü yaparsan çok
sevinirim’ demişti. Ben de ‘Emir büyük yerden’ dedim gelmiştim ama kendi kendime bunu kabul edip geldim: ‘Sen askerlik yapmaya gidiyorsun, ne denirse yap ve stresi minumumda tut...’ Ama Sezen Aksu bayağı rahattı. Hatta bir gün arayıp sordum, ‘Senin bu rahatlığın nedir?’ diye... ‘İlk defa kendimi size emanet ediyorum’ yanıtını aldım.” Mithat Can böyle anlatmış Sezen Aksu ile beraber çalışmasını. Ve eklemiş:

“Onno’nun üzerimdeki hakkı başka.”

* 20 yaşında bileklerinden sakatlık geçirdiği için 7 sene hiç enstrüman çalmamış. Basgitar çalıyormuş.

* Ses mühendisliği okumuş.

* Londra’da yaşıyormuş.

* Bir arkadaşıyla lojistik işi yapıyormuş. Fark ettiniz değil mi, küçüklüğünden beri bildiğimiz Mithat Can’ı aslında hiç tanımıyoruz.

*****

Mehmet Ali Aydınlar Özgener’in devamı olur

MAHMUT Özgener gibi penceresi batıya dönük, medeni, iş hayatında başarılı ve gücünü adil kullanan bir başkanın görevi bırakmasından duyduğum üzüntüyü daha önce dile getirmiştim.. Mehmet Ali Aydınlar’ın aday olacağını duyunca içim biraz olsun rahatladı.. Çünkü mesele futbolun derin kuyularından değirmene su taşımak değil.. Mesele Türkiye’yi Avrupa’da iyi temsil etmek, örneğin UEFA Başkanı Michel Platini’yle kendi dilinden konuşabilmek, o seviyede tatminkar bir temsil icra etmek, iş dünyasında belli bir hacime ulaşıp kendini akredite etmek, Türkiye içinde değil, dışında büyük işler başarmak.. Böyle bakınca Aydınlar o koltuğu doldurabilecek biri olarak gözüküyor..

Özgener’den sonraki en uygun isim Aydınlar.. Göksel Gümüşdağ değil maalesef..Bu parlak fikir kimin
buluşuysa tebrik ederim.

DİĞER YENİ YAZILAR