Geçen hafta bir akşam televizyonda Nagehan Alçı ve emekli Tuğgeneral Ramiz İlker’i tartışırken gördüm...Daha doğrusu, ben televizyonu açtığımda Ramiz İlker, Nagehan’ın kafasına fırlatmak için bir şey arıyordu, Nagehan da ona sürekli bağırıyordu...Biraz dinledikten ve bolca güldükten sonra aslında çok önemli bir şey tartıştıklarını anladım...Nagehan’ın o bağırmalar arasına sıkışan haklı ve vicdanlı, Ramiz İlker’inse demode ve insanın dinlerken yüzünü buruşturacağı manasız cümlelerini duydum...Kürt sorununu tartışıyorlardı...Çözümü konuşuyorlardı...Canım yandı onları dinlerken.Çok yakın zamanda okuduğum ama dönüp dönüp tekrar baktığım “Bildiğin Gibi Değil, 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak” kitabındaki bütün hikâyeler önce böğrüme saplandı sonra boğazımda düğüm oldu sonra da o hikâyelerin kahramanları ‘inşallah bunu seyretmiyorlardır’ isyanı döküldü ağzımdan.Nagehan’ın ‘utanıyorum, burada olmaktan utanıyorum’ çığlığını duyunca biraz olsun rahatladım ama o travmadan ancak zaping yaparak kurtuldum...Ertuğrul Özkök, İsmet Berkan, Serdar Turgut, Salih TunaArdından geçen gün, Ertuğrul Özkök, Orhan Miroğlu’nun Akşam Gazetesi’ne verdiği röportajda ‘Kürtlere belli bir dönem pozitif ayrımcılık yapılabilir’ sözüne karşılık “Bu sorun ‘hep alan Kürt’ karşısında ‘hep veren Türk’ terazisiyle çözülemez. Kürt sorunu sadece Kürtlerin meselesinden ibaret değil. Bu ülkenin giderek kabaran bir de ‘Türk sorunu’ var” diyerek bir yazı yazdı...İsmet Berkan buna itiraz etti... “Pozitif ayrımcılığı destekliyorum” dedi...Serdar Turgut “Amerika’daki zencilere yapılan ayrımcılık örneği burada örnek teşkil etmez, bilginize” dedi...Salih Tuna, İsmet Berkan, Ertuğrul Özkök tartışmasını bütünüyle ti’ye aldı... Sanırım ikisinden de pek hoşlanmıyor Salih Tuna...Ve sonra yine aynı şey oldu...Gıre’nin, Aznavure’nin, Avsiya’nın, Firdews’in, Piran’ın ve kitaptaki bütün çocukluğu olmayan çocukların hikâyeleri dizildi boğazıma...Kürt meselesini mi tartışmak istiyorsunuz?Bir kitap okudum hayatım değişti cümlesi, meşhur olmuş bir roman cümlesi olmaktan çıktı benim için...Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın hazırladıkları, 90’lı yıllarda Güneydoğu’da çocuk olan on dokuz Kürt genciyle olmayan çocukluklarını konuştukları o harika kitap... Hayatımı değiştirdi...Bugünlerde ne zaman Kürt meselesini tartışan birilerini görsem...“Bildiğin Gibi Değil’i okumadan tartışma” demek istiyorum...Tartışanların her cümlesi, yerçekimsiz bir ortamda salınan bedenler gibi öylece havada uçuşuyor...Ve ne derlerse desinler... Ne dersek diyelim...O çocukların acıları her zaman o uçan cümlelerden daha büyük olacak çünkü...Ama bir kere okuyup da o anlık içimizin yanmasıyla anlayamayız o acıları, defalarca, dönüp dönüp, tekrar tekrar okumak lazım o çocukluk hikâyelerini...Ondan sonra belki “anladım” diyebiliriz...Ve ondan çok sonra tartışabiliriz belki Kürt meselesini...Hikâyelerin gerçekliği okuduğunuzu anlamanızı zorlaştıracakCumartesi günü Yasemin Çongar, hiç tanımadığım bir yazarın yeni kitabından bahsediyordu...Eduardo Halfon...“İnsanın içine doğduğu dil (anadil) kavramı modası geçmiş bir kavram mı bilmiyorum ama bir bakıma, yazarak o anadili arıyorum ben. Burada, anadilden kastım sadece bir kelimeler sistemi değil; daha ziyade, bütün karmaşık toplumsal, siyasi ve tarihi imalarıyla bir anadilden söz ediyorum, bir çıkış yeri olarak, kökler olarak, gelenek olarak, aile olarak, çocukluk olarak ve hatta hâlâ içimizde bir yerlere kaldırılmış duran iyi ve asil ve huzurlu bir şey olarak anadilden söz ediyorum. Belki de bunun için yazıyoruz biz. Geri dönülemeyecek o yere dönebilmek için. Kayıp cennetimizi, dil yoluyla, yeniden bulabilmek için” diyen genç bir yazar...Bugün Latin Amerika edebiyatının en iyi genç yazarları arasındaymış Halfon...***Yasemin, ‘Bundan birkaç yıl önce yayımladığı El Boxeador Placo (Polonyalı Boksör) romanıyla tanıdım ben; ondan sonra da verdiği mülakatları, dergilere yazdığı hikâyeleri hep izledim. Sanırım karanlık kısımları benimkine çok benzeyen bir çocukluğu anlattığı için sevdim onu’ demiş yazısında...“Karanlık kısımları benimkine benzeyen bir çocukluk...”Bu cümleyi çok sevdim...Ama o kitabı, 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak’ı okurken hiçbir karanlığı benim karanlığıma benzemeyen, ölüm kokan çocuklukları gördüm...Karanlık yanları bile olamayan karanlık çocuklukları var o çocukların...Hikâyelerine daha doğrusu gerçeklerine inanamayacaksınız...Hikâyelerin gerçekliği okuduğunuzu anlamanızı zorlaştıracak...Duygularınız belki ama aklınız asla almayacak...Belki de okumaktan vazgeçip fırlatıp atacaksınız önce kitabı... Ama kitabın nereye düştüğüne iyi bakın fırlatırken çünkü mutlaka geri dönüp alacaksınız kitabı düştüğü yerden ve açacaksınız o sayfaları yine...‘Baba, askerler de yerli değil mi?’Yasemin’in anlattığını Halfon da 1970’lerin Guatemalası’nı anlatıyormuş kitabında... Askerler, gerillalar, aileler ve çocuklar...Maana Nunca lo Hablamos (Yarın Asla Konuşmayız) da bir çocuğun gözünden yazılmış.1970’lerin başından 1996’daki barış anlaşmasına dek süren iç savaşta, çoğu Maya ırkından 200 bin insan ölmüş.Kitaba adını veren “Yarın asla konuşmayız” hikâyesinde, 1981 yazında, Guatemala ordusunun bir gerilla karargâhını basıp üçü kadın 14 yerliyi öldürmelerinin, çocuk anlatıcı ve ailesi tarafından nasıl karşılandığını anlatıyormuş.Çocuk, “muzaffer” askerlerin yüzlerine bakıyormuş televizyonda; onların da “beyaz” olmadığını, tıpkı paramparça cesetleri sergilenen gerillalar kadar “yerli”ye benzediklerini görüyormuş.O gece, “Gerilla ne demek” diye soruyormuş babasına. Cevap vermiyormuş adam.“İsyancı mı?” diyormuş çocuk. Sessiz bir onaylama. “Bütün karışıklığın sorumlusu bu gerillalar” diyormuş babası.“Gerillalar yerli mi peki?” Uzun uzun susuyormuş adam; sonra, “Tabii” diyormuş.“Ama askerler de yerli, değil mi?” Cevabı sabırla bekliyormuş çocuk.“Şimdi uyu, yarın konuşuruz” diyormuş babası.Ve tabii, yarın hiç konuşmuyorlarmış.Stilile’nin sözü aklıma geldi ‘Bizi bizle savaştırmak istediler, Hizbullah, korucular... Kürtleri birbiriyle savaştırmak...’ ya da Xezek’in ‘askere hiçbir zaman öfkem olmadı. Zaten çoğu buralı fakir fukaranın çocukları. Kürt çocuklarını Doğu’ya veriyorlar’ sözü...Bu kitabı okumadıysanız tartışmayınÇocukluğu olmayan Kürt çocuklar, şimdi kendi çocukları için barış istiyor...Televizyonlarda, gazetelerde Türkler de bunu tartışıyor...Ve tıpkı Guatemalalı baba gibi ne bugün ne yarın konuşuyorlar aslında...En can alıcı yeri hep geçiştiriyorlar.“Bildiğin Gibi Değil.. 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak...”Bu meseleyi tartışmadan önce bu kitabı okuyun...Okumadıysanız sonsuza kadar susun...
Güneydoğu’da PKK’yla mücadelede polis güçlendiriliyor...Hükümet polisin daha aktif rol alması için kolları sıvadı...Bölgede valiler daha etkin hale geliyor...Bu ve buna benzer cümleleri okumuşsunuzdur.Belki bu fikri sevmiş, belki çok kızmış, belki ne olduğunu anlamamışsınızdır...Mesele şu; hükümet PKK’yla mücadelede yeni etkin bir yapılanma peşinde.Özel eğitimli polislerin aktif olacağı, bölgede valilerin daha geniş yetkilere sahip olacağı bir yöntem.Hükümet Silvan olayından sonra gördü ki bölgedeki sorumlu valilerin yetkileri yok.Yetkileri olan askerlerin de sorumluluğu yok...Bu yüzden çatışmaların yoğun olduğu bölgelerde yetki alanları yeniden yapılandırılıyor...Eğer hükümet karşıtıysanız, “askerin yetkileri daraltılıp hükümetin polisi, valisi güçlendiriliyor, adamlar ülkeyi ele geçiriyor” diye düşünebilirsiniz...Eğer hükümet yanlısıysanız, “askeri vesayet bitiyor, olması gerektiği gibi Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri’ne bağlanacak, olması gereken de zaten bu” diye düşünürsünüz...Eğer çocukluğunuz Çetin Altan‘la geçmişse, bunların hiçbirini düşünmez, dedenizin size defalarca anlattığı ‘suçlu vatandaş kimdir, düşman kimdir’ kavramlarını hatırlarsınız.Gerçekten hiç düşündünüz mü, PKK militanları düşman mı yoksa suçlu vatandaş mı?Onları yakalarken ya da yakaladığınızda uygulamanız gereken yöntem nedir?Düşmansa mutlaka uluslararası hukukun uygulanması ve Cenevre Sözleşmesi’nin geçerli olması gerekir...Asker düşmanla savaşıyorsa savaş halinde uyması gereken sözleşmeler var... Böyle bakılırsa, yıllarca Güneydoğu’da yapılanlar Cenevre Sözleşmesi’nin ihlaline girer.Yok eğer düşman değil de “suçlu vatandaşsa” PKK’lılar, o zaman da askerin değil polisin devrede olması, iç hukukun çok daha etkin çalışması gerekir... “Suçlu” yakalanır, adalete teslim edilir çünkü...Ya karşındaki düşmandır, askeri cepheye sürer, “düşmanı” gördüğün yerde vurursun ama o zaman mahkemelerde yargılayamazsın, yakaladıklarını bir esir kampına koyarsın “savaş” bitene kadar ya da “suçludur”, o zaman da üstüne askeri süremez, yargılamadan öldüremez, yakaladıktan sonra yasalara karşı çıktığı için yargılayıp ceza verirsin.Dedem hep sorardı ‘bu insanlar suçlu vatandaş mıdır, düşman mıdır’ diye... İki kavramın arasındaki hukuksal farkı anlatırdı bize...Hayatı, bu ülkede olanları, kavramları, yalanları, hep dedemin bu sorularıyla öğrendim ben...Sadece ben mi? Babam, amcam, onu okuyan milyonlarca okuyucu...Hepimiz onun sorularıyla ne yaşadığımızı daha iyi anladık...Ve en önemlisi ne biliyor musunuz, ne dediyse oldu, ne söylediyse çıktı.“Düşman mı suçlu vatandaş mı” sorusunu son yirmi yıldır sordu Çetin Altan.“Biz anca bugün anlıyoruz” demeyeceğim, bugün anca sezmeye başlıyoruz ne dediğini ne olması gerektiğini...Şimdi Güneydoğu’daki silahlı mücadelede yeniden yapılandırılıyor her şey...Polis ve sivil otorite devreye giriyor.Asker devreden çıkıyor.Sanırım bunu, PKK’ya karşı daha etkili mücadele edebilmek için yapıyorlar.Ama soru hala yerli yerinde duruyor.PKK’lılar suçlu mu, düşman mı?
İki gündür bir mektuptan bahsediliyor.Sonunda Star gazetesinde yayınlandı.Galatasaray’ı da şike soruşturmasının içine alan satırları okuyunca kafam karıştı doğrusu...15 Haziran 2007’de (yani G.Saray’ın 20.45’te kutladığı şampiyonluktan yaklaşık 1 yıl sonrası) yazılan mektup şöyle:“Sayın Polat,Uzunca bir süredir İliç’in transferi sırasında, yani Temmuz 2005’te yapılan bir işlem dolayısıyla şahsımı suçlayıcı söylemlerinizi izlemekteyim.Mezkur tarihte oyuncunun resmi menajeri yoktu. Kendisine transfer pazarlığı yapanlar ile yardımcı olan bir kişiye “adı bende” (Dusan Antiç) 75.000 euro ödedik. Bununla ilgili yönetim kurulu kararı mevcuttur. İşlem G.Saray menfaatleri için yapılmıştır.Umarım Mayıs 2006’da iki parti halinde şoförünüzün makbuz imzalayarak aldığı 1.500.000 ABD doları da G.SARAY MENFAATLERİ (vurgu tam olsun diye kapital harfle yazılmış) için kullanılmış olsun.Söz konusu makbuz kopyaları da bende mevcuttur.Hoşçakalın,Bülent Tulun”***Ya şikenin itirafıysa...Dışardan bakınca, iki kişi arasında, birinin diğer tarafa sitem ederek “Bana diyorsun ama peki sen temiz misin?” diye sorduğu birkaç önemsiz satır gibi gözüküyor.Şikeyle ilgili somut bir belge değil besbelli.Ama denildiği gibi ya şikenin itirafıysa...Hemen o günleri benden çok çok iyi hatırlayacak Galatasaraylı dostlarımla konuştum.Durum, şu çıktı:- Adnan Polat, o dönemde Bülent Tulun’un görevden gönderilmesinden çok memnundu, bunu da sağda-solda herkese söylüyordu.- Hatta, İliç transferinden dolayı G.Saray’ın ödediği bir komisyonu takip ettiğinde, kulüpten çıkan bu paranın makbuzlarını bazı gazetecilere gösterip “Bülent bu transferde suistimal yaptı” imasında bulunuyordu...- Bunu öğrenen Bülent Tulun da “Ben de senin 2005-06 sezonunda kulüpten aldığın ve ne olduğu belli olmayan paranın farkındayım. Aklını başına devşir” mealindeki bu mektubu yazıp Adnan Polat’a göndermişti.- Bu arada dün Emniyet’te ifade verdikten sonra “Ben bu mektuptan ilk defa burada haberdar oldum” dedi Adnan Polat.- Fakat, Tulun’un mektubu yazdığı 15 Haziran 2007 tarihinden sonra Bülent Tulun ve İliç transferi ile ilgili bir daha gazetecilere hiç konuşmamış Polat. Gazetecilere gösterdiği o dört makbuz da haberleştirilmemiş o yüzden.- Bu noktada “Adnan Polat nedense fren yaptı. Gazetecilere vereceği belgeleri vermedi” diye konuşulmuş o dönem.***Sanırım herkesin bildiği ama çeşitli nedenlerle kafasını kuma gömdüğü bir durumla karşı karşıyayız yine...Sadece, Fenerbahçeli taraftarlarla kulübün yönetim kurulu , “Fenerbahçe değil ama Galatasaray kesin yaptı” diyorlar.Benim okuduğum telefon konuşmalarına ve ifadelere dayanarak söylediğim şeyi, onlar dört satırlık bir mektuba dayanarak söylüyor...Bu, “Ben başkası hakkında söylerim ama doğru olsa bile biz Fenerbahçeyiz, kimse hakkımızda doğruları söyleyemez” tavrı da biraz tuhaf gözüküyor doğrusu.***Özhan Canaydın söylemişti...Rahmetli Galatasaray eski Başkanı Özhan Canaydın’la ailece görüşürdük onun başkanlık yaptığı dönemlerde.“Adnan Polat’a kulüp hesabından 1.5 milyon dolar verildiğini, bunun da Denizbank’tan alınan 10 milyon dolarlık kredinin bir bölümü olduğunu” söylediği masada ben de vardım.Bu cümlenin o sırada bir manası yoktu benim için ama şimdi bu mektubu okuyunca, mektubun sorduğu sorunun, “Adnan Bey, sen o parayı aldın ama G.Saray’ın menfaatine kullandın mı?” sorusunun çok ciddi bir anlamı olduğunu düşündüm.Galatasaray Kulübü o 1.5 milyon doları oyunculara ödenen para olarak muhasebeleştirmiş.Adnan Polat da Bülent Tulun’un tehdit kokan mektubunu hiç görmemiş gibi davranıyor.Peki, altı yıl önce Şiddet Yasası yürürlükte olmadığı için ve Emniyet’te ne Adnan Polat’ın ne de Bülent Tulun’un telefon kayıtları bulunduğu için Galatasaray yüzde yüz masum mu sayılmalı?İşte bundan hiç emin değilim.***Spor dünyasında herkes herşeyi bilir...Kocam İbrahim Seten, Vatan Gazetesi’nin spor müdürü... Sanırım bunu, bu konularla ilgili herkes biliyor artık...O sezonki şike iddialarını kaç defa evde tartıştığımızı, o dönemin Denizli Başkanı Ali İpek ve menajeri Can Çobanoğlu ile bu konunun aslını öğrenmek için birçok defa görüştüğünü hatırlıyorum.İkisinin de refleksi aynıydı, tıpkı Adnan Polat’ınki gibi...Ancak çok yakın bir tarihte, Aziz Yıldırım’ın Mehmet Ali Yalçındağ’ın evinde Hasan Cemal’e söylediği “Denizli maçında şike (aslında teşvik) vardı. İnanmayana bunun belgesini gösteririm” dediğini de çok net biliyorum.Nitekim o belgenin fotokopisi gazeteci Tahir Kum’da çıktı ve düğmeye basıldı.Kum’un bu mektubu nereden bulduğu ve 3 yıldır niye kullanmadığı da başka bir soru işareti.Fanatik’in genel yayın müdürü Necil Ülgen’in Adnan Polat’a hitaben kaleme aldığı, imalarla dolu, “Louis Vouitton çantalarda dolaşan paraların” anlatıldığı yazı da hatırımda.Spor dünyasıyla ilgili şunu çok net söyleyebilirim:“Hepi topu 40 kişiler, hepsi de her şeyi biliyor... Ama delillendirmeleri kolay değil.”***Bülent Tulun’un mektubu ile kendi duyduklarımı yanyana koyduğum zaman, 2005-2006 sezonu soru işaretleri ile dolu olduğu çok açık gözüküyor.Dönemin federasyon başkanı Haluk Ulusoy...16 dakika uzayan Denizli-F.Bahçe maçının hakemi Selçuk Dereli...Denizli’deki maçın devre arasında, Şeref Tribünü’nde Denizli Başkanı Ali İpek’e “Kavlimiz böyle miydi Ali?” diye sitem eden Aziz Yıldırım...Saha içindeki futbolcular arasında geçtiği öne sürülen “Maçı bize bırakın, size 100’er bin dolar” konuşmaları...***Sadece kanıtlara değil işaretlere de bakalımBülent Tulun’un mektubunu Galatasaray Başkan Vekili Ali Dürüst’ün söylediği gibi “Basit bir iç yazışma” olarak görmek ne kadar rasyonel bu şartlar altında?Benim için hiç rasyonel değil...Futbolda temizliğe inanıyorsak her “iz”in peşinden gitmeliyiz.Sadece kanıtlara değil, işaretlere, imalara da bakmalıyız.Sporu ve hayatı kirleten herkesin hesap vermesini istemeliyiz.Takım ayrımı yapmamalıyız, futbolu ve dürüstlüğü kendi takımlarımızın yöneticilerine karşı da korumalıyız. ***Gereği yapılsın...Bu arada beni umutlandıran iki açıklama da oldu aslında:Galatasaray Başkanı Ünal Aysal “Eğer o sezonda şaibe ve kanıt varsa biz şampiyonluk kupamızı geri veririz” dedi.Federasyon Başkanı Mehmet Ali Aydınlar ise “Kanıt varsa en ağır cezayı uygularız” dedi.Demek ki, herkes o sezon neler olduğunu biliyor.Öyleyse gereği yapılsın.Kirliliğe bulaşan herkesi futboldan dışlayalım ve temiz futbolu gerekirse en baştan yeniden kuralım.
“Hiçbir politika, hiçbir din veya hiçbir ideoloji bir toplumu dışarıdan dönüştüremez. Bizi gerçek uygarlığa, mutluluğa, özgürlüğe ancak bireysel devrimler götürür. Tek tek her insanda, her hücrede olan bir iyileşme ile toplumlar değişir” demişti bir dostum...“Demek o yüzden toplumlar çok geç ve güç dönüşürler” diye geçirmiştim içimden o anlatmaya devam ederken...Bir devrimin, bir bilincin, damla damla bütün toplumun bireylerine sızması, yerleşmesi, her bireyin zihninde kök salması gerekiyor.Her birimiz, büyük bir yapının tuğlaları gibiyiz.Tek başımıza binaya kıyasla çok önemsiz görünsek de, o binayı oluşturan biziz, bir tekimizin eksikliği, bozukluğu bile bütün bir yapıyı etkileyebilir. Böyle bakıldığında her insan, toplum kadar önem kazanır.Hepimiz, hem kendi hayatımızı yaşayıp, kendi hikayemizi yazarken, hem de toplumun hayatını yaşayıp, toplumun hikayesinin yazılmasına katkıda bulunuruz.Toplumla aramızda hem bir bütünlük, hem de bir gerilim vardır hep.Bütün bunlar, Elif Şafak’ın yeni okuduğum kitabının arka kapağındaki bir cümle nedeniyle aklıma geldi.Arka kapakta “Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız. Budur çözülmesi gereken bilmece” yazıyordu...***Aslında arka kapağa gelmeden çok önce “Kitabın ön kapağında erkek kılığına girmiş bir Elif Şafak fotoğrafı doğru mu yanlış mı?” tartışmaları başladığında -ki ben de bu buluşun edebiyat için sıkıcı bir buluş olduğunu düşündüğümü yazmıştım- belki çoğumuzun aklına düşmüştü kitabı okumak ama ben bu cümleyi görünce asıl o bilmeceyi merak ettim.İskender, çok hızlı ve rahat okunan bir hikaye...Senaryosu yazılabilecek kadar karakterleri sinemaya uygun.Eşarbının rengini, saçının biçimini, ayakkabısının modelini hayal edebiliyorsunuz, hatta okurken onları görüyorsunuz.***Ama aynı hisle de kapağın çok fazla olduğunu, kitaba tam düşündüğüm gibi haksızlık ettiğini, kitaptaki İskender’le kapaktaki İskender’in hiç benzemediğini düşündüm.Elif Şafak bir röportajında “Kitabı okumadan kapak hakkında fikrini söyleyenler haksızlık yapıyor” demişti, ben de kapakla kitap arasında bir ilişki var zannetmiştim.Hatta Şafak’ın, İskender’in kızkardeşi Esma’nın İskender’e çok özendiğini, kız çocuk olmaktan sıkıldığını anlattığı sayfalarda “Acaba asıl hikaye Esma mı, o İskender mi olacak ya da o duygu mu ana hikaye?” diye aklımdan geçirdiğim bile oldu.***Ama öyle bir şey çıkmadı.İskender, kapaktakinden bambaşka biri aslında kitapta...Hatta İskender kitabın baş karakteri gibi gözükmesine rağmen sönük anlatılmış bir karakter.Cılız ve ışıksız geldi bana...Annesi Pembe, teyzesi Cemile beni daha fazla etkiledi.Fırat nehri yakınlarındaki o köyde geçen hikayeleri çok sevdim.Pembe’nin aşkını çok sevdim.Pembe’nin usul usul kendi devrimini yaratmaya çalışmasına bayıldım.Kitabın sonundaki sürprizi de önceden tahmin edemedim, itiraf etmeliyim.***Arka kapaktaki bilmeceye gelirsek...Ben bilmecenin cevabını kitapta göremedim.Ama kitabı okurken dostumun dediği geldi aklıma, tek tek her insanda, her hücrede olan bir iyileşme ile toplumlar değişir.Ben olsam kapağa Pembe ve Cemile’den bir figür koyardım.Çünkü bir erkeğin değil...İki kadının hikayesi, bilmecenin özü...*****Ben de Kafka’ya Max Brod’un yaptığını yapardım...Sabitfikir edebiyat dergisi çok ilgi çekici bir konuyu dosya yapmış:Edebiyatta telif hakları...Nehir Minel’in hazırladığı dosyada “Eserler kamunun mudur yoksa varislerin mi?” tartışması var.Telif hakları deyince benim aklıma, eser sahibi yaşarken sahip olduğu hakları geliyor aslında...Ardından olacaklar değil...Müzikte, edebiyatta, sinemada, sanatın başka kollarında eser vermiş pek çok kişinin hakları gasp ediliyor, ciddi bir yasa ve uygulama disiplini olmadığı için...Bu, çok daha önemli geliyor bana...Ama o dosyadaki konu da çekici bir konu...Konuyla ilgili Can Yayınları sahibi Erdal Öz’ün oğlu Can Öz’ün görüşlerini okudum.“Biz babamın tüm eserlerini 70 yıllığına Can Yayınları’na devrettik. Babamın eserleri verasetle ilgili meseleden dolayı yayın dışı kalsa Erdal Öz’e haksızlık etmiş olurduk. Ama ben Max Brod’un Franz Kafka’ya ihanet ettiğini düşünüyorum. Basmayın vasiyetine uymalıydı” demiş.İşte o anda ne okuduğumu unutacak kadar bu konuya kaydı aklım...Kafka ve Max Brod ilişkisi... İki yakın arkadaş, iki yazar...Kafka 1924 yılında ölmüş ve Brod’a vasiyeti olarak, yazdığı edebi eserleri yakıp yok etmesini söylemiş.Fakat Brod, Kafka’nın vasiyetini yerine getirmek yerine, onun yaşamının ve eserlerinin bütün dünya tarafından tanınmasının gerektiğini düşünmüş, çünkü Kafka’yı “Zamanımızın en büyük yazarı” olarak görüyormuş ve Kafka’nın eserlerini yayımlamış.Bugün Dava, Şato, Amerika, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Dönüşüm eserlerini biliyorsak Brod sayesinde.Şimdi mesele...“Sözünün eri olup bu eserleri bilip de basmamak mı yoksa iyi bir eser yazardan bile büyüktür deyip sözünü tutmamak mı?” ikilemiyse...Ben de Max Brod gibi yapardım...Bir vasiyete belki ihanet etti ama edebiyata sadık kaldı, diye düşünüyorum çünkü...*****Bu kitaba göre her eve bir Fransız lazımNewyork’lu yazar Elaine Sciolino Fransızların baştan çıkarma konusunda sahip oldukları içgüdüsel yetenekleri anlatmış yeni kitabında...La Seduction: How The French Play The Game of Life...Kitapta beden dilinin, yemek yemenin, bir gülüşün, giyimin nasıl bir güce dönüşebileceğini anlatıyormuş...Kitapla ilgili verdiği röportajı okudum Sciolino’nun...Anlattığı bir iki şeyi çok sevdim...Jacques Chirac’la tanıştığı günü mesela... ‘2002 sonbaharında Bush yönetimi Irak’la savaşa giriyordu. Fransa ve ABD arasındaki ilişki o yıl daha önce hiç olmadığı kadar kötüydü. Bense Elysee Sarayı’nda Fransa başkanı tarafından baştan çıkarılıyordum. Büyülenmiş,etkilenmiştim. Aynı zamanda çok da rahatsız olmuştum. Profesyonel bir buluşma anı kişisel bir etkiyle bölünmüştü’Ve eklemiş Sciolino ‘böyle bir durum Amerika’da asla olamaz’Sarkozy ve Carla Bruni hakkında söylediklerini...‘Carla Bruni beni sesiyle baştan çıkarmıştı. Duyduğum en etkileyici ses. Gerçekten çok da güzel bir kadın ama kusurları da var.Yüzü yakından çok sıradan. Sarkozy bir Fransız için fazla kaba. Gösterişi çok seviyor. Tıpkı Amerikalılar gibi. Carla Bruni onu ‘la seduction’ diyetine soktu. Parlak rolex saatini takmaması gerektiğini söyledi, onu okumaya teşvik etti. Onu yeniledi. Fransızlar için çekici hale getirdi.’Fransızların seksi değil sekse uzanan yolculuğu önemsediğini anlattığı bölümü...‘Fransızlar için flört her zaman devam eder. Yaşı yoktur. Önce heyecan ardından sohbet sonra seks... Fransızlar flört ve sohbeti seksten daha fazla önemser...Sekse varmanız değil oraya nasıl vardığınızla ilgilidir Fransızlar. Onu önemserler,severler, değerli bulurlar.’Henüz kitabı okumadım bu röportajdan anladığım kadarıyla, her eve bir Fransız lazım...
Değişim dönemleri her zaman çalkantılı, heyecanlı, tehlikeli ve şaşırtıcıdır.Biz de değişim döneminden geçiyoruz birkaç yıldır.Tüm yanlışları, haksızlıkları, zayıflıkları ve beceriksizlikleriyle beraber değişimi yaşıyoruz.Bütün dünyayla beraber Türkiye de köklerinden sarsılıyor.Ve yeryüzünün her yanında insanlar ‘değişimden yana olanlar’ ve ‘değişime karşı olanlar’ diye ayrılıp kümeleniyor.Bütün kavramlar yeniden tanımlanıyor.Dolayısıyla bütün kavramlar birbirine karışıyor.Bir bakıyorsunuz en ilerici olduğunu söyleyen insanlar en tutucu fikirleri destekliyor.Anlayamıyorsunuz, sonra gülümsüyorsunuz.Neden böyle oluyor?***Çünkü yeryüzü değişiyor... Yepyeni ölçüler geliyor.Dünya bir bütünleşmeye doğru kayıyor.Bu bütünün içinde yer alabilmek için öncelikle her ülke çalışmak, üretmek zorunda.Ordu gibi, bürokrasi gibi üretimsiz kesimlerin ağırlığı süratle azalıyor.Hiçbir şey üretmeden, aynı lafları tekrarlayarak aydın olma dönemi de bitiyor.Gerçi bizim televizyonlar hala bunlarla dolu ama bu dönem de çok yakında geçecek.Dünya üretimsiz kesimlere daha az pay ayırıyor artık.İşte kavga da burada çıkıyor.***Bunları anlamayan, anlamak istemeyen, değişime karşı olanlar; dünyanın üretim ve barış zemininde büyüdüğünü yok sayıyor.Yok saydıkça da, anlıyoruz ki çocuk gibi planlar yapıyorlar.Yeni sistemin içinde güçlerini yitirdikleri için, yıllar yılı sadece gençlerin öldüğü bir savaşla varlıklarını sürdürmeye çabalıyorlar. Dünya seksenlerin sonundan itibaren değişirken, biz anca 2007 yılından itibaren değişime hız verebiliyoruz. Bizi 20 sene oyalamayı becerdiler.Dünyanın değişimiyle biz uyanmaya başladık ama asker nedense bizi küçümsedi, “Bunlar uyanmaz” dedi sanırım...***Böyle düşünmeseler...Komutanların istifasıyla nedeniyle hiç konuşulmasa da, savcıların tutuklanmasını istediği Ege Ordu Komutanı, Kuzey Deniz Saha Komutanı ve Genelkurmay Adli Müşaviri’nin de aralarında bulunduğu askerler, bu ülkede internet siteleri kurarak hükümet aleyhine yalanlar söylerler mi?Üstelik bu daha yeni bir olay.Albay Dursun Çiçek’in İnternet Andıcı soruşturmasında verdiği ifadede “İnternet andıcı belgesi gerçektir” demesi, internet sitesinde çalışan sivil memur Meryem Kurşun’un anlattıkları herşeyi gün gibi ortaya çıkardı.Sadece dün Sedat Ergin’in yazdığı yazı bile yeter aslında, çünkü onun iddianameye bir çırpıda inanması bir ölçüdür.“İddianame, Genelkurmay Başkanlığı karargahında seçilmiş sivil otoriteyi hedef alan bir kampanyanın yürütüldüğünü somut delillerle ortaya koyuyor” demiş.***İnsanın kafası karışıyor.Ben asla inanmıyorum ordumuzun algı sorunu olduğuna ama dünyanın gelişimi, değişimini anlayan, algılayan, onun parçası olmak isteyen hangi ordu kalkıp kendi hükümetine tuzaklar kurar bu çağda?Hangi ordu, ülkedeki gücünü, seçimle gelmiş bir hükümetin güçsüzlüğü üzerine kurar?Bunun için yalanlar söyleyip hukuk dışı işler yapar?***Dünya, üretim ve barış istiyor.Dünya, bilgisayar çağıyla uzaya çıkıyor.Ve bu değişim, istesek de istemesek de bizi de değiştiriyor.Bunu algılayamayan generaller hala 40 yıl öncenin alışkanlıklarını sürdürmeye uğraşıyor.Dünyayı anlamıyorlar, Türkiye’yi anlamıyorlar, hayatı anlamıyorlar.Bana sorarsanız, onlar görevlerinden emekli olmadan çok önce...Hayattan emekli olmuşlar zaten.Son emeklilik talepleri sadece bu gerçeğin tescili olmuş.*****'ERKEK' YORUMCULARIN NİYE KORKTUĞUNU ANLADIMDün Murat Belge’nin yazısının girişini çok sevdim.“İnsanlık tarihinde çok önemli şeyler olurken doğa istifini bozmaz, kendi düzenini istediği gibi devam ettirir. Enola Gay’den atom bombası Hiroşima’ya düşerken güneş aynı saatte doğup aynı saatte batar, rüzgar eser, ağustos böcekleri öter... Yalnız bunlara bakanlar dünyanın gidişatını değiştirecek olaylardan habersiz, hayatlarının bir olağan gününü daha yaşarlar.”Roman başlangıcı gibi...O olağan günde de birçok küçük olay olur tabii onlar için...Öfkeli bazı Fenerbahçe taraftarlarını da o insanlara benzetiyorum.Türkiye’de ne oluyor, dünya nereye gidiyor, Fenerbahçe gerçekten ne yaşıyor, ilgilenmiyorlar.Onlar bana, yazarsan sana, söylerse ötekine kızıyorlar.Tuhaf küfürler ediyor, öldürmek istiyor, tepiniyorlar.Şike yapıldığına inandığını yazarsan çok öfkeleniyorlar... “Demek ki şike kötü bir şeydir diye düşünüyorlar” diyorsun ama bunu sen yazınca kızıyor, yapılınca kızmıyorlar.Şike yapılabilir ama “yapıldı” diye yazılamaz onlar için...Saldırgan bir güven var hallerinde, “Bunu sana ödetiriz” diyorlar.“Fenerbahçe çok büyüktür” diyorlar.“Buradan kan çıkar” diyorlar.Fenerbahçe Kulübü resmi sitesi bile yalan söylediğimi iddia edebiliyor.Daha önce hiçbir gazetede telefon konuşmaları çıkmamış gibi, beni gizli bir dosyayı açıklamakla suçluyor.Bunu Türkiye’de onca haksızlık yapılırken değil, kendi takımları hakkında onları kızdıracak bir şey yazınca söylüyorlar.O yöneticiler ve taraftarlar “Türkiye neler oluyor farkındalar mı?” diye merak ediyorum. Pazartesi yazdığım yazıda “Ben şikeye inandım” demiştim.İnanmayan kimse de yok aslında gördüğüm kadarıyla...Ama başkaları yazmayınca, gerçekleri söylemekten kaçınınca... Ve sen tek başına yazınca “Hedefin ne, çıkarın ne?” sorusunu soruyorlar.Aslında şimdi de ben soruyorum:Spor dünyasındaki onca otorite bu dosyayı okumasına rağmen neden yazmıyor?Sanırım benim başıma gelenlerin kendi başlarına gelmesinden korkuyorlar.Bana destek mesajları atanlar “Erkekçe yazı yazmışsın” diyorlar.Dürüstlüğün ve cesaretin erkeklikle bir alakası olsaydı, bu konuyu yazan çok olurdu.Dürüstlük ve cesaret, dürüst ve cesur insanlarda bulunur, cinsiyetle alakalı değildir.***O telefon konuşmalarını okuyan herkes benim gibi düşünür...Korkmasınlar okusunlar, okuyanlar da korkmasınlar söylesinler.Çünkü gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu var biliyorsunuz, hiç olmazsa bir ucundan tutmuş olurlar.Yazıdan sonra şunları da öğrendim:* F.Bahçe Kulübü’nü şu anda avukatlar yönetiyor. Benimle ilgili açıklamayı da onlar hazırlamışlar. Benim üzerimden herkese gözdağı veriyorlar.* F.Bahçe taraftarının sinir uçları o kadar hassas ki, şike konusunda en ufak negatif bilgiye aşırı duyarlılık gösteriyor.Bu arada İBB’li İskender’le ilgili verdiğim bilgiye takılanlara şunu söyleyebilirim:İskender, F.Bahçe maçıyla ilgili değil, Bursa-İBB maçında teşvik primi almakla suçlanıyor.Aynı cümle içinde yan yana yazınca hatalı gözükmüş. Koca yazının içinden de bunu gerektiği gibi kullandı zaten, yazıya karşı çıkanlar...Ben büyük fotoğraftaki gerçekleri görmekten yanayım.İnandığımı korkmadan söylemekten yanayım.Eğer gerçeklerin söylenmesini engellemek isteyen bazı taraftarlarla Fenerbahçe yönetimi, korkutacak birilerini arıyorlarsa, onları başka sütunlarda arasınlar.Ben korkarsam, yalancılıktan, kaypaklıktan, korkaklıktan korkarım.Ama gerçeklerden korkanlardan korkmam ben.Korkacaksa onlar korkacak.Çünkü asla yenemeyecekleri bir “düşman”la, yani “gerçek”le dövüşenler onlar.
3 Temmuz’dan beri şike soruşturması kapsamında önce gözaltına alınan, sonra raporlu sayılan, ardından da tutuklanan F.Bahçe Başkanı Aziz Yıldırım 29 gündür suçlu birçokları için...Konuyu merakla takip ediyorum...Özellikle Boğaz Köprüsü yolunda polise “Allah Allah” diye saldıran, Shaktar maçında sahaya giren azgın sarı-lacivert kalabalığı gördükten ve tiraj kaygısını hesap ettikten sonra, medyanın bu konuya bir hayli mesafeli durmasını da doğru bulmasam da anlayabiliyorum.***Ama akıl ve izan varsa, böylesine ciddi bir konuda, taban tabana zıt 2 mutlak doğru da olamaz.F.Bahçeliler 2’ye bölünmüş durumda...Annem de birinci “duygusal” grupta olanlardan biri:- F.Bahçe aleyhinde hiçbir şey duymak istemiyorlar.- Yaşanan her şey dış mihrakların ve onların başarısını çekemeyenlerin komplosu...- Şike diye bir şey varsa herkes yapmıştı zaten düne kadar... Niye kabak F.Bahçe’nin başına patladı?- Aziz Yıldırım’ın başına gelenlerde bir iş var. Adam zaten hasta, onun üzerinden F.Bahçe’ye ceza kesiyorlar...- Aziz Yıldırım içerden çıkmazsa F.Bahçe de küme düşecek.***“Rasyonel” olan ikinci grup ise sesi az çıktığı için daha azınlıkta kalıyor.. Onlara göre de:n F.Bahçe kesinlikle şike yaptı. Fazla bağırmanın manası yok. Hatta ağırlarına gidiyor içine düştükleri durum, utanıyorlar.- Aziz Yıldırım’a kızıyorlar. “Mehmet Ali Aydınlar başkan olacak diye, üst üste 3 şampiyonluk sözü verdi diye, sırf kendi koltuğunu korumak için F.Bahçe’ye tarihi bir leke sürdü bu adam” diyorlar... Ama fazla ses edemiyorlar. Çünkü azgın çoğunluktan korkuyorlar.- Ben Nihat Özdemir, Ali Koç kalibresindeki işadamlarının kafalarını bu kadar kuma gömebileceklerini hiç sanmıyorum. Bal gibi biliyorlar şike yapıldığını, bu ayıbın kendilerini de bağladığını...- Buna rağmen Aziz Yıldırım meselesi ile F.Bahçe’yi birbirinden ayır(a)mıyorlar... Ya Aziz Yıldırım gazabından korkuyorlar ya da onun 13 yıldır mürit haline getirdiği F.Bahçe taraftarından... Dolayısıyla Aziz Yıldırım istifa etmiyor, F.Bahçe de işin içinden çıkamıyor.***Aziz Yıldırım’ın telefon konuşmalarını teker teker okudum. 250 sayfa civarında... Şunları yaptığı kesin:- Ali Kıratlı, İlhan Ekşioğlu, Yusuf Turanlı, Abdullah Başak ve birkaç kişi aracılığıyla etkin bir şike ağı kurmuş. Bu adamlar kulüpten çıkan paraların bir bölümünü cebe indirmiş bile olabilir ama F.Bahçe şike yapmış... Çok açık ki, bu ekip daha önce de bu işlerde mesai yapmış, uzman kişiler...- F.Bahçe-İBB maçı (2-0) kesin şike... İ.Akın ve İskender maçı satmış.- Bursa-İBB maçında (1-1) 4 oyuncuya 60 bin lira teşvik ödenmiş. Bursa puan kaybedip zirve yarışından düşsün, F.Bahçe ile Trabzon başabaş kalsın diye...- Aziz Yıldırım, kendi maçlarından önceki hafta Emenike sakatlandı diye küplere biniyor telefonda. Verilen bazı paralar geri istenmiş, hatta alınmış. Menajerler birbirine girmiş. Aziz Yıldırım o kadar da açık etmek istememiş durumu...- G.Saray-Trabzon maçı için Adnan Sezgin ile bağlantı kurdurmuş, ne olur ne olmaz diye...- Bucalı Musa’yı ayarlaması için Cemil Turan ve İlhan Ekşioğlu’nu devreye sokmuş ama ret cevabı almış.- Federasyon başkanı ile ilgili federasyon yöneticilerine sarfettiği sözler buram buram tehdit kokuyor. Hep para veya “adalet” adı altında bazı talepleri oluyor. İstemediği bir şey olunca “Yarın basın toplantısı yapıyorum, hepinize gününüzü göstereceğim. Sizi ben seçtirdim arkadaş” diyor.- Kim ne derse desin federasyondan vadesi gelmemiş 12 milyon lira alması bu baskının doğal sonucu... Benim anladığım hep anlattığı gibi ekonomisi öyle düzgün değilmiş F.Bahçe’nin...- Benim kulağıma gelen ama ‘tape’lerde yer almayan Başbakan’la ilgili bazı sözleri de var.***Aziz Yıldırım bunların hepsini başarı için, F.Bahçe’yi şampiyon yapmak için, önümüzdeki yıllarda daha rahat o koltukta oturmak için yapıyor.Belki de futbol dünyasının doğal işleyişi bu... Bu kayıtsızlığı başka bir kavramla açıklamakta zorluk çekebiliriz çünkü.Şu saydığım maddelerden 2 sonuç çıkarıyorum:- F.Bahçeliler bir zahmet karar versinler. F.Bahçe büyüklüğü çok övündükleri İslam Çupi sözündeki gibi “kupalara bağlı olmayan başka bir büyüklük müdür?”- Yoksa her şart altında kazanmak ve bunun için her şeyi göze almak mıdır?Bu soruların cevabını bulanlar, Aziz Yıldırım meselesine daha steril bir gözle bakabilir.***Bu, parmaklıklar arkasındaki birini suçlama yazısı değil, onun neyle suçlandığını anlatabilme çabasıdır...Düne kadar bu yapılanlar normalmiş, ama artık değil ne yazık ki...Aziz Yıldırım’ın avukatı Faik Bey’in medyaya söylediklerini Balyoz ilk ortaya çıktığı dönemdeki Çetin Doğan’ın haline benzetiyorum.“Türkiye değişiyor” sözünün az kaldığını, artık değiştiğini bile anlamıyorlar sanki...Bu işin tek duygusal yanı, değişimin sancılı, zaman zaman adil olmayan, insan onurunu ayaklar altına alabilen yanlışlar da yapması...Allah Aziz Yıldırım’a ve eşi Gonca’ya sabır versin...*****Şerif Gören sete kasaba cinselliği ile dönüyorFırat (Herkesin tanıdığı ismiyle Fatmagül’ün eski nişanlısı Mustafa) Çelik, “Şerif Gören çekiyor, onun filminde oynayacağım” dediğinde çok şaşırmıştım.Uzun yıllar olmuştu bir Şerif Gören filmi seyretmeyeli...18 yıl olmuş meğer...18 yıldan sonra ilk filmini çekiyor Gören.Senaryosu Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” kitabından uyarlanan film Ayvalık’ta çekiliyor.Belki çekimleri tamamlandı bile şu sıra...Fırat, filmde oynayacağı karakter için Çeşme’ye gelmişti sörf dersi almaya...“Hangi karakteri oynuyorsun?” diye sorduğumda “Mavi...” demişti...O an tam olarak kimi kastettiğini anlamamıştım ama Şerif Gören’i ve Fırat’la beraber oynayacak Ayça Bingöl’ü (Cemile) ve Hazal Kaya’yı (Feriha) duyunca çok iyi bir film olacağına hemen ikna olmuştum.Tatil bitip eve dönünce ilk iş Necati Cumalı’nın kitabını buldum okumak için.Necati Cumalı Egeli, Urlalı...Hikayeleri o yüzden tanıdık ve Ege-sever insan için hep çok sıcak.Kasaba ve cinsellik...Şerif Gören kitaptaki beş hikayeden yola çıkarak yazmış senaryoyu.Hikayenin merkezinde “Helvacı Güzeli” var.Bir anne, iki kızı ve hercai bir adam... Filmin baş karakterleri...Bu filmi çok merak ediyorum.Belki, “Bu filmi seyrettik biz” hissine de kapılmış olabilirsiniz konuyu okuyunca...Ama kasaba cinselliği Türkiye’de hala kapısı aralanmamış bir konu aslında...Bakalım bu film o kapıyı aralayacak mı?
Hava çok sıcak...İnsan içinin eriyip aktığını hissediyor.Güneş, pencerelerden içeri kızgın sular gibi dökülüyor.Bir soğuk ayran...Bir soda...Bir ekonomik kriz... Bu sefer de teğet mi geçecek yoksa teğet bile geçmeyecek mi?Soludukça ciğerlerine sıcak su doluyor sanki.Vücutta bir bitkinlik...Hafif ama sürekli bir baş dönmesi...Bir çay...Bir kahve...Bir limonata...Buz bir coca-cola...Biraz askerin zirvesinde kriz...Biraz askerlik kısalıyor diye ümit...Sığınacak hiçbir yer yok.Gölgelik yerler bile cehennem gibi...İnsanın beyninde bir pişmiş yumurta duygusu...Bayıldı bayılacak bir hal...Soğuk suyun altına sokulan bir kafa...Enseden aşağı akan sular...İri bir bardak tuzlu ayran ardından...Biraz Öcalan’ın resti...Biraz hukuk düşmanlığı...Yumuşayan asfalt, zift kokulu bir buhurdan gibi tütüyor.Her şey hafifçe titreyerek buharlaşıyor sanki.Yer ayağının altından kayıyor.Bir bardak meyve suyu...Gömlek terden paçavraya dönüyor.Bir uyuma isteği...İnsanın elleri sıcağın içinde incelerek uzaklaşıyor vücudundan...Herkesin yüzü sarkmış.Göz kapakları yarı yarıya kapalı.Hareketler gitgide yavaşlıyor.Bir bardak buzlu çay...Az şekerli bir limonata...İki bardak maden suyu...Şike soruşturmasında 3. dalga...Kemal Burkay 31 yıldan sonra vatanına dönüyor...12 ayın sultanı Ramazan başlıyor...TÜBİTAK-Nesin Vakfı kavgası devam ediyor...ODTÜ, vakıf üniversitelerine öğrenci kaptırmamak için reklam filmi çekmiş...Bir kadın daha, bir kadın daha, bir kadın daha kocası tarafından öldürülmüş...Hrant Dink 19. davasında mahkeme Yasin Hayal’i ruh sağlığı kontrolü için Adlı Tıp’a sevk etmiş...Sıcak gittikçe artıyor.Güneş ışıkları, erimiş demir kıvamında insanın gözlerine saplanıyor.Alında biriken ter damlaları artıyor.Birden boşalıveriyor insanın içi.Bacaklarda bir gevşeme, gözü kararıyor insanın.Bardaklar, bardaklar, bardaklar dolusu içecekler...Yalanlar, yalanlar, yalanlar...Hiç bitmeyen bir bunaltı...Asker, hükümet aleyhine internet siteleri kuruyor... Hakaret ediyor.Hukuk, buna “suç” diyor.Yaşlı askeri kadro buna küsüp istifa ediyor.Genç askerler, yaşlı askerlerin yetersizliğinden ölüyor.Sıcak giderek artıyor.Acı çoğalıyor.Askerlerini koruyamayanlar ‘onur’larını korumak istiyor.İnsan da buna biraz şaşırıyor... Ama en çok da acıyor...Zirve kadro istifa ediyor.Hayat normale çok hızlı dönüyor.Sanki bir esinti çıkıyor yavaştan.Biraz daha sabredersek iyi bir rüzgar da gelecek ardından...Her şey değişiyor.Artık bu sıcak bitsin...İnsan biraz serinlik istiyor.*****Ramazan’ın renkleri...Yarın Ramazan başlıyor.Ramazan’la birlikte de iftarlar, gecesahura kadar eğlenceler, mükellef sofralar, pide, teravih namazları, unutulan gelenekler de başlıyor.Şehrin tüm kuralları değişiyor.Metro ve tramvay saatleri uzuyor,ramazan ayı boyunca gece 01.00’e kadar ulaşım var.Sultanahmet Camii’nde 35 yıldır gelenek haline gelen pazar sohbetleri bu yıl da devam ediyor.Geçen sene birincisi yapılan Ramazan’da Caz 16-23 Ağustos arası Topkapı Sarayı 1. Avlu‘da olacak.Geçen sene dünyanın sayılı caz piyanistlerınden Ahmet Jamal’ı kaçırmıştım, bu sene kaçırmak istemiyorum.En ilgimi çekenlerden biri de, Göksu Deresi’nde sandal sefası ve fasıl.Sahura kadar mini golf ve bisiklet turu da olacakmış İstanbul’da...Ama ne dersek diyelim, hangi inançtan olursak olalım, ne eğlence yaparlarsa yapsınlar... Ramazan dedin mi akla tek birşey gelir, o da sıcacık pide...Hepimize hayırlı Ramazanlar...*****Büyük mutluluk için sadece 100 eşya bakın nasıl yetiyorUzun zamandır bahsediyordu arkadaşım, dinliyordum dediğini ama duymuyordum.Sonunda birden duydum.Yaşamda daha büyük mutluluk için küçülmek, küçülmek, küçülmek gerekiyormuş...Amerika’da iki senedir hızla yayılan, insanları sadece ve sadece 100 adet kişisel eşya ile yaşamaya davet eden bir anlayış bu...Dave Bruno, varlıklı bir hayatı olanSan Diegolu bir yazılımcı...Bir gün evinden taşınmaya karar veriyor ve dolaplar dolusu kullanmadığı eşyası olduğunu fark ediyor.“Çok eşyalı mutsuz bir adam olmaktansa az eşyalı mutlu bir adam nasıl olabilirim?” diye düşünmeye başlıyor ve ‘100 Things Challenge’ adını verdiği projeyi başlatıyor.Bruno bunun için bir yıl boyunca sadece 100 eşyayla yaşamaya, bir eşya aldığında listesindeki başka bir şey çıkarmaya karar veriyor.Bütün yaşadıklarını da ‘guynameddave’ isimli blog’undan da günü gününe yazmaya başlıyor.Kimsenin ciddiye almayacağını, korkacağını, cesaret edemeyeceğini düşünürken, bir anda bu trend yayılıyor ve yüz binlerce insan sahip olduklarını azaltmanın mutluluğun kaynağı olduğuna inanıyor.Bruno’nun yolundan gidenlerin bir yıl içinde sayısı beklenmedik şekilde artınca Harper&Collins Yayınevi de genç blogger’ın deneyimlerini, hayatına kattığı minimalist yaklaşımı yazmasını istiyor.New York Times‘ın “en çok satanlar” listesine giriyor kitap.Bruno, hayatını ‘100 eşyaya indirgeme’ kararını verdiği 2008’in sonundan, 2010’un sonlarına kadar yaşadıklarını anlatıyor.Sonunda ben de okudum kitabı...Ve gerçekten etkilendim.Kitap diyor ki, bir yıl boyunca seçtiğin 100 eşyayla yaşa...Ve gör aslında mutlu ve iyi bir hayat için 100 eşya bile fazla.Bruno, “Yanıma aldığı 100 eşya arasında doğru dürüst kullanmadıklarım vardı” diye yazmış.İnsan tam hayal edemiyor 100 eşya çok mu, az mı diye?Ama bildiğim bir şey var “Az eşya mutluluktur” gerçekten...Bruno listesine parmak arası terlik, dünya haritası, yedi tane tişört, yağmurluk, kemer, Patagonya termal pantolonu, en sevdiği kahve kupası, sevdiği albümler gibi hayatta kalmak için gayet tali sayılabilecek eşyalar almış.Twitter ve Facebook’ta “100 Things Challenge” sayfaları açılmış.Bunu deneyen insanlar “Elbise alacağınıza yüzmeye gidin, yeni bir telefon alacağınıza Fransızca kursuna yazılın, hayal kurun, resim yapın. Kısa bir tatile çıkmak yeni bir koltuk takımı almaktan kesinlikle daha iyi bir fikir” diyorlar.Ben listemi yapmaya başladım...*****Paulo Coelho’nun Elif’iDün Hürriyet Cumartesi ekinde Sibel Arna’nın haberini okuyunca çok etkilendim,size de duyurayım istedim... Ünlü yazar Paulo Coelho son kitabı Elif için bir video art yarışması açmış. 100 bin kişi arasından bunu kazanan da bir Türk olmuş. 28 yaşındaki Raif Kurt... Kitabı okumamaış bile...’ Elif kelimesinin video art ile anlatılması için kitabı okumama gerek yoktu, ben bu videoyu yarışma metnini okumadan beş ay önce çekmiştim, metni okuyunca kazanmış gibi sevindim’ demiş... Bir de Raif eklemiş ‘içinden geldiği gibi davranırsan eninde sonunda mutlu olursun’Bayıldım...
Düşüncelerimiz mi yoksa bilemediğimiz bir güç mü? Hayat...Hayat gerçekten biz planlar yaparken başımıza gelen şey mi?Gerçekten onu kontrol etme gücümüz hiç mi yok?O aksini istediği taktirde hiçbir şey bizim istediğimiz gibi olamaz mı?Bu soruların cevabının hepsinin “evet” olması insanı nasıl da ürkütüyor değil mi?Yaşıyoruz, yönetiyoruz, üzülüyoruz, seviniyoruz, her birimiz ötekini ondan daha ‘büyük’ olduğumuzu düşündüğümüz için eziyoruz, hırslanıyoruz, her defasında daha fazlası için kavga ediyoruz ama aslında hayatımızı biz yönetmiyoruz...Hayat ne isterse öyle oluyor...Bunları bir hastane odasından yazıyorum... Şimdilik sadece “basit tetkikleri” yapılan sevdiğim insanın refakatçisiyim.“Basit tetkiklerin” basit tetkikler olarak kalmasını umuyorum.Hastanenin girişinde bir banka oturdum düşünmeye başladım...Hayatı yönetebilir miyiz diye...Diyorlar ki hastalıkları kendimiz yaratıyormuşuz...Düşüncelerimiz ne yaşacağımızı belirliyormuş...Düşünceler en güçlü silahlarımızmış hayatta...İyi düşünürsek iyi, kötü düşünürsek kötü oluyormuş...Diyorlar ki duygu ve düşüncelerimiz inançlarımızı, inançlarımız da tekrar edildikçe alışkanlıklarımızı oluşturuyormuş.Devam eden alışkanlıklar belli bir zaman sonra kişiliğimiz haline geliyormuş.Yani sadece ne düşündüğümüzü değiştirdiğimiz taktirde hayatımızı değiştirebiliyormuşuz...Düşündüğümüz şey yaşayacağımız hayatın habercisiymiş...Zihnimiz negatif düşüncelerle, korkularla doluysa vücut kendini hastalandırıyormuş.Zihnimiz, bedenimizi hastalandırmaya yetiyormuş...Bizim düşüncelerimiz, bizim bilinçaltımız, bizim inançlarımız hastalıkları yaratıyormuş işte...Bu görüş, “başına geleninin sorumlusu sensin” diyor.Seni sorumlu tutarken, aynı zamanda senin hayatı yönetme gücün olduğunu söylüyor.“Hayatı yönetme gücün var ama sen yanlış yönettiğin için hastanedesin.”Hayatı yönetme gücüne sahip olma fikri iyi de... Hastane odalarında yatanların kolay kabul edebileceği bir fikir değil...“Sokaklarda milyarlarca insan sağlıklı dolaşırken bir ben mi yanlış yönettim hayatımı?” sorusu onlar için şimdilik zor bir soru...Hastanenin kapısında, bu görüşün doğru olmasını dileyerek, iyi şeyler düşünüyorum, umutlu şeyler...Beyaz gömlekli biri gelsin “hiçbir şeyi yok, çok iyi” desin diye bekliyorum. Hayatın seni getirip bıraktığı bir hastane kapısında zaten başka ne yapılabilir ki...Beklemekten ve umut etmekten başka...***Biz kadınız şike yapmayızFutbolun sadece futbol olmadığını öğrendiğimiz şu günlerde çok ilgimi çeken bir haber duydum...Ataşehir Belediyesi, Ataşehir Belediye başkanının eşi öncülüğünde bir kadın futbol takımı kurmuş.2008-2009 futbol sezonunda ikinci ligden birinci lige yükselen Mevlana Lisesi kadın futbol takımını da bünyesine almış.Ataşehir Belediyespor Kadın Futbol Takımı, kadınlar ligi 2010 -2011 sezonunu şampiyon olarak bitirmiş.Böylece Türkiye’yi UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde temsil etmeye hak kazanmışlar...İnanılmaz değil mi?Her şey tamamen futbol dünyasına ait ama oyuncular kadın...Daha da ilginci UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi’ne 54 takım katılıyormuş...Üstelik de bu Türkiye’nin 3. katılışıymış... Bu takımlardan ülke puanlarına göre 22’si lige direkt, 32 takım ise ön eleme maçları oynayarak gidiyormuş şampiyonaya.32 takım 4’erli 8 gruptan çıkmak için mücadele edecekmiş. 8 grup birincisi ile en iyi ikinci 2 takım üst tura yükselecek.Gruplardan çıkan 10 takım ile direkt gelen 22 takım doğrudan eleme maçları yapacak ve UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi Şampiyonu belli olacakmış.Bosna Hersek’ten WFC SFK 2000 Sarajevo, Litvanya’dan Gintra Universitetas ve Romanya’dan Olimpia Cluj-Napoca takımları ile oynayacakmışız.11-16 Ağustos 2011 tarihlerinde Bosna Hersek’te, WFC SFK 2000 Sarajevo’nun sahasında oynanacakmış maçlar.Onlara, kabul ederlerse bir slogan buldum.“Biz kadınız, şike yapmayız.”***Back-Up iyi ama çevresi kötüBoyner Grubunun Back-Up diye bir hizmet hattı var...Sloganını çok seviyorum... ‘Kimi arayacağınızı bilemediğinizde Back-Up’ı arayın!’Ne derdiniz varsa anında çözüm buluyorlar...Back-Up’a üye oluyorsunuz ondan sonra da aklınıza ne gelirse onları arayabiliyorsunuz... Nerede olursanız olun, çözüyorlar.Hayatı kolaylaştıran bir hizmet...Yaşamda Back-Up, sağlık alanında Dr. Back-Up ve seyahat alanında Back-Up Travel gibi bölümleri de var...7 gün 24 saat...İnternet sayfalarında, üye deneyimleri diye bir bölüm var, neler istendiğiyle ilgili örnekler, çok eğlenceli.‘Ali Baba saatin kaç?’ oyunu nasıl oynanıyor diye soran olmuşÇeşme Alaçatı’da bulunan Şişarka restorandaki incir ağacında yazan ‘incir ağacı adamı bilge eder’ sözü ne demektir, diye soran..‘Tik ağacından olan teknenin zemininde güneş kremi lekesi kaldı, bu lekeyi nasıl temizleyebilirim?’ diye soran..Daha neler neler...Buraya kadar harika...Fakat Back-Up’da her yaz küçük sorunlar çıkıyor...Ben kurulduğu günden beri üyeyim...Çok da hizmet aldım bugüne kadar...Fakat yazları tahammülü zor bir hizmet hattı oluyor Back-Up.Travel yani seyahat bölümü kurmuşlar, uçak biletlerinizi daha kolay ve indirimle alabileceğiniz bir bölüm... Fakat hafta sonları kapalı.Yazın bir seyahat bölümü hafta sonları nasıl kapalı olabilir insanın aklı almıyor...7 gün 24 saat hizmet veriyoruz diyorlar, seyahat bölümü akşamları kapalı, hafta sonları yok...Ne zaman arasanız hattı meşgul...“Back up seyahat” bölümü sanırım üyelerinden önce çıkıyor seyahate...Ve, hafta başından önce de dönmüyor.***Ruslar İstanbul’da radyo kuruyorYeni bir radyo açılıyor...Radyo Kuzey...Rusların kurduğu bir haber radyosu... Haber ve programların ağırlıklı olduğu, Rusya ve eski Sovyet ülkelerine ilişkin haberlerin verildiği sadece klasik müzik çalan bir radyo...Şimdilik Ankara, İzmir ve İstanbul’da dinlenecekmiş... Bir de Bursa ve Antalya diyorlar...Bir ay içinde başlayacakmış...Başbakan Putin’in açılışa gelmesi bekleniyormuş, büyük organizasyon yapılacakmış...Çok iyi bir ekip kurmuşlar, eğitimler başlamış...Yüksek maaş, çalışanlar evlerinden lüks arabalarla alınıyormuş, herkes en yüksek dilimden sigortalanmış...Ofisleri çok şık ve güzelmiş...Rusya kendisi için stratejik önemi olan ülkelerde radyolar kuruyormuş...Amerika’da başlamışlar şimdi Türkiye’de...BBC’nin ve Amerikanın Sesi radyolarının Türkçe yayınlarını bitirdiği bir dönemde hem de... Bakalım Ruslar bize ne anlatacaklar.Putin’den etkilenerek “tek adam” yönetiminin yararlarını anlatırlarsa...Ankara’da bu radyonun ilk dinleyicisi olacak birinin adını şimdiden tahmin ediyorum.