Bu pazar için bambaşka bir yazı akımdan geçiyordu ama iki gündür başbakanın medya üst düzey yöneticileriyle buluştuğu toplantının izlenimlerini okudukça o yazıyı erteleyip bu yazıyı yazmaya karar verdim...
Taraf Gazetesi’nde Yasemin Çongar’ı, Radikal’den de Eyüp Can’ı okumadıysanız, okumanızı öneririm.
Toplantının incelikli yerlerini çok iyi anlatmışlardı...
Onların yazılarını okurken o gün uzun masada çekilmiş toplu fotoğrafı da karşıma koydum...
Orada olanları, konuşulanları, sesleri, sessizlikleri duymaya çalıştım...
Onlar sayesinde bunu başardım da...
Yasemin Çongar şöyle anlatmış:
‘Upuzun bir masa, bir ucunda oturunca diğer uçtakilerin yüzünü ancak hayal meyal seçebiliyorsunuz. Odaya sarı renk hakim, sonbahar sarısı değil ampul sarısı, içeriye gün sızmıyor. Gazeteciler,televizyoncular, patronlar, yöneticiler masada yanyana dizilmiş, hakim renkleri lacivert.
Toplantıda barış adına, barışın dilini kurmak ve kullanmak adına, kanı durdurmanın yolunu bulmakta medyanın neler yapabileceğini tartışmak adına yeni, yapıcı, yaratıcı bir fikir ortaya atıldı mı? Hayır...
Ama böyle toplantıların her şeye rağmen bir yararı var. Hükümet yetkilileri ve gazeteci milleti ne zaman “medya” konusunu görüşmek için biraraya gelseler, gazeteci milleti aynaya bakıyor aslında; hükümet değil ama medya hakkında, yani kendisi hakkında yeni baştan fikir ediniyor.
Öyle oldu, Başbakan’ın “halkın bilgilenme hakkı ve gazetecinin bilgilendirme görevi ile PKK’ya propaganda imkânı tanımak arasındaki çizgiye dikkat edilmesi” yönündeki tavsiyesinden ziyade, gazeteci milletinin kendi kendini sansür etme konusundaki gönüllülüğüne şaşırdım ben.
Medyayı daha da “tektipleştirecek” yöndeki tekliflerin hükümetten çok medyadan gelmesinde, insanın nefesini kesen bir şey vardı hakikaten.
Belki de oksijen azlığı havalandırmanın yetersizliğinden değil, “Şu Karayılan röportajlarını yasaklamamız gerekmez mi” ve “Böyle saldırılar sonrasında bizden nasıl bir yayın yapmamızı talep ediyorsunuz” türünden sorular sormayı kendisine reva görebilen meslektaşlarımızın toplantıda “yeter sayı”ya ulaşmasındandı.
Gazeteci milleti olarak aynada pek güzel görünmüyorduk velhâsıl.
Bu yazdığımı, asıl muhatapları üzerlerine alınmayacaktır haliyle; istisnalar da darılmasınlar, herkes kendini biliyor.‘
Yasemin’in yazısını okuyunca nasıl bunaltıcı bir medyaya sahip olduğumuz iyice canlanıyor insanın gözünde sanki.
Öyle değil mi?
Ardından Eyüp Can’ı okudum...
Diyordu ki ‘başbakanın ısrarla bu toplantının amacı ne sansür, ne medyaya müdahale demesine rağmen bazı arkadaşların her konuda başbakanı bir onay makamına dönüştürme çabası...
Allah aşkına söyler misiniz, bir gazeteci terör olayları sırasında yayın akışı kesip kesmemeyi, hangi fotoğrafı nasıl kullanacağını, kanalına kimi çıkarıp çıkarmayacağını, son dakika anonsunu ekranda kaç dakika tutacağını neden başbakana sorar?
Maalesef soruldu...
‘Kandil’e röportaj yapmaya gitti, Kürt sorunu ile ilgili kitap yazdı’ diye bir meslektaşını başbakana şikayet edenler bile oldu.’
İki yazının ortak duygusundan anlıyoruz ki gazeteci denilen bir grup kendi kendini sansürlemede gönüllü...
Hükümetten çok kendilerinin bunu istemesi insanın içini bulandırıyor doğrusu...
Hatta aralarında Hasan Cemal gibi efsane bir ismi şikayet edenler bile var.
Şikayet etmek...
Medyanın üst düzey patron ve yönetici grubu...
Uzun masadaki fotoğrafa bakmaya devam ediyorum bunları yazarken.
Aklımdan da Fransız bir seyyahın yaşadığı bir hikaye geçiyor.
Afrika turuna çıkan Fransız seyyah dolaştığı ormanın içinde bir kabileye rastlar.
Kabileyle birlikte yaşayan bir de İngiliz misyoner vardır.
Biraz konuşurlar, çevreyi dolaşırlar...
Sonra akşam olur...
Kabile üyeleri bir ateş yakarlar, yakaladıkları hayvanları pişirmeye başlarlar sırayla...
Çadırından çıkan Fransız seyyah İngiliz misyonerin ateşin kenarında bir yerde smokiniyle ciddi bir törendeymiş gibi oturduğunu görür...
Seyyahın da yanında, büyük şehirlerden birinde sömürgeci beyazların kulüplerine giderken belki giymek gerekir diye bir smokini vardır..
Çadırına geri dönüp onu giyer...
Ateşin başında iki smokinli adam karşılıklı oturup parçalanmış etleri yemeye koyulurlar.
Fransız seyyah dayanamayıp sorar:
‘Siz hep smokin mi giyersiniz?’
‘Evet her akşam.’
‘Neden?’
İngiliz misyoner gülümseyerek cevap verir:
‘Smokin giymezsem bu zenciler beni yer. Beni böyle smokinli görünce bunda bir güç olduğunu sanıyorlar.’
Bir medya mensubu olarak orada yaşananları okuyunca, gidip bir smokin giymek istiyor canım.
Bunlar insanı yer çünkü.