Ligler başladı...Takımların durumu, temiz futbol, Fenerbahçeli kadınlar derken Ali Koç’u CNN’de görünce aklıma geldi... Ali Koç nerede?Futbol Federasyonu’nun F.Bahçe’yi Şampiyonlar Ligi’ne göndermeme kararı almasının üzerinden öyle fazla zaman geçmedi.O kararın ertesi günü başkan vekili Nihat Özdemir, her zaman görmeye alıştığımız o “uzlaşmacı” üslubunun dışına çıkarak Teke Tek’e katılan TFF Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ı telefonla bağlanarak ağır biçimde suçlamış, ertesi gün de istifasını vererek köşesine çekilmişti.O gün ortaya çıkan Ali Koç ise “şahin” görüntüsü ile Türkiye Futbol Federasyonu’nu hedefe almış ve F.Bahçe camiasını tarihinin en büyük Kurtuluş Savaşı için birlik olmaya çağırmıştı.O günkü görüntü netti:TFF ile ilişkileri müzakere yoluyla götürmeyi deneyen Özdemir havlu atmış, “Nihat Bey ciddi bir insandır. Sanırım istifasını geri almaz” diyerek o boşluğu doldurmaya talip gözüken, üslubu daha kavgacı Ali Koç yeni başkan adayı olarak spotların altına çıkmıştı.***Aradan 3 hafta geçti.Salı günü Ankara’da gerçekleşen Kulüpler Birliği toplantısında çarpıcı bir değişiklik vardı F.Bahçe Kulübü açısından...O güne kadarki toplantılarda genellikle hazır bulunan Ali Koç, F.Bahçe-Manisa maçı için İstanbul’da kaldı.Kulüpler Birliği’ne ise Nihat Özdemir ile ilk defa asbaşkan Cihan Kamer katıldı.Ve normalde tartışmalara sahne olması muhtemel toplantı adeta sütliman geçti, G.Saray’ın “şahin”i Adnan Öztürk gene bu sezon küme düşmenin kalkmasına muhalefet etti, Özdemir bu noktada bile kendisine teşekkür etti.***Ben Ali Koç’un elinden yaralanması sonucu Ankara’ya gidemediği açıklamalarına pek de itibar etmeyerek, 1. Ali Koç döneminin sona erdiğini ve 2. Nihat Özdemir döneminin başladığını düşünüyorum...Böyle düşünmemin sebepleri var:* Ortaya çıktığı ilk andan itibaren taraftardan, medyadan ve camiadan büyük teveccüh gören Koç, Manisa maçından sonra da medyanın karşısına çıkmadı, kendisini sakladı.* Kulüpler Birliği’ne Ali Koç’un yerine Ankara’ya, daha doğrusu Ak Parti’ye fazlasıyla yakın bir işadamı olan Cihan Kamer’in katılmasını da manidar buluyorum açıkçası.* Üstelik Özdemir-Kamer ikilisi, Şike Soruşturması’nı yürüten savcı Mehmet Berk’i de bir gün öncesinde birlikte ziyaret ettiler.Yani yeni ikili onlar sanki...Hepsini birleştirince şöyle bir sonuca varıyorum:Şu anda F.Bahçe’deki muktedir güçler veya kendi ailesi Ali Koç’un öne çıkmasından rahatsız oldu.Ve F.Bahçe’deki yönetim kompozisyonu tekrar başa döndü.Daha ılımlı, yumuşak, herkese kardeş bir yönetim anlayışını temsil edecek olan Özdemir ile F.Bahçe bu dönemi geçirmeye çalışacak.Nihat Özdemir’i tekrar sahaya sürüp, Ali Koç’u kulübeye çeken güçlerin, yeni planlarının ne olduğunu merak ediyorum doğrusu...Ne oldu acaba?*****Seyirci erkek olsa Fenerbahçe kazanır mıydı?F.Bahçe-Manisa maçını ilgiyle izledim.Sadece tribünlerin kadın ve çocuklarla dolu olmasından dolayı değil... Futbolcuların bu yeni ambiyanstan nasıl etkileneceklerine bakmak için...Ve gördüğüm kadarıyla eksi ve artıları içinde barındıran bir uygulama oldu. Bana göre:Artılar:* Başka hiçbir kulübün kadınlarının 52 bin kişilik stadı doldurabileceğini sanmıyorum. Rakamlara baktım G.Saray’ın son maçına 35 bin, Beşiktaş’ınkine 10 bin kişi gitmiş. Cezalı F.Bahçe’ye kadınların verdiği destek, bu kulübün ne kadar homojen ve destekleyici bir taraftar yapısına sahip olduğunu ortaya koydu.* Kadınlar maça girerken çok düzenli bir biçimde sıralanmışlar, stadın çevresinde en ufak bir güvenlik önlemi alınmamış ve hiçbir olay yaşanmamış. Ne hoş! Erkekler de örnek alırlar umarım...* Tribünler gerçekten çok alımlı, cıvıl cıvıl, rengarenk gözüküyordu.Eksiler:* Taraftarlık eğer tezahürat ise kadınlar sınıfta kaldı doğal olarak. Stadın üstüne çöken vuvuzela’ya rahmet okutacak tiz ses, TV’den maçı izleyen herkesin başında bir ağrı yarattı. Sanıyorum, futbolcuların bile... Açıkçası ben bir daha buna tahammül edemem.* Çok kibar bir maç oynandı, öyle korakor ikili mücadele bile yaşanmadı. Alıştığımız futbol rekabeti yoktu sahada. Bunun kadınlarla bir ilgisi var mı merak ediyorum doğrusu...Bence,kadınlara her maçta özel bir tribün tahsis edilsin.Onların zarafeti stadyumun sert yapısını yumuşatıyor.Ancak 12. adam denilen itici tribün gücü erkekler olmadan olmuyor ne yazık ki...Kadın seyirci fikri etkileyici ama benim sevdiğim futbolu azaltan bir şey...Fenerbahçe, erkek seyirci olsa kazanır mıydı sizce?
İngilizlerin ünlü BBC televizyonunda bundan yıllar önce, Afrika’da yaşayan irice maymunlarla ilgili bir belgesel seyretmiştim...Babun denilen bu maymunların en büyük özellikleri çok meraklı olmalarıydı...Yıllar sonra Afrika’da çok yakından da gördüm onları...Capetown’da arabamın kapısını açacak kadar meraklı ve bu merakları yüzünden başlarını derde sokacak kadar cesurdular...Ama asıl özellikleri kurak arazilerdeki küçük su kaynaklarını bulabilmeleri..Su arayan zenciler önce bu babunları yakalıyor sonra o babunlar onları suya götürüyorlar.Babunları avlamanın da çok ilginç bir yöntemi var.***Babun yakalamak isteyen Afrikalı önce babunların olduğu yere geliyor. Orada babunlar onu fark edene kadar duruyor.Babunların dikkatini çekmeyi başardıktan sonra bir çukur kazmaya başlıyor adam.İçine bir yerden aldığı taşı koyuyor.Sonra kenara çekilip bekliyor.Babun adamın çukurun içine ne koyduğunu merak ediyor.Geliyor...Elini çukurun içine sokuyor... Taşı tutuyor...Taşı tutunca eli yumruk oluyor...Çukur dar olduğu için, elini açık olarak içine sokabildiği halde, yumruk halinde dışarı çıkartamıyor.Babunun yumruğu çukurun içinde kalıyor.Ve babun çok meraklı olduğu için taşı bırakıp elini çekmiyor...Mutlaka o taşı oradan çıkarıp bakmak istiyor...Adam da yavaş adımlarla gelip babunun boynuna ip bağlıyor, çukuru genişletip elini kurtarıyor ve biraz tuz yalatıyor babuna.Babun da bir süre sonra susayıp su kaynağına gidiyor.Maymunun ipini elinde tutan zenci de onun peşinden kaynağa gidiyor.Babunları yakalamak bu kadar basit...Taş yakalamaya çok istekliler çünkü...Ve başlarına bir dert geleceğini anlayamıyorlar...Onun için de başlarına çok dert geliyor...***Bazen yöneticilerin de böyle avlanabileceğinden endişe ediyorum.Bir çukurun içine ‘başarı, şöhret, liderlik” koyuyor biri, sonra da bir yönetici gelsin elini çukura soksun diye bekliyor.Politikacıların ihtirasları alevlendikçe taşı yakalamak isteyen merakları da çoğalıyor.Birçokları taşı yakalamak için koşup çukura elini sokuyor.Bazıları da ihtirası aklını geçmeye başlayan bu politikacıları çukura doğru itiyor:‘Git elini sok, taşı yakala’ diyor.Taşı yakalayınca kendilerinin de yakalanacaklarını bilmiyorlar.Babunların başı nasıl meraktan derde giriyorsa bazı politikacıların da başı ihtirastan dolayı derde giriyor.Kimin kendilerini hangi amaçla kullandığına aldırmadan her çukura ellerini sokuyorlar.Sonunda da ellerinde taş, boyunlarında bir tasma, içlerinde alev alev bir ihtirasla yürüyorlar...***Malatya’da kurulacak radar sistemi tartışılıyor günlerdir.Suriye ilişkileri zaten gergin...İsrail ile savaşın eşiğindeyiz... Güney Kıbrıs’la petrol gaz arama nedeniyle kriz çıkmak üzere...İran’la durumumuz hepten karışık...Ermenistan’la kapılar kapalı.AB’yle iyice mesafeliyiz.Ahmet Davutoğlu’nu izledim CNN Türk’te, ‘komşularla sıfır sorun anlayışımızda bir problem yok, sıfır problem derken komşu halklarıyla sıfır sorun bizim hedefimiz’ dedi...Gelinen noktaya bakınca bu açıklama bir tuhaf gözüküyor...***İnsan kendine sormadan edemiyor doğrusu, bizim dış politikamızı gerçekten sadece biz mi yönetiyoruz?Kendi isteğimizle mi bütün çevreye meydan okuyor, İsrail’i ve Kıbrıs’ı savaşla tehdit edip Akdeniz’e donanma gönderme hazırlığına giriyoruz?Yoksa biri bir çukur kazıp içine “bölge liderliğini” koydu da, biz tuttuğumuz taşı bırakamadığımız için mi çukurun başında kaldık?Gerçekten bunca dert, çatışma, savaş tehdidiyle bölge lideri mi oluyoruz?Yoksa birisi elimizden bırakamadığımız “liderlik hayaliyle” bizi avlamaya mı hazırlanıyor?
Dün Ahmet Altan’ın Taraf’daki yazısını okuyan, denizi seven, denizcilikle ve Osmanlı ile özel olarak ilgilenen, araştırmalar yapan bir dostum telefon etti sabah...Nasılsın demeden ‘babana anlatmanı istediğim bir hikaye var’ dedi...Hızlıca anlatmaya başladı...Hikayenin ortasına geldiğinde ben duyduklarımı yazmaya karar vermiştim bile...Dün Ahmet Altan siyasilerin Osmanlı’nın nesiyle övündüklerini merak ettiğini söylediği bir yazı yazdı.Osmanlı’nın yaratıcısı bol olmayan bir toplum olduğunu söylüyordu yazısında.Aslında yazının bütününde Osmanlı’nın övünülecek bir yenilik yaratamadığından bahsediyordu...Dostum da sabah yazıyı okumuş büyük bir heyecanla beni aramıştı...O da öyle düşünüyordu....Ve kendi düşündüğü gibi düşünen birine rastlamanın, o düşünceyle yazılmış bir yazı okumanın sevinciyle ‘bileseniz daha neler var’ diyordu...***Abdülaziz zamanında Osmanlılar dünyanın en büyük ikinci donanmasına sahipmiş.Ama bu muhteşem donanmayı Hümayun hiç sefere çıkmamış...Hep Haliç’te bağlı duruyormuş...Bir gün İngiliz donanması ziyarete gelmiş.İngiliz donamasını karşılamak için bizim donanma da Haliç’ten çıkmış.İki filo karşılaşmış.Osmanlı donanmasının amiral gemisi, geleneklere uyarak İngiliz donanmasının amiral gemisini selamlamak için hazırlanmış.Geminin kıç tarafındaki toplara barut doldurup ateşlemişler.Geminin kıçındaki toplar ateşlenince, yıllardır Haliç’te bağlı kala kala çürümüş olan bizim amiral gemisi, kıç tarafından beyaz dumanlar çıkara çıkara sulara gömülmeye başlamış.İngilizler hayretle kendilerini selamlayan geminin batışını izlemişler.Önce kendi gemilerinden birinin yanlışlıkla ateş edip Osmanlı gemisini vurduğunu sanmışlar.Sonra Osmanlı’nın kendilerini selamlayayım derken dengesini kaybedip battığını anlamışlar.Filikaları indirip bizim gemicilerle amirali denizden toparlamışlar.Sırıksıklam İngiliz gemisine çıkan bizim amirali İngiliz denizciler hiçbir şey olmamış gibi büyük bir ciddiyetle selamlamışlar.Bizim amiral de kıçındaki top patlayınca batan gemi kendisinin değilmiş gibi paçalarından sular akarak İngiliz gemicileri selamlamış.Ve biz, bir misafiri selamlamak isterken batan ilk geminin sahibi olarak dünya deniz tarihindeki mutena yerimizi kazanmışız...Hatta ‘topu attı’ lafı da buradan çıkmaymış...***Dostumla bu hikayenin üzerine uzun bir sohbet ettik...Kıçımızdaki topu patlattıkça burundan batma alışkanlığımızın hiç değişmediğinden bahsettik.Ve her defasında Osmanlı’nın amirali gibi battığımıza şaşıra şaşıra suçluyu arama huyumuzdan...Her defasında geminin battığı konusunda hemfikir oluşumuzdan ama kimin batırdığı konusunda rivayetlerin muhtelif oluşundan...Hayatlarımızın da öyle olduğundan...Tıpkı Osmanlı donanması gibi hiç kıpırdamadan, hep aynı yerde durduğumuz, sadece bununla hava attığımız için, günün birinde küçücük değişikliklerde korkudan öldüğümüzü, topu patlamaya cesareti yetenlerin ise yıllarca beklemenin çürümüşlüğüyle kısa sürede burundan battığını konuştuk...***Sonra ikimiz de aynı soruyu sorduk.“Biz Osmanlı’nın nesini beğeniyoruz gerçekten?” Şaşalı bir şekilde topu patlatıp şaşkınlık içinde batmasını mı?
Bir kaç iyi yazı okudum... Sonra tartışma bitti sanki...Başbakanın Arap Baharı turu sırasında yaptığı laiklik çağrısından bahsediyorum...Aslında dünyada neler oluyor onu anlamak için gerçekten etkileyici bir ipucu Erdoğan’ın Ortadoğu’da “laiklik ile Müslümanlık çelişmez” demesi...Yeni dünyayı dizayn eden ‘güç’ Ortadoğu’ya şekil verirken, ılımlı İslam’ın temsilcisi olan Türkiye’nin başbakanını lider olarak seçiyor...‘Ey Müslümanlar her şey günah değildir, içe kapanma dönemi bitti’ demek bu aslında...Yüzlerce yıllık inançların, alışkanlıkların, tabuların yıkıldığı; yeni bir dünyanın kurulduğu döneme tanıklık ediyoruz.Petrole sahip ülkelerin artık silah deposu, ‘terörist yuvası’ olmaktan çıktığı, dünyaya ve bilgiye açık toplumlar haline geleceği bir dönem bu...25 sene önce Sovyetler ve ABD arasındaki uzay yarışının başlaması dünyada yeni bir dönem başlatmıştı...Bugün olanlar da o yeni dünyanın ‘değişmeyen’ son parçasının da değişmesi işte...***Yıllardır süren uzay yarışı önce teknolojiyi geliştirdi, teknoloji insanların kullandığı aletleri değiştirdi... Değişen aletler de insanları değiştirdi...Uzay yarışı, savaşların kârlı olmasını bitirdi...Artık savaşın bittiği, barışın ve bilginin tartışmaya açık olmayacak kadar net bir biçimde kazandığı yeni bir yüzyıl bu.Savaş, insanların bugüne kadar keşfettiği en kârlı işti ama artık savaş kârlı değil, savaşmamak daha kârlı...Eskiden dünyadaki herkes düşmanken, şimdi düşman sandığını öldürdüğünde aslında senin malını alabilecek bir müşteriyi öldürüyorsun.Eğer Müslümanlığın katı ve radikal “yorumlarıyla” toplumlar yönetilirse, sen ürettiğin yeni malları onlara satamıyorsun.Teknolojinin ve bilginin geldiği noktada artık dünyaya kapalı bir toplum olarak yaşamak neredeyse imkânsız.Herkes bilgisayar, cep telefonu, iPad almalı ki...Başörtülü kadınlar jeeplere binmeli ki...Dünya ekonomisi canlansın, bütünleşsin ve yeni buluşların önü açılsın.Teknolojideki gelişmeleri okudukça bana dünyadaki gelişmeler tesadüf gibi gelmiyor...Ortadoğu’daki gelişmeler, halk ayaklanmaları durduk yerde başlamadı herhalde...Teknoloji, bütün ülkelerin aynı gelişme çarkının içinde bulunmasını zorunlu kılıyor.Dünyanın bütün ürettiklerini satmak için ihtiyaç duyduğu pazar, dünyanın bütünü...Bölge, ülke, toplum ayırt etmeden yeryüzünün her yeri...Para kazanacak ve harcayacak Müslümanlara ihtiyaç var artık dünyada...Yaşam biçiminin, hemen değişmese de ciddi biçimde esnemesi gerekiyor...Dinler ve kültürler arası ilişkilerin kabulü gerekiyor...Dine dayalı düşmanlıkların bitmesi gerekiyor.Dünyadaki ve Türkiye’deki tüm gelişmeleri ekonomi üzerinden okusanız hangi gelişmeye şaşırırsınız ki?Ordunun gücünün azalmasına mı, Tayyip Erdoğan’ın dünya lideri olma koşusuna mı, bunları hiç anlamayanların zavallı gibi gözükmesine mi?***Ama büyük resmi anlamak bu kadar kolayken, Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkan “ben laik bir devleti yönetiyorum” sözünü anlamak o kadar kolay gelmiyor bana...Çünkü bizim devlet sistemi içinde çalışmak için bile sadece Türk olman gerekmez bir de Müslüman olman gerekmektedir ya...Mesela cesur, mert, kahraman, yurtsever bir Türk vatandaşı eğer Katolik dinini kendine din olarak seçerse...Bu Katolik Türk vatandaşı, Türk ordusunda subay olabilir mi?Ya da bir Ermeni Türk vatandaşı vali tayin edilebilir mi?Bir Alevi Türk vatandaşı Diyanet İşleri’nde çalışabilir mi?Hepimiz biliyoruz ki, bunların cevapları hayır...Peki hani Türkiye laikti?Laiklik tartışması yapılan sohbetlerde çok sık rastladığım bir konudur başbakanın dediği, “bireyler laik olmaz, devlet laik olur.”Eğer bir grup Türk vatandaşı “Türkiye laik olmasın burada şeriat kuralım” derse bu, Türk devletinin laikliğini bozmaz.Ama Türk devleti fiilen dine müdahale ederse devletin ‘laikliği’ bozulur.Ama Tayyip Erdoğan gerçekten laik bir devlet mi yönetiyor bilmiyorum doğrusu.Türk vatandaşları her türlü inanç sahibi olmakta ve düşündüklerini söylemekte özgür mü?Hala çok fazla değil...Dini ne olursa olsun istediği yerde çalışabilir mi?Devlet laikse Diyanet İşleri Başkanlığı neden hala var?Belli değil...***Yani Tayyip Erdoğan’ın Arap Baharı ülkelerinde yaptığı laiklik konuşması dünyanın yeni şekli için çok “doğru” bir cümleyken, birbirimizi uzun zamandır tanıyan bizler için kendi ülkemizde kocaman bir yalana dönüşüyor...
‘Sevgili Sanem Altan, 15 Eylül Hrant Dink’in doğumgünü.Yaşasaydı, 57 yaşına basacaktı. 19 Ocak 2007’de bebeklerden katil yaratan o karanlık onu aramızdan almasaydı, muhtemelen Perşembe akşamı torunları, ailesi ve dostlarıyla birlikte, ülkenin içinde bulunduğu kötü ve acımasız günlere lanet ederek rakısını yudumlayacaktı.İzin vermediler. 19 Eylül Pazartesi günü, katillerinin yargılandığı davanın yeni bir duruşması var, artık sayısını anımsamadığımız, bir arpa boyu yol alınamayan duruşmalardan biri daha.Bizler, sizin de dahil olduğunuz Hrant’ın Arkadaşlari, 56 aydır mücadelemizi sürdürmeye devam ediyoruz.56 aydır çeşitli zamanlarda çeşitli isteklerimiz oldu sizlerden.Bu kez, köşenizi istiyoruz.Sesimizi, sözümüzü, Hrant Dink’in sözünü bir kez daha duyurmak için, köşenize bir günlüğüne talibiz. Ekte göreceğiniz mektubu, hepimiz adına, sizin de adınıza Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yazdık, 56 aydır söylediklerimizi bir kez daha yineledik.Bunu bir eylem biçimi haline getirelim istedik, 15-19 Eylül günleri arasında, bu mektubu olabildiğince çok köşede, olabildiğince çok Hrant’in Arkadasi tarafından dillendirilmesini arzu ediyoruz. Köşeleriniz işgal etmek istiyoruz, bir günlüğüne köşenizde bu mektubu yayınlamanızı istiyoruz.Yaratılan karanlığa karsı, sesimize ses katmanıza ihtiyacımız var. Şimdiden teşekkürlerimizle, Hrant’ın Arkadaşları’***Bu mail üzerine yeni bir satır bile yazmaya gerek duymadan işte o mektup...***‘Sayın Başbakan ,Arkadaşımız Hrant Dink’i öldürdüler. Beşinci yılına yaklaşan adalet arayışımız kadük kalmıştır.Dilekçe verdiğimiz topyekun devlet, kendini katile yakın gördü.Zaten ; katil, polis, bayrak ve muzaffer gülümseme kahramanlık posterinde poz vermişti .Bir türlü ilamını malum edemediğiniz o kalabalık güruh, elbirliği ile kıstırmışlar, hain pusuda kurşun sıkmışlar, kaçmışlar, saklanmışlardı Şikayetçiyiz.“Namus Sözümdür Adalet” diye ölü evinde ant içtiğiniz halde, Hrant Dink’i işaret parmağıyla gösterip “bunu” diyen yardımcınızı “Meclis Başkanı”, resmi makamda, adamları resmen “yakarız canını bak” diyen valinizi “Vekil”, emanet edilen canı kollamayan, kötüler in işini kolaylaştıran Emniyet Müdürü’nüzü “Vali”, 17 yaşındaki O.S.’yi kocaman “Ogün Samast” ettiniz . Kan adaletle susar, şikayetçiyiz.İsim verdik soruşturun diye, İçişleri Bakanı’nız olmaz onlar bizim çocuklar dedi.Dışişleri Bakanı’nız AİHM savunmasında bu toprakların yiğit evladına “Nazi” dedi. Çevik kuvvetleriniz Rakel Dink önlerinden geçerken katillere yazılan methiye türkülerini mırıldanarak Beşiktaş Adliyesi ’nde koro yapıverdiler .Katillerimizi adalet evine getiren Jandarma , cezaevi aracına “Ya sev ya terk et” diye yapıştırma asmıştı . Sayın Başbakan, nedir daha derine inmeyi engelleyen o büyük kasabanın sırrı”? Nedir sözünüzü tutmanıza mani olan?Azınlıklar dan gasp edilenin birazını geri vermeniz sebebiyle seslendirdiğiniz nutukta “Bu ülkede hiç kimse ruh tedirginliğ iyle yaşamayacak artık.” diyordunuz Hrant’ın veda mektubuna atfen.İnanın tedirginliğimiz her zamankinden büyüktür.Sayın Başbakan, mala gelenin telafisi bulunur Cana gelene de davranınız.O Anadolu Toprağı’ndan Hrant Dink’in payına bir metre kare toprak düştü; mezarıdır!Kamera denilen vaka-ü nüvis silinmiş, bize kalan azıcık 19 Ocak 2007 seyirliğinde 5 kişi saydık Hrant’a pusu kuranlardan.Kim bunlar Sayın Başbakan?Görüneni, görünmeyeni, katillerimizi istiyoruz, adalet olsun, hak hakim olsun diye. Bizim hakkımız bizde saklı duruyor, helalleşmekten başka çarenin kalmadığı savaş yorgunu memleketimizde.Suallerimiz cevapsız... Adalet nöbetçisi “Hepimiz Hrant’ız” diyen yüzbinlerin eli hâlâ vicdanında...Cevaplarımızı almadan susmayacağız, sormaya devam edeceğiz.Hrant için, Adalet için.Hrant’ın Arkadaşları’
Çinli erkekler küçük ayaklı kadınları seviyor... Zevkleri ve gelenekleri Doğu ülkelerinde erkekler yarattığından, ne yapsın Çinli kadınlar da küçük ayaklı olmak için uğraşıp durmuşlar...Yüzyıllarca Çinli kızlar büyürken ayaklarından bir numara küçük ayakkabı giydirilirmiş onlara.Çinli kadınların yaralı kuş gibi pıtı pıtı yürümeleri bir numara küçük ayakkabıların içinde şıkışıp sakatlanan ve büyümeyen ayaklarından dolayı anlayacağınız...Daha da tuhafı günün birinde kadın ayaklarını sakatlamanın manasız olduğunu keşfeden Çinli erkekler ‘kanun zoruyla’ küçük ayakkabı giymeyi yasaklamış...Türkiye’ye baktıkça o Çinli kadınlar aklıma geliyor...Kadınıyla erkeğiyle Çinli kadınlardan bile kötü durumdayız.Bizim ayaklarımız değil ama beyinlerimiz dar kalıplar içine sıkıştırılıp sakatlanmış...Gelişmesi engellenmiş...Daha çocukluktan itibaren hepimizin düşünmesi yasalarla, geleneklerle yasaklanmış...Onun içindir ki çok fazla büyük bir yaratıcı çıkmadı aramızdan...Onun içindir ki merak etmeyi hiçbir zaman öğrenemedik...Ne Osmanlıların döneminde, ne Atatürk döneminde, ne İsmet Paşa, ne Demokrat Parti, ne Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, ne ANAP, ne DYP, ne ötekiler, ne de AK Parti zamanında biz gerçekten demokrasi içinde tam anlamıyla özgür yaşamadık...Hak ettiğimiz hukukla yaşamadık...Bizler, gerçekten kendi toprakları üzerinde demokrasi içinde özgürce yaşamak ne demek bilmiyoruz...Bu sevinci hiç tadamadık...Özgürlük kırıntılarıyla idare ettik...Dar kalıplar içinde sakatlanmış, gelişememiş beyinlerle yaşamayı normal kabul ediyoruz biz...Tek istediğimiz biraz para...Ama para için bile mücadele etmiyoruz...Para mücadelesi yapsaydık mücadelenin önünü kesen yasaklarla dövüşürdük...Ülkeye gerçek demokrasi gelmesi için uğraşırdık, uğraşanları da hain zannetmezdik...Ama her dönem hainler de değişiyor...Şu sıra kimilerine göre Deniz Feneri, Mavi Marmara gemisi, füze kalkanı kabulü meselelerini merak edenler hain...Kimilerine göre Ahmet Şık’ı Soner Yalçın’ı ‘masum’ görmeyenler...Sakat Çinli kadınların ayakları gibi sanki beyinlerimiz...Yaratmayı, düşünmeyi, gelişmeyi bırakmış sadece birilerinin bize ‘para vermesini’ istiyoruz...Vermezlerse de ağlayıp yakınıyoruz...Sadece para için ağlarken ortak bir “tepki” gösteriyor insanlar sanki...Ne ortak şekilde Deniz Fenerindeki ‘karışıklığı’ merak edip sorguluyoruz, ne hep beraber tüm iddianamelerdeki aksaklıkları...Merak duygumuz iğdiş edilmiş.Mesela üç sene önce tam bu vakitler, 2008 yılı eylül ayında Deniz Feneri’nin ilk kez Almanya’da patladığı günlerde, Alman yargıç, ‘Bu benim tanık olduğum en büyük bağış dolandırıcılığıdır’ demişti...Bu cümleyi unutmak çok kolay değil...İnsanın istemese de aklına takılıyor...Hukukun saat gibi işlediği bir memlekette yargıcın biri bunu kolayından söyleyemez diyor insan çünkü...Ama bu cümle bile hepimizi ortak bir duyguyla meraklandırmıyor...Deniz Feneri davasının Alman savcısı diyor ki “failler Türkiye’de!”Başbakanın medyaya karşı başlattığı en büyük savaşın nedeni Deniz Feneri... Bu bile medyayı bir ortaklık içine sokmaya yetmiyor...Bizi sakatladılar, beynimizi hapsettikleri dar kalıplar içinde merak duygumuzu söndürdüler...Öyle olmasa Deniz Feneri meselesi tek gazetenin peşinde koştuğu bir konu olur muydu?
10 Haziran’da, Sincan Kadın Kapalı Cezaevi J3 Koğuşu’nda yatan Naciye Yavuz’dan bir mektup almış, bunu da yayınlamıştım...“Polis sorgusunda işkence ile öldürülen Engin Ceber’in, Yürüyüş dergisi dağıttığı için tutuklandığını hatırlarsınız.O Yürüyüş dergisinde çalışıyormuş Naciye de, 20 Aralık 2010’da dergiye baskın yapıp tutuklamışlar.Tekme tokat, yerlerde sürükleyerek kelepçeleyip götürmüşler.” diye anlatmıştım onu size...“5 aydır tecritteyiz. Basın, özgürlükleri sadece Mustafa Balbay, Ahmet Şık üzerinden görüyor. Ama sadece onlar yok. Biz de varız. Çok daha beter uygulamalara maruz kalıyoruz. 11 yıldır bu ülkenin hapishanelerinde tecrit var. İlk defa Ahmet Şık’ın basılmamış kitabı yasaklanmıyor. Defalarca matbaa kapılarında dergilerimize el konuldu.Sanem Hanım insanlıktan, hukuktan uzak, neyle suçlandığımızı bilmeden tecritteyiz. Sizden tecrit denen işkenceyi köşenizde duyurmanızı istiyorum.” demişti mektubunda.Naciye’den yeni mektup geldi...***Teşekkür ediyor mektubunu yayınladığım için...İnsanı içini burkan bir teşekkür bu...Sadece “rica ederim” diyip geçebileceğiniz bir teşekkür değil...“O ay gazeteyi takip edemediğim için yazınızı göremedim ama mektubumu yayınlamanızdan sonra gelen mektuplardan haberim oldu. Hiç tanımadığım iki insandan mektup aldım. Tecritte mektup insanın en iyi dostudur. Çok teşekkür ederim Sanem Hanım” demiş Naciye.Ve şöyle devam etmiş: “Gerçi fiziken burada yalnız olsak da ruhen yalnız değiliz. Çünkü umutluyuz. Yapıştırdığım resme bakın işte odur umut. (Naciye, bir gün batımının denize vurduğu parlak ışıklarının üzerinde uçan martıların olduğu bir fotoğraf yapıştırmış mektubuna).Bu resmin kağıda yapışması ise direniştir. Verilmeyen, sakıncalı görülen yapıştırıcıya karşı pirinç pilavından ve şeker karışımından yapıştırıcı yapmak direniş değil midir sizce de? Evet kendi yapıştırıcımızı kendimiz yapıyoruz. Çünkü kırtasiyede satılan hiçbir şeyi almaya hakkımız yok. Kitap okuma hakkımızın olmadığı gibi... Bunu size yazmıştım ama dışarıda satılan kitapları burada yasak listesine koyup vermiyorlar. 2011 yılında Yay yayınlarından çıkan Çimento isimli kitabı getirdi arkadaşlarım vermediler. Kitap 1968 yılında toplatılmış çünkü. Ama 2011 yılında yine basılmış. TV kanallarını kendimiz seçemiyoruz... Bürokrasi ağır ve yavaş...Her işimiz çok zor hallediliyor.”***Siz bunları okuduğunuzda ne hissettiniz bilmiyorum...Ben bir kaç defa üst üstte okuduğum bu satırlara gözlerim her değdiğinde hep aynı şeyi hissettim...İnsanı nefessiz bırakacak bir acı...Bir insanı suçlu bularak ya da bizim ülkemizde olduğu gibi “ya suçluysa” ya da “dur bakalım bu suçlu olabilir hatta suçlu değilse de yatar biraz çıkar işte” diyerek insanları koydukları hapishanelerde insanlara neler yapılıyor?Bir insanı özgürlüğünden mahrum etmek “idam” dışında zaten insanlığın bulabildiği en ağır ceza değil mi?Özgürlüğünü kaybetmek büyük bir acı değil mi?Ama bu ülkenin yöneticilerine bu kadarı kafi gelmiyor.Kendisi büyük bir ceza olan hapishanenin içinde başka cezalar da uyguluyorlar.Kitapları yasaklıyorlar, insanların anadillerinde konuşmalarını yasaklıyorlar, televizyonları yasaklıyorlar, “yapıştırıcıları” yasaklıyorlar.Hukuki bir cezanın uygulandığı yerler olması gereken hapishaneleri, mahkumlardan ve tutuklulardan intikam aldıkları bir zulümhaneye çeviriyorlar.Bu da yetmiyor, onları bir de tecritlere koyuyorlar.***Naciye’nin “Tecrit’i anlatayım size. Sizin dışınızda sadece 2 kişi ve 5 kitap var. Kağıt ve kalem serbest. Onun dışında her şey yasak. Haftada 1 saat görüşe çıkıyorsunuz, aynı hücrede kaldığınız arkadaşınızla aynı saatte aynı yerde görüşe çıkıyorsunuz, onun eşine, dostuna, annesine ‘Merhaba, hoşçakal’ diyemiyorsunuz. Kitapçılarda satışı serbest olduğu halde burada yasak listesinde olan kitaplar var. İşin tuhaf yanı, bu kitaplar, mesela Komünist Manifesto, bazı hapishanelerde yasak bazılarında değil.” dediği satırları daha önce yazmıştım.Nedir hapishanelerdeki bu korkunç baskı?Neden sadece hapishaneye koymak yetmiyor yöneticilere, neden daha fazla, daha fazla acı çektirmek istiyorlar?Nedir bu keyfilik?Niye her hapishane müdürü o hapishanenin kralı, niye her müdürün kendine göre cezaları ve yasakları var?Resmi amacı “suçluları ıslah etmek” olan bu hapishanelerde yatanlara böyle nefretle, hukuka aldırmadan, zorbaca ve keyfice davranmak “ıslah etmek” mi oluyor yoksa yöneticilerin gizli öfkelerini tatmin etmek mi?Hapishanelerde insanlar yatıyor.Onlar “insanca” davranılmayı hak ediyor.Zaten cezalandırıyorsunuz hapishaneye koyarak, bir de neden insanlık dışı uygulamalarla işkence ediyorsunuz?Hapishanelerden çığlıklar yükseliyor.***Başbakan’ın, Adalet Bakanı’nın vicdanlarına kadar ulaşamıyor mu o sesler?Yoksa o vicdanlar, çaresizlerin çığlıklarını duymayacak kadar sağırlaşmış mı?“Yukarılara” sesleniyorum, vicdanlı biri yok mu oralarda?Yok mu bu çığlıları duyacak biri?
Yazın yakıcı aydınlığı, imparatorluğunun son günlerini yaşıyor...Sabah ve akşam saatlerinde sonbaharın billur ışıkları eylülün kıvamlı aydınlığının içinesızıyor.İnsanı üşütmese de ürperten bir serinlik var artık...Işıklar değişti...Sonra kokular...Yakan güneşe rağmen sonbaharın ilk habercisi kaldırım kenarlarında sürüklenmeye başlayan sararmış yapraklar, mevsimlerin de değiştiğini söylüyor...Sonbahar, hiçbir derdi olmadığı halde içi sıkılan kadın gibi...Beklenmedik şeyler yapıyor...Bir bakıyorsunuz gökyüzü balya balya bulutlarla kapanıyor, gri bir renk basıyor kenti...Bir sağanak patlayacak gibi oluyor...Kuruyup kavrulmuş yapraklar savruluyor rüzgarda...Sonra hiçbir şey olmamış gibi bunaltıcı bir yaz sıcağı geliyor...Ardından akşam yeniden ıslak bir karanlık dolaşıyor sokaklarda...Bir süre daha sıcaklar devam edecek...Yaz bitmedi, bitmeyecek sanacağız...Sonra tek tük yağmurlar, serin rüzgarlar... Derken sağanaklar...Kazaklar çıkacak dolaplardan, ceketler, yağmurluklar...Çoraplar giyilecek...Mevsimin ne olduğunu anlamadığımız, ne giyeceğimize karar veremediğimiz, sıcak mı soğuk mu olduğunu bilemediğimiz günler geliyor...Sonbahar mevsimlerin en kişiliklisi...Kafası karışık ama kendinden en ödün vermeyeni...‘Ben böyleyim’ diyor... ‘Canınız isterse...’Sonbaharı sırf bu yüzden daha fazla seviyorum...Fark ettiniz mi... Göçmen kuş sürüleri birden çoğalıverdi gökyüzünde...Döne döne uçarak saydam bir maviliğin içinde şekilden şekile giriyorlar...Üçgenler yapıyorlar,daireler çiziyorlar, pikeye geçiyorlar, göğe yükseliyorlar, bir ok biçimini alıyorlar...Ve gidiyorlar...Bir sonbahara daha giriyoruz...Sarı kızıl kahverenginin mevsimi...Hep söylerler ya daha kaç sonbaharımız kaldı acaba diye düşündüren mevsim işte...Kaç sonbaharı istediğimiz gibi yaşadık acaba?Belki de hiçbirimiz istediğimiz gibi yaşayamadık hiçbir sonbaharı, hayatı...Hep ‘bir daha ki sefere’ dedik...Hep erteleyerek yaşadık...Niye ertelediğimizi bilmeden, ertelemenin aptalca olduğunu bilerek hatta hiçbir zaman o ertelediğimizi gerçekleştireceğimiz zamanın gelmeyeceğini bilerek...Bir pişmanlık etimize deyip yakacak bizi belki de bu sonbahar...Keşke diyeceğiz keşke ertelemeseydik...Hep çok geç oluyor çünkü...Hayat sunduğunu yaşamayanı, korkanı affetmiyor...‘Hadi şimdi hazırım, o verdiğini yine ver’ dediğimizde ‘artık çok geç’ diyor...Sonbahar, bir çölün ortasında duran koca bir gemi gibi hiçbir yere gitmeden anlamsızca eskidiğimizi hatırlatıyor bize...Nedenini bilmiyorum...Ama gerçekten sonbaharı bir deniz kenarında geçirseniz bile, kokusundan mıdır, renginden midir bilmem, çocukluğunuzdan kalma eski bir şarkıya yakalandığınızda mesela aniden radyoda, bütün duygulardan soyunup en alttan hüzün çıkıyor...Kaybettiklerimizden, yapamadıklarımızdan, yapıp bir daha tekrarlayamadıklarımızdan, unuttuklarımızdan, unutamadıklarımızdan arta kalan bir hüzün...Sonbaharın ışıkları büyütüyor o hüznümüzü...Yaşam durgun, sarkık, boğucu geliyor birden...Hayat ölümcül bir tekdüzelikte gözüküyor...Ne bir aşk acısı, ne bir şiir sevinci, ne kahredici bir öfke var etrafta...Sonbaharı çok seven bir arkadaşım ‘bu hüznün beni acıtmasını çok seviyorum’ dedi geçen gün, ben ona bunları anlatırken...Ben bu hüznün beni acıtmasını sevmiyorum...Ben bu hüznün beni değiştirmesini seviyorum...Her yıl sorularla, hesaplaşmalarla, kendi içime ve hayata bakarak, hem aynı kalıp hem değişerek sonbahardan geçmeyi seviyorum.Işıklar değişiyor, ben değişiyorum.Hüzün, yumuşak tüylü bir kedi gibi kıvrılıyor o vakit yanıma.