Bu pazar için bambaşka bir yazı akımdan geçiyordu ama iki gündür başbakanın medya üst düzey yöneticileriyle buluştuğu toplantının izlenimlerini okudukça o yazıyı erteleyip bu yazıyı yazmaya karar verdim...Taraf Gazetesi’nde Yasemin Çongar’ı, Radikal’den de Eyüp Can’ı okumadıysanız, okumanızı öneririm.Toplantının incelikli yerlerini çok iyi anlatmışlardı...Onların yazılarını okurken o gün uzun masada çekilmiş toplu fotoğrafı da karşıma koydum...Orada olanları, konuşulanları, sesleri, sessizlikleri duymaya çalıştım...Onlar sayesinde bunu başardım da...Yasemin Çongar şöyle anlatmış:‘Upuzun bir masa, bir ucunda oturunca diğer uçtakilerin yüzünü ancak hayal meyal seçebiliyorsunuz. Odaya sarı renk hakim, sonbahar sarısı değil ampul sarısı, içeriye gün sızmıyor. Gazeteciler,televizyoncular, patronlar, yöneticiler masada yanyana dizilmiş, hakim renkleri lacivert.Toplantıda barış adına, barışın dilini kurmak ve kullanmak adına, kanı durdurmanın yolunu bulmakta medyanın neler yapabileceğini tartışmak adına yeni, yapıcı, yaratıcı bir fikir ortaya atıldı mı? Hayır...Ama böyle toplantıların her şeye rağmen bir yararı var. Hükümet yetkilileri ve gazeteci milleti ne zaman “medya” konusunu görüşmek için biraraya gelseler, gazeteci milleti aynaya bakıyor aslında; hükümet değil ama medya hakkında, yani kendisi hakkında yeni baştan fikir ediniyor.Öyle oldu, Başbakan’ın “halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme görevi ile PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi” yönündeki tavsiyesinden ziyade, gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdım ben.Medyayı daha da “tektipleştirecek” yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesinde, insanın nefesini kesen bir şey vardı hakikaten.Belki de oksijen azlığı havalandırmanın yetersizliğinden değil, “Şu Karayılan röportajlarını yasaklamamız gerekmez mi” ve “Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz” türünden sorular sormayı kendisine reva görebilen meslektaşlarımızın toplantıda “yeter sayı”ya ulaşmasındandı.Gazeteci milleti olarak aynada pek güzel görünmüyorduk velhâsıl.Bu yazdığımı, asıl muhatapları üzerlerine alınmayacaktır haliyle; istisnalar da darılmasınlar, herkes kendini biliyor.‘Yasemin’in yazısını okuyunca nasıl bunaltıcı bir medyaya sahip olduğumuz iyice canlanıyor insanın gözünde sanki.Öyle değil mi? ***Ardından Eyüp Can’ı okudum...Diyordu ki ‘başbakanın ısrarla bu toplantının amacı ne sansür, ne medyaya müdahale demesine rağmen bazı arkadaşların her konuda başbakanı bir onay makamına dönüştürme çabası...Allah aşkına söyler misiniz, bir gazeteci terör olayları sırasında yayın akışı kesip kesmemeyi, hangi fotoğrafı nasıl kullanacağını, kanalına kimi çıkarıp çıkarmayacağını, son dakika anonsunu ekranda kaç dakika tutacağını neden başbakana sorar?Maalesef soruldu...‘Kandil’e röportaj yapmaya gitti, Kürt sorunu ile ilgili kitap yazdı’ diye bir meslektaşını başbakana şikayet edenler bile oldu.’***İki yazının ortak duygusundan anlıyoruz ki gazeteci denilen bir grup kendi kendini sansürlemede gönüllü...Hükümetten çok kendilerinin bunu istemesi insanın içini bulandırıyor doğrusu...Hatta aralarında Hasan Cemal gibi efsane bir ismi şikayet edenler bile var.Şikayet etmek...Medyanın üst düzey patron ve yönetici grubu...Uzun masadaki fotoğrafa bakmaya devam ediyorum bunları yazarken.Aklımdan da Fransız bir seyyahın yaşadığı bir hikaye geçiyor.***Afrika turuna çıkan Fransız seyyah dolaştığı ormanın içinde bir kabileye rastlar.Kabileyle birlikte yaşayan bir de İngiliz misyoner vardır.Biraz konuşurlar, çevreyi dolaşırlar...Sonra akşam olur...Kabile üyeleri bir ateş yakarlar, yakaladıkları hayvanları pişirmeye başlarlar sırayla...Çadırından çıkan Fransız seyyah İngiliz misyonerin ateşin kenarında bir yerde smokiniyle ciddi bir törendeymiş gibi oturduğunu görür...Seyyahın da yanında, büyük şehirlerden birinde sömürgeci beyazların kulüplerine giderken belki giymek gerekir diye bir smokini vardır..Çadırına geri dönüp onu giyer...Ateşin başında iki smokinli adam karşılıklı oturup parçalanmış etleri yemeye koyulurlar.Fransız seyyah dayanamayıp sorar:‘Siz hep smokin mi giyersiniz?’‘Evet her akşam.’‘Neden?’İngiliz misyoner gülümseyerek cevap verir: ‘Smokin giymezsem bu zenciler beni yer. Beni böyle smokinli görünce bunda bir güç olduğunu sanıyorlar.’***Bir medya mensubu olarak orada yaşananları okuyunca, gidip bir smokin giymek istiyor canım.Bunlar insanı yer çünkü.
Geçen gün Milliyet Gazetesi’nde Meral Tamer yazmıştı: ‘80’li yılların başlarında Turgut Özal iktidara geldiğinde İstanbullu iş çevreleri 5 hatta 5.5 gün çalışırlardı. Büyük patronların en büyüğünü bile cuma akşamı saat 17.00’de, hatta cumartesi sabahı işyerinde bulurdum. Bir süre sonra cumartesileri çalışmaz oldular. Aradan birkaç yıl daha geçti; özellikle 2. kuşak patronları, cuma günü öğleden sonraları ara ki bulasın! Sonra bir baktık ki 2. kuşak patronlar, cuma sabahları da iş yerlerine uğramaz olmuşlar. Sonra bir baktım ki pazartesileri de hafta başı olmaktan çıkmış. Şansınız varsa pazartesi öğleden sonra buluyorsunuz aradığınızı, şansınız yoksa salıya mutlaka! Bakın haklarını yemeyeyim; salı sabahı herkes işinin başında. Zaten farkındaysanız nicedir iş toplantıları da üç güne yığılıyor: Salı-çarşamba-perşembe.’Bütün bu cümleler, geçen gün Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın gün ışıdıktan bir saat sonra işe başlama ve cumartesileri yarım gün çalışma önerisi yaptıktan sonra bu olabilir mi diye düşünmeye başladım diye dikkatimi çekti... Siz ne düşünüyorsunuz, bu olabilecek birşey mi sizce?Küresel ısınmaya karşı ne kadar daha az enerji tüketirsek, o kadar iyi değil mi?Yoksa cumartesileri çalışmak... Düşünmesi bile sıkıcı mı?Bir taraftan da zaten birçok sektör cumartesi çalışıyor hatta tam gün çalışıyor...Sanırım bakanın önerisi sadece kamu çalışanlarını ilgilendiriyor aslında...Ben bu öneriyi enerji tasarrufu ve hepimizin geleceği için destekliyorum doğrusu...****Güney Kutbu’na ayak basışın 100. YılıDoğa ile ilgili haberleri hep biraz daha fazla ilgiyle okurum.Buzullar eriyor...Güney Kutbu tekrar keşfedildi...Küresel ısınma dünyayı tehdit ediyor...Gibi başlıklar her zaman ilgimi çeker...Bu yıl insanoğlu’nun Güney Kutbu’na ayak basışının 100. yıldönümü kutlanıyor.Güney Kutbu’nu Kuzey Kutbu kendisinden önce keşfedildiği için o zaman ben de güneye gideyim diyerek keşfeden, Antartika’ya ilk ayak basan Norveçli kaşif Roald Amundsen bundan yüz sene önce üç arkadaşıyla 54 günde bunu başarmış.20 Ekim 1911 tarihinde yola çıkmış 14 Aralık 1911 tarihinde kutup noktasına varmış.Geçtiğimiz yıl da yine Norveçli kaşif Christian Eide bu 100. yıl anısına, Amundsen’in izlediği rotayı takip ederek, Güney Kutbu’na tek başına, destek almaksızın, 24 günde dünya rekoru kırarak ulaşmış.24 gün 1 saat 13 dakika...Bir önceki rekor 39 gün 7 saat 49 dakikaymış...İşte Amudesen’in izlerini takip ederek dünya rekoru kıran Christian Eide dün Türkiye’ye geldi.100. yıl anısına, Londra Natural History Museum tarafından İstanbul ve Washington’da iki sergi açıldı bu sene...İşte,hem Güney Kutbu’na ayak basılışının 100. yılı nedeniyle, hem de Londra Natural History Museum’un, İstanbul’da açılan “Ice Station Antarctica” sergisi için, bilim insanlarının son derece zor doğa koşulları altında yaptıkları çalışmaları anlatmak, iklim değişikliklerinin dünyayı nasıl etkilediğine dikkat çekmek için burada olan Eide, merak ediyorum gerçekten dikkatimizi çekebilecek mi acaba?Bu arada, “Ice Station Antarctica” sergisi, Antarktika’nın gizemli doğasını canlı yaşatarak, çocuklara ve gençlere yeni bir keşif alanı sunuyor.2 Ocak’a kadar İstanbul’da sergi...Eide’ı merak etmesek bile belki sergi ilgimizi çeker...****Köprü Kirişleri Çürüyor...İstanbullular’ı yakından ilgilendiren çok önemli ama kimselerin pek aldırmadığı bir haber oldu bu:Köprü viyadüğünden bir beton parçası düştü...Ortaköy Viyadüğü’nden beton parçaları düştü...1. köprünün acilen bakıma alınması gerektiğini söylüyor uzmanlar.Bu, bir felaketin yaşanmasına az kaldığının göstergesi diyorlar.Ve hâlâ çok sakin oturuyoruz...Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tezcan, “Bu viyadüğün kirişleri hastalanmış. Bu kirişler ‘Çürüdüm, tedaviye ihtiyacım var’ diye bas bas bağırıyor” Bir an önce köprünün kirişlerinin bakıma alınması, tedavisinin yapılması gerekiyor, Ortaköy Viyadüğü’ndeki kirişler korozyona uğramış. Bu nedenle betonu çatlamış ve dökülüyor. 40 yıldan beridir bu kirişlerin bakımı yapılmamış.” diye anlatmış olanları...Ve hala çok sakin oturuyoruz...İki köprünün günlük kapasitesi 250 bin araçken günde 550 bin araç geçiyormuş köprülerden...Kara yolları Genel Müdürlüğü ve bağlı olduğu bakanlık neden hala köprü kirişlerinde bakıma başlamadı merak ediyorum?Bir de bu çok sakin oluşumuzvar ya...Onun nedenini çok merak ediyorum...
Dün televizyonun başında İsrail ve Hamas arasındaki esir takasını en iyi anlatacak ya da görüntüleri en iyi verecek kanalı bulmak için uğraşıyordum...Çünkü günlerdir Hamas tarafından beş yıldır esir tutulan İsrailli asker Gilad Shalid’i düşünüyorum.Onu ve onu beş yıldır bekleyen ailesini görmek istiyordum.Henüz 20 yaşında esir düşen, beş yıldır esir tutulan Gilad’ı, özellikle çok genç olması nedeniyle aklımdan çıkaramıyorum.Henüz 25 yaşında...Beş yıldır Hamas’ın elinde esir...Ailesi bu beş yıl boyunca onun bir kez bile sesini duymamış, ondan mektup almamış, sadece bir kez Hamas onun yaşadığına dair kanıt olarak bir kaset yayınlamış...İsrail, Gilad Shalid’e karşılık 1027 Filistinli esir serbest bırakıyor şimdi.Bunun Ortadoğu’da ne manaya geldiğini uzmanlar önümüzdeki günlerde bol bol yazacaklardır.Benim daha çok ilgilendiğim, genç ama çok genç insanların, onları ilgilendirmeyen başkalarının savaşlarında ölmeleri, esir düşmeleri, hayatlarını, hayatlarının sonuna kadar etkileyecek travmalarla yaşamak zorunda kalmaları.Gilad’ın neler yaşadığını, nasıl korktuğunu, nasıl özlediğini, ne hayaller kurduğunu bilebilmemiz çok zor belki ama tahmin etmemiz hiç de zor değil...Merak ediyorum, bu beş yıl boyunca gençliğine devam edebilmiş midir Gilad?Esir olduğunu unutup, onu esir alanlarla sohbet edip kahkaha atmış mıdır?Esir düştüğünde bir sevgilisi varsa onun yokluğunda neler yaptığını düşünüp kıskanarak endişelenmiş midir?Esir düştüğü savaş hakkında ne düşünmüştür?Oradan kurtulup ordusunun generali olmayı istemiş midir?Hayaller kurabilmiş midir gerçekten?Gençlik sınırsızca hayal kurmaktır çünkü...Yeteneklerimizin, gücümüzün henüz hiçbir sınavdan geçmediği, kişisel sınırlarımızın belirlenmediği bu dönemde hiç engel tanımadan hayal kurarız.Gençken çoğumuzun büyük hayalleri vardır... Başbakan oluruz, dünya çapında bir bilim adamı oluruz, çok zengin oluruz...Ne hayal kurmuştur Gilad acaba?Gencecik yaşında bu zorlu döneme dayanarak kendi sınırlarını, kendi gücünü sınamak zorunda kaldığı bir dönemde gençlik hayalleri kurabilmiş midir?Yoksa yaşadıkları onu hayal kurmaktan çok uzaklaştırmış mıdır?İnternette dolanırken orduya dönmeyeceğini hatta İsrail devletine bu beş yıl içinde yetersiz kaldıkları, hatta bilerek bu işi çözmeyi geciktirdikleri için dava açacağını okudum...İsrail sanırım bu konuda gerçekten Hamas’a taviz vermemek için yavaş ve aldırmaz davrandı.Ama şimdi Gilad karşılığında “terörist” dedikleri 1027 Filistinli esiri bıraktı...İsrail Başbakanı Netanyahu televizyona acıklı bir konuşma yaptı halkına.‘Gilad’ı ailesine kavuşturmak çok önemliydi ama bedeli ağır oldu’ dedi...‘Teröre karışmış Filistinlileri bırakmak ağır geldi ama bu fırsat bir daha olmayabilirdi’ dedi...Ben tüm duygusallığına rağmen barış için bir adım atmanın yüzündeki gururunu gördüm.Dün gazetelerde ETA’nın silah bırakmayı kabul ettiğini ve barış sürecinin başladığını da okudum...Bütün bunlar, küçük işaretler belki ama bana büyük bir değişimin başlangıcı gibi gözüküyor.Sanki sorunları silahla çözme dönemi bütün dünyada bitiyor.Görüşme, pazarlık, müzakere, anlaşma dönemi başlıyor.Umarım bizim buralarda da bu işaretleri alan ve gereğini yapan insanlar çıkar.Gençler, gençlik hayallerini kaybetmek zorunda kalmazlar.
Başbakanı dinledim televizyonda... AKP’nin Kızılcahamam’daki istişare toplantısında yaptığı konuşmayı...Çok kısa bir an, o konuşmanın aslını değil de parodisini seyrediyormuşum gibi hissettim...Bir hükümet zam yapıyor, ardından Başbakan bize akıl öğretiyor, öğüt veriyor, nasıl yaşamamız gerektiğini anlatıyor.Öğütler de çok orijinal, “sigara içme, az içki iç.”Hani, “terli terli su içme, sıkı giyin, ayağını yorganına göre uzat” öğütleri, doğrusu bunları da beklerdik başbakanımızdan.Eskiden “sen benim keyfimin kahyası mısın” diye bir laf vardı, galiba epeydir kullanılmıyor, başbakan böyle konuşmaya devam ederse yakında korkarım yeniden tedavüle girer bu laf bence.***Onca tuhaf laf söylendi ama o konuşmada “akıl tutulması” tanımlaması nedense Avrupa Birliği’nin yeni yayınlanan ilerleme raporunu anlatırken geçti...Başbakan diyor ki ‘Türkiye Avrupa Birliği standartlarına bugün en yakın olduğu noktadadır. Büyün çifte standartlara, bütün haksızlıklara rağmen biz reform sürecinde kararlıyız. İlerleme raporu bir kez daha AB’nin akıl tutulması içerisinde olduğunu gösterdi.’Bu lafları Erdoğancadan Türkçeye çevirirsek şöyle oluyor:“Biz mükemmeliz, her şeyimiz harika, bizi eleştirenlerin aklı yok.”Oysa ilerleme raporu ne diyor Türkiye’yle ilgili...Türkiye’nin siyasi ve iktisadÓ reform alanındaki yıllık karnesi olan raporda en çok geçen kelimerden biri “endişe.” ymiş.Rapor Türkiye’nin tam üyelik kriterlerini karşılayacak seviyede bir demokrasi olmaktan hâlâ çok uzakta olduğunu söylüyor.Yapılacaklar listesi ise hayli uzun...***Bazen Tayyip Erdoğan’ın aslında en çok onu anlamaya çalışanlara, yaptığı iyi şeyleri görebilenlere ve onu destekleyenlere kızdığını düşünüyorum.Bir insan, kendisini savunanları bu kadar savunmasız bir hale getirebilir mi?Bir insan kendisini destekleyenleri, desteklediğine böyle pişman edebilir mi? Bu, bir çeşit intikam sanki...‘Beni beğenmeyin arkadaş’ der gibi... Gittikçe onu beğenenlerin ellerinden kayıyor yaptıklarıyla...***Başbakanı dinlerken, onun gözlerine bakıyorum...Bazen gerçekten onunla göz göze gelmeyi çok istiyorum...Gerçeği orada görebilirim diye umuyorum...İnsanın bu kadar yanlışı yapması için mutlaka önemli bir nedeni olması gerektiğine inanıyorum çünkü... Bir insan Meclis’te başörtüsü özgürlüğü isteyenlere “siz Zerdüşt’sünüz, karışmayın” der mi?Bu ülkenin en önemli sorunlarından birini “bu benim sorunum kimse karışmayacak” diye kendi tekeline alabilir mi?Üstelik “benim” dediği sorunu bir de çözümsüz bırakabilir mi?***Başbakanı ve sözlerini ciddiye alsak, başörtüsü sorununu sadece Sünnilere, Kürt sorununu sadece Kürtlere, Alevi sorununu sadece Alevilere bırakacağız...Onlar da “kimse karışmasın bu bizim sorunumuz” deyip sorunları çözmeyecekler.Her sorun “sahibine” aitse ve o sorunlara “sahiplerinden” başka kimse karışamayacaksa başbakana sormazlar mı “Gazze’yle, Filistin’le, Somali’yle, Kıbrıs’la senin ne alakan var” diye.***Galiba asıl soru bunlar değil.Benim aklımdaki, cevabını merak ettiğim asıl soru çok daha kısa:Başbakan iyi mi?
Kadınları güçsüz bir toplumuz biz... Daha doğrusu kadınları güçsüz bırakılmış bir toplumuz biz...Dolayısıyla onlar kendileriyle övünseler bile, erkekleriyle de övünebilecek bir toplumdeğiliz biz...***Mehmet Altan anlatmıştı, sonra bunu yazdı da...Paris’te öğrenci olduğu dönemde, Güzel Sanatlar Akademisi’nin sınıflarından birinde çıplak kadın modelle çalışan öğrenciler görmüş, dünyanın bütün resim öğrencileri için böylesine sıradan olan bir şeyin Osmanlı sanatında hiç olmadığını, Osmanlı’nın sadece manzara çizdiğini, bu çıplaklığı bile normal kabul edemeyen toplumların çıplak kadın algısının sadece pornografik olduğunu, erotizm safhasına bile gelemediğini söylemişti...Bir toplum için medeniyetin tek ölçüsü vardır, kadına nasıl baktığı demişti...Bu ölçüyü sevmiştim...Ne zaman yeni insanlarla, yeni şehirlerle, yeni toplumlarla karşılaşsam kadını nasıl algıladığına bakarım önce...Bir toplumun, bazen sadece bir tek erkeğin bile, kadını, kadın çıplaklığını nasıl algıladığı o toplumun gelişmişliği hakkında iyi bir fikir verir çünkü...Kadın çıplaklığının nasıl algılandığı, röntgen cihazının içimizi göstermesi gibi bir toplumun gizli kalmış en derin yerlerinde saklanan kiri pası, vahşeti gösterebilir...***Biz kadından da, kadın çıplaklığından da korkan bir toplumuz...Erkeklerin vahşi olması da, sanatın istendiği ölçüde serpilememesi de, medeniyetin tam anlamıyla gelişememesi de hep bu kadından korkmamız yüzünden bence...Kadınlı bir toplumu yaratamadık...Kadını hep özleyen ama ondan hep korkan, bu korku yüzünden de ondan nefret eden bir “erkekler” toplumu olduk...Kadınları üretime almadık, kadınları kapadık, kadınlarla beraber eğlenmedik, kadınların akıllı olduğuna inanmadık, namus kavramını kadınların çıplaklığı üzerine kurduk, namussuzluğu kadınların özgürce yaşamasının adı olarak gördük...Sonunda da kadınları öldürdük...Hala da öldürüyoruz...Artan cinayetler, yıllarca erkekle kadını ayrı yaşamaya zorlamış bir toplumun içinde oluşmuş hastalıklı tümörlerin birer birer su yüzüne çıkması yüzünden...Çünkü hayat değişti ve kadınlar da değişmeye başladı...Kolayca ezebildiğin, eve kapayabildiğin, yok saydığın kadın başını kaldırdı...Kadın başını kaldırınca da ondan ‘korkan’ adam onu öldürdü.***Kadınları bu kadar güçsüz bırakan bir toplumun erkekleri güçlü olabilir mi peki?Anlattıkları kadar cesur olabilirler mi peki?Söyledikleri kadar akıllı olabilirler mi?Çok sevebilirler mi?İyi sevişebilirler mi?Kendilerine güvenebilirler mi?Anlayabilirler mi?Her şeyden önemlisi kendilerini sevebilirler mi?***Olamazlar...Sevemezler...Kadınları güçsüz bırakarak, kendilerini de eksik bırakan erkekler böyle bir toplumda katil olurlar...Bazen kadını öldürürler, bazen kendilerini, bazense ilişkiyi...***Cinayetleri durdurmak mı istiyoruz...Ölen kadınların fotoğraflarını basarak olmaz bu...Katil erkeklerin fotoğrafını basarak da olmaz...Kadınla erkeği ‘barıştırmanız’ gerekiyor...Kadınları özgürleştirmeniz...Erkeklerin kendine güvenini arttırmanız...Bütün bunlar için de erkeğin “namusunu” kadından bağımsızlaştırmanız gerekiyor, bir erkek namuslu, onurlu, saygıdeğer olmak istiyorsa bunu kendi başına yapsın, işinde, hayatında yapsın...Her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa bulaşıp, kadının bedeni üzerinden kendine “namus ve ahlak” devşirmesin.Gururlarını, namuslarını, ahlaklarını, kimliklerini, kişiliklerini kendi varlıkları üzerine bina etsinler, kadının bedeni üzerine değil.***Bu toplumun erkekleri sahip olamadıkları her değeri kadın üzerinden kazanmaya kalktıklarında, kadınları kaybettiklerinde her şeylerini kaybediyor, güçsüz ve zavallı kalıyorlar.O gücü de cinayetle yeniden kazanacaklarını sanıyorlar.Erkeklerin güçlü ve ahlaklı olamadığı toplumlarda kadın katilleri çok olur.Kendi ahlaklarını ve onurlarını kendi başlarına kazanacak kadar güçlü olduklarında öldürmekten de vazgeçerler, yeter ki o gücü kazanabilsinler.****Yemeksepeti.com çöktü mü?Dün Yemeksepeti.com’dan yemek siparişi verdim...Üzerinden yaklaşık bir saat geçtikten sonra siparişim neden gelmedi demek için yemeksepeti.com’un online müşteri hattına bağlandım.Uzun süre sorularımı cevaplayacak birini bulamadım.Sonra telefon etmeye karar verdim.Karşımdaki kişi ‘sistemimiz çöktü siparişleri göremiyoruz size restaurantın numarasını vereyim kendiniz arayın’ dedi.Açlık ve kızgınlık sınırlarımın zorlandığını hissetmeme rağmen hayatın aslında güzel olduğunu düşünerek restaurantı aradım ki bir saat önce Yemeksepetinden verdiğim siparişin onlara hiç ulaşmadığını öğrendim...Bir saattir, Yemeksepeti.com varolma nedeni olan müşteriyle lokantayı buluşturma görevini yapmadığı için boşa beklemiştim.Gerçekten çok kızdım.Müşteri ilişkilerini aradım hemen, bütün kızgınlığımla derdimi anlattım ama Yemeksepeti.com gerçekten öylesine çökmüş bir şirket olmuş ki sanırım bu şikayete aldırmadılar bile...Sonradan öğrendim ki bu şikayetleri olan sadece ben değilim.Bir haftadır bu dert çözülememiş...Şaşırmadan edemedim,bu ülkede iyi birşey yapılamaz mı gerçekten!
İstanbul’dan Kevin Spacey’in geçtiğini artık bilmeyenimiz kalmadı sanırım...III. Richard oyunuyla beş gece Muhsin Ertuğrul sahnesindeydi.Bazılarımız seyretti oyunu... Pek çoğumuz da seyredemedi...Ama seyredenlerin de seyredemeyenlerin de en başından beri ortak bir derdi vardı, bilet fiyatlarının pahalılığı...Geçen gün oyunu seyretmiş bir arkadaşımla oyundan bahsederken iki tane çarpıcı şey anlattı...Birincisi ‘oyunu seyretmeye gelenlerin pek çoğu ingilizce bilmiyor gibiydi’ dedi...‘İzleyici de doğal olan, oyunla beraber akan hiçbir tepki yoktu,tamam sadece Kevin Spacey’e bakmaya geldik ama sahnede ne oluyor anlasak da iyi olmaz mıydı!’ diye ekledi...Ben de merak ettim gerçekten bir tiyatro eseri dilini anlamadan seyredilebilir mi?Oyunculuk dilden bağımsız bir şey mi yoksa buna bağımlı bir şey mi...***İkincisi de...Oyunu sergileyen Old Vic Tiyatrosu teknik ekibine nerede oynamak isterler acaba diye İstanbul’da bir kaç sahne gösterilmiş.Haliç Kongre Merkezi, Lütfi Kırdar gibi...Ekip, pek çoğunda aradıkları sahne derinliğini bulamadığı için Muhsin Ertuğrul’u seçmiş... Arkadaşım ‘AKM gibi büyük salonlar kapalı olduğu sürece bu bilet fiyatları hep yüksek olacak ve bazılarımız hiçbir zaman istediğimiz halde oyunları göremeyeceğiz’ dedi... İşte bunda yüzde yüz haklıydı...İstanbul gibi artık gelen festivallerin, sanat etkinliklerinin hızına yetişilemediği bir şehirde hâlâ görkemli bir kültür merkezi yok...Atatürk Kültür Merkezi 2008’den beri kapalı...Hâlâ neden kapalı, neden sorun halledilmiyor bilen yok...İyi oyunlar küçük salonlarda pahalı bilet fiyatlarıyla oynanıyor...Sanat severler için bundan daha vahim ve acıklı bir tablo olamaz herhalde...***Peki bu çözülebilecek bir sorun mu?Bana kalırsa hızlı çözülebilecek bir sorun üstelik...Kültür Bakanlığı bir an önce AKM’yi yenileyecek bütçeyi çıkartıp ihaleyle bunu bir müteahhite verecek ve bir an önce bu işi bitirtecek...İstanbul’un göbeğindeki AKM gibi önemli bir kültür merkezi nasıl çözülemez sorun haline geliyor ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi kendisini nasıl hâlâ başarılı buluyor ya da hükümet hâlâ nasıl yaptığı ‘eser’lerle övünüyor anlamak mümkün değil...***‘Manyak hindi yaparım’CEO-Life dergisini karıştırıyordum geçen gün.CEO’ların evdeki hayatı diye bir dosya hazırlamışlar.Merakla okumaya başladım...Gerçekten hobi olarak ilginç seçimleri olan yöneticiler var aralarında.İş Bankası yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince’nin arı tutkusu gibi...Kavacık’ta bir bahçede kovanları var ve onların tüm bakımını kendisi yapıyormuş.Ya da Ali Sabancı’nın yemek yapma tutkusu gibi.Evlerinde 5 tane mutfak varmış.İnsan bu tam ne demek anlamıyor doğrusu.Ama bana asıl ilginç gelen, Ali Sabancı’nın konuşma tarzı oldu.‘Manyak pirzola yerim’‘Manyak hindi yaparım’Röportajı okurken bunlara rastladıkça gayri ihtiyari yüzümü buruşturduğumu itiraf etmeliyim... ***Bu soru cesaret istiyor ama ya cevabı...Pazartesi günü müzik yazarı Tolga Akyıldız ilgi çekici bir soru sormuş:Mazhar Alanson bir süredir iyi şarkı yazamıyor? Neden?Genelde Sezen Aksu, Mazhar Alanson gibi büyüklüğü tartışmaya açık olmayan sanatçılar için bu tip sorular akla gelse bile nedense kimse sormaz...Bu pek dile gelmez...O yüzden başlığı görünce ilgiyle okudum bu cesareti...Tolga ‘Türkiye’nin başına gelmiş en iyi şarkı yazarlarından Mazhar Alanson, bir süredir iyi şarkı yazamıyor çünkü kendini taklit ediyor. Bir aşk şarkısını aşık değilken yazmaya kalkarsan işin zor’ demiş.Tolga’dan daha iyi bilemem kuşkusuz müziği, belki gerçekten Mazhar Alanson bir süredir iyi şarkı yazamıyordur ama ‘kendini taklit ediyor ve bir aşk şarkısını aşık değilken yazmaya kalkarsan işin zor’ cümleleri aklıma takıldı...Sorunun cesaretinden etkilenmeme rağmen cevaptaki cesaret beni tedirgin etti.Tolga sanki müzikle ilgisi olmayan bir yerde cevabı aramış gibi...Çünkü ‘kendini taklit etmek’ yanlış bir ifade diye düşünüyorum...Her müzisyenin kullandığı bir renk vardır, şarkıları hep o rengi taşır öyle değil mi?MFÖ şarkıları MFÖ şarkılarına benzer...Aşk konusuna gelirsek....Sanırım orası bizi hiç ilgilendirmiyor...
PKK lideri Murat Karayılan’ın Ahmet Altan’a yazdığı ama Altan’ın da dediği gibi aslında kendisine gönderilmiş gibi gözükse de kamuya gönderilmiş olan mektubu, Kürt siyasetçi Aysel Tuğluk’un Radikal’de yazdığı yazıyı, bu mektup ve yazıyla ilgili tüm yorumları okudum...Aklımda üç şey kaldı;- PKK savaş istemiyor, kendisinin buna zorlandığını iddia ediyor ... Bu söyledikleri ne kadar gerçek bilmiyorum ama “savaşı şiddetlendirmeyi” mazur göstermeye çalışmaları bile önemli bence. Savaşı şiddetlendirmenin Kürtlerden de destek bulmadığını anlamışlar gibi gözüküyorlar.- Kürt siyasetçiler de çözüm yolunu ararken Türklerin sinir uçlarına dokunmadan edemiyor ve “geri çekilmeye karşı Öcalan’a ev hapsi” şartını ileri sürüyorlar.- Hükümet de verdiği sözleri tutmamış, yaptığı protokolleri yerine getirmemiş, olacak işi bitirmemiş, barış sürecini savaşın eşiğine getirmiş...***İnsan merak ediyor Tayyip Erdoğan’ın aklından ne geçiyor diye?Niye insan beş senedir görüştüğü, üstelik sözler verdiği, neredeyse barışı sağlayabilecek duruma gelmişken müzakereyi sonuçlandıracak adımı atmaz?Belki de haklı nedenleri vardır ... Neden olmasın, bu da bir ihtimal.Ama ne oldu, niye vazgeçti, en başından beri bu protokolleri yapmayacağını biliyor muydu... İnsan merak etmeden duramıyor...PKK ile görüşen heyet, verdiği onca sözden sonra hükümet bunları yerine getirmeyince ne hissetti?Yoksa onlar da o sözleriverirken yapmayacaklarınıbiliyorlar mıydı?Ya da şimdi ne yapacakhükümet?Barış için Apo’yu ev hapsine çıkacak mı?Bu riskli hamleyi yapmacesaretini gösterebilecek mi?Yoksa Apo’suz bir çözüm mü arayacak?Savaşı şiddetle kullanarak mıbitirmeye uğraşacak?Yeniden en başa mı döneceğiz?***Biz Türkler genellikle neyin mantıklı olduğuyla pek ilgilenmeyiz, ne hissettiğimizle ilgileniriz...Apo’ya ev hapsi... Çoğumuza kendimizi iyi hissettirmez... Bunu aşıp da “ama barış için” diye düşünmeyiz çoğumuz...Ama barışın olması gerektiğini de artık hepimiz biliyoruz.Türkler bu konuda akıllarıyla duyguları arasına sıkışacaklarherhalde.İşin gerçeğini isterseniz, ben savaşın durmasını, gençlerin ölmemesini, çocuğumun diğer bütün çocuklarla birlikte barış içinde yaşamasını istiyorum.Bunca savaştan sonra herkesi memnun edecek bir barış yok, Kürtler de Türkler de biraz burulacak yapılan barışın şartlarından dolayı.Ama başka türlü barış olmuyor.PKK savaşı uzatmak için son anda bir oyunbozanlık etmeyecekse ben Apo’nun ev hapsine çıkmasını, silahların susmasını desteklerim.Benim kahramanım savaşanların arasından çıkmayacak.Benim kahramanım barışı gerçekleştirebilecek yürekli biri olacak.Erdoğan, Apo, PKK bunu yapabilir mi, barışı sağlayabilirler mi?Valla, savaşacak yürekleri olduğunu gördük ama...Barışacak kadar yürekli olup olmadıklarını bilmiyoruz.Sadece o cesareti göstermelerini diliyoruz şimdilik.*****Ersun Yanal neden gönderildi?Ersun Yanal’ı tanırım.Sahip olduğu birikime ve enerjiye karşın futbol dünyasında kendisine kalıcı bir yer edinememesine her zaman şaşırırım.Milli Takım ve Trabzon’dan sonra Futbol Federasyonu’nda da aynı şey oldu.Türk futbolunun altyapı organizasyonunu yapma misyonuyla ve konfetilerle göreve başlayan Ersun, 4 yıllık mukavelesi bulunmasına rağmen henüz ikinci yıla ulaşamadan görevden alındı.Üstelik de ne olduğu bir türlü açıklanmadı...Ersun Yanal bugün-yarın ortaya çıkıp neler olduğunu açıklayacak diye umuyorum...Ama acaba soran da mı yok diye endişe etmeden yapamıyorum...Çünkü biraz fazla sesizlik var...ama kimse sormadıysa da ben soruyorum...Bu işin hikayesi nedir?Ersun Yanal neden gönderildi?TFF ile Ersun Yanal arasında ne sorun var?Ama asıl korkum daha ne olduğu anlaşılmadan para kavgasının başlayacak olması...Ersun Yanal 4 milyon lira tazminat hakettiğini söyleyerek bu parayı tahsil etme yoluna gidecektir büyük bir ihtimalle.İş mahkemeye aksedicek...Futbol Federasyonu ona cevap verirken aslında kendi yetersizliğini ortaya dökmüş olacak.“Lose-Lose” yani..Sonuçta ne TFF kazanacakne Ersun... İki taraf da kendisine yara verecek.Futbolda bütün başlangıçlar; Güiza, Lincoln, Elano, Rijkaard, Aragones, Schuster, Del Bosque şaşaalı oluyor. Bitişler ise hep ya kavga-döğüş ya da mahkeme ile sonuçlanıyor.Bunu bütün kişi ve kurumlar için söylüyorum.Kazanırken kaybetmek bu olsa gerek...
Washington Irving’in Amerikan edebiyatının klasiklerinden sayılan bir hikayesi var. Hikayenin adı Rip Van Winkle.Hikayenin adı aynı zamanda kahramanın da adı.Rip Van Winkle bir günavlanmak için dağa çıkar. Orada tuhaf giyimli, tuhaf görünümlü birilerine rastlar. Onların yaptığı eğlenceyekatılır. Kendisine verilen içkiyi içer. Ve uykusu gelince bir kenarda sızar. Uyandığında o adamların hiçbiri yoktur etrafta. O da kalkarkasabasına geri döner. Evini arar bulamaz. İnsanları tanıyamaz.Sonunda iki saat uyuduğunu sanan Rip Van Winkle’ın yüz sene uyumuş olduğu anlaşılır...***Dün Steve Jobs’un meşhur Stanford konuşmasını okurken bunları düşündüm...Yaptıklarıyla, yarattıklarıyla, yaşarken bile Rip Van Winkleuykusunda olduğumuzu hatırlatan adamdı Steve Jobs...100 sene sonra uyanıp da tekrar dünyaya gelmişiz gibi her seferinde yeni buluşlarıyla şaşırttı bizi.Rip Van Winkle’dık biz onun için...O dünyayı değiştiriyor, bizler de yüzlerce yıllık uykumuzdan uyanıp onun yarattıklarına bakıphayatlarımızı değiştiriyorduk.***Size de olur mu bilmem, bazen tanımadığım ama tuhaf bir şekilde nedense çok yakından tanıdığımı sandığım insanların ölümü, gerçekten tanıdığım insanların ölümü kadar, hatta kimi zaman onların ölümünden bile daha fazla sarsıyor beni. Çok yakınım olan birini kaybetmiş gibi hissediyorum.Yürürken düşünüyorum,uyurken düşünüyorum, otururken düşünüyorum... Aklımdançıkaramıyorum o yok oluşu...Steve Jobs’un ölümü de böyle oldu... Derin bir acı hissettim...Steve Jobs, ölümün bile bir istisnası olmalı, bazılarına ayrıcalık tanınmalı dedirten insanlardandı.O da öldü...Çok erken öldü üstelik...Onun ölümü ve ölüm hakkında söyledikleri, ölüme bakışımı da derinden etkiledi.Stanford Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında çok sevdiğim şu cümleleri söylemiş ölümle ilgili, ‘Ölüm, hayatın en iyi icadı.’***2004 yılında pankreas kanseri olduğunu öğrendikten bir sene sonra yaptığı bir konuşma bu.Demiş ki:“Hayatta büyük kararlar alırken bana şu ana kadar en çok yardım eden araç bir gün öleceğimi hatırlamam oldu. Çünkü neredeyse her şey tüm dış beklentiler, tüm gurur, tüm korku, utanca ve başarısızlığa dair tüm endişe ölümün karşısında yok oluyor ve gerçekten en önemli şey açığa çıkıyor. Öleceğinizi hatırlamanız bir şeyi kaybedeceğiniz düşüncesinden kurtulmanız için en iyi yoldur. Bu sayede çırılçıplak kalırsınız ve yüreğinizin sesini dinlememeniz için hiçbir neden yoktur.Bir yıl önce bana kanser teşhisi kondu. Doktorlar eve gitmemi ve işlerimi devretmemi tavsiye etti. Bu doktorların dilinde ‘artık ölüme hazırlan’ demekti. Bu sözler gelecek on yıl boyunca çocuklarına söylemem gereken her şeyi bir an önce söylemem anlamına geliyordu.Kanser, ameliyat ile tedavi edilebilecek çok nadir bir pankreas kanseri türüne dönmüştü. Bir ameliyat geçirdim ve şimdi çok iyiyim.Ölümle yüzleştiğim en yakın andı ve umarım birkaç on yıl boyunca karşılaşacağım en yakın an bu olur.Bu duyguyu yaşayan biriolarak, ölümün faydalı fakattamamıyla entellektüel bir konseptolduğunu söyleyebilirim.Kimse ölmek istemez. Hatta cennete gitmek isteyen insanlar bile oraya gitmek için ölmek istemez. Ölüm hepimizin son menzili. Kimse ondan kaçamadı. Ve olması gereken de bu, çünkü ölüm hayatın en iyi icadı. Çünkü ölüm hayatı değiştiren tek şey. Ölüm yeniyi yapmak için eskiyi yok eder.Şimdi ise yeni olan sizsiniz, fakat ‘o gün’ şimdiden o kadar uzak değil. Siz de giderek yaşlanacak ve bu dünyadan göçüp gideceksiniz.Hayatınız sınırlı, onun için başka birinin hayatını yaşayarak onu ziyan etmeyin. Başkalarının düşüncelerinin sonuçları ile yaşayan dogmaların tuzağına düşmeyin.İç sesinize harici seslerinkarışmasına izin vermeyin. Fakat en önemlisi kendi yüreğinizi ve içsesinizi takip etme cesaretine sahip olun. Onlar gerçekten ne olmakistediğinizi size söyleyecektir. ”***Hayatı böyle ölüm üzerinden değerlendirip, ölüm üzerinden anlattığınızda, hayatla ilgili bütün anlamsızlıklar eleniyor, geriye sadece en sahici, en değerli olanlar kalıyor.Ölüme ve hayata böylebakabildiğiniz, bu bakışın gereğini yapabildiğiniz zaman, ölümünüzesizi tanımayanlar da ağlıyor.Onların hayatlarına dokunuyor, onların hayatlarını değiştiriyorsunuz çünkü.Son dönemlerde yaptığı yeniliklerle neredeyse her yıl bizi “yüz yıllık bir uykudan” uyandıran, yaşama biçimimizi değiştiren Jobs, bu konuşmasıyla da yaşam ve ölüm hakkındaki fikirlerimizi değiştiriyor.İnsanlık, Jobs’u özleyecek.Aklı yetenler her sabah onun sorduğu soracak kendisine, “bugün ölecek olsaydım gene de şimdiyaptıklarımı yapar mıydım”...Cesareti olanlar da bu sorunun gerçek cevabına göre yaşamınışekillendirecek.