10 Haziran’da, Sincan Kadın Kapalı Cezaevi J3 Koğuşu’nda yatan Naciye Yavuz’dan bir mektup almış, bunu da yayınlamıştım...
“Polis sorgusunda işkence ile öldürülen Engin Ceber’in, Yürüyüş dergisi dağıttığı için tutuklandığını hatırlarsınız.
O Yürüyüş dergisinde çalışıyormuş Naciye de, 20 Aralık 2010’da dergiye baskın yapıp tutuklamışlar.
Tekme tokat, yerlerde sürükleyerek kelepçeleyip götürmüşler.” diye anlatmıştım onu size...
“5 aydır tecritteyiz. Basın, özgürlükleri sadece Mustafa Balbay, Ahmet Şık üzerinden görüyor. Ama sadece onlar yok. Biz de varız. Çok daha beter uygulamalara maruz kalıyoruz. 11 yıldır bu ülkenin hapishanelerinde tecrit var. İlk defa Ahmet Şık’ın basılmamış kitabı yasaklanmıyor. Defalarca matbaa kapılarında dergilerimize el konuldu.
Sanem Hanım insanlıktan, hukuktan uzak, neyle suçlandığımızı bilmeden tecritteyiz. Sizden tecrit denen işkenceyi köşenizde duyurmanızı istiyorum.” demişti mektubunda.
Naciye’den yeni mektup geldi...
Teşekkür ediyor mektubunu yayınladığım için...
İnsanı içini burkan bir teşekkür bu...
Sadece “rica ederim” diyip geçebileceğiniz bir teşekkür değil...
“O ay gazeteyi takip edemediğim için yazınızı göremedim ama mektubumu yayınlamanızdan sonra gelen mektuplardan haberim oldu. Hiç tanımadığım iki insandan mektup aldım. Tecritte mektup insanın en iyi dostudur. Çok teşekkür ederim Sanem Hanım” demiş Naciye.
Ve şöyle devam etmiş: “Gerçi fiziken burada yalnız olsak da ruhen yalnız değiliz. Çünkü umutluyuz. Yapıştırdığım resme bakın işte odur umut. (Naciye, bir gün batımının denize vurduğu parlak ışıklarının üzerinde uçan martıların olduğu bir fotoğraf yapıştırmış mektubuna).
Bu resmin kağıda yapışması ise direniştir. Verilmeyen, sakıncalı görülen yapıştırıcıya karşı pirinç pilavından ve şeker karışımından yapıştırıcı yapmak direniş değil midir sizce de? Evet kendi yapıştırıcımızı kendimiz yapıyoruz. Çünkü kırtasiyede satılan hiçbir şeyi almaya hakkımız yok. Kitap okuma hakkımızın olmadığı gibi... Bunu size yazmıştım ama dışarıda satılan kitapları burada yasak listesine koyup vermiyorlar. 2011 yılında Yay yayınlarından çıkan Çimento isimli kitabı getirdi arkadaşlarım vermediler. Kitap 1968 yılında toplatılmış çünkü. Ama 2011 yılında yine basılmış. TV kanallarını kendimiz seçemiyoruz... Bürokrasi ağır ve yavaş...Her işimiz çok zor hallediliyor.”
Siz bunları okuduğunuzda ne hissettiniz bilmiyorum...
Ben bir kaç defa üst üstte okuduğum bu satırlara gözlerim her değdiğinde hep aynı şeyi hissettim...
İnsanı nefessiz bırakacak bir acı...
Bir insanı suçlu bularak ya da bizim ülkemizde olduğu gibi “ya suçluysa” ya da “dur bakalım bu suçlu olabilir hatta suçlu değilse de yatar biraz çıkar işte” diyerek insanları koydukları hapishanelerde insanlara neler yapılıyor?
Bir insanı özgürlüğünden mahrum etmek “idam” dışında zaten insanlığın bulabildiği en ağır ceza değil mi?
Özgürlüğünü kaybetmek büyük bir acı değil mi?
Ama bu ülkenin yöneticilerine bu kadarı kafi gelmiyor.
Kendisi büyük bir ceza olan hapishanenin içinde başka cezalar da uyguluyorlar.
Kitapları yasaklıyorlar, insanların anadillerinde konuşmalarını yasaklıyorlar, televizyonları yasaklıyorlar, “yapıştırıcıları” yasaklıyorlar.
Hukuki bir cezanın uygulandığı yerler olması gereken hapishaneleri, mahkumlardan ve tutuklulardan intikam aldıkları bir zulümhaneye çeviriyorlar.
Bu da yetmiyor, onları bir de tecritlere koyuyorlar.
Naciye’nin “Tecrit’i anlatayım size. Sizin dışınızda sadece 2 kişi ve 5 kitap var. Kağıt ve kalem serbest. Onun dışında her şey yasak. Haftada 1 saat görüşe çıkıyorsunuz, aynı hücrede kaldığınız arkadaşınızla aynı saatte aynı yerde görüşe çıkıyorsunuz, onun eşine, dostuna, annesine ‘Merhaba, hoşçakal’ diyemiyorsunuz. Kitapçılarda satışı serbest olduğu halde burada yasak listesinde olan kitaplar var. İşin tuhaf yanı, bu kitaplar, mesela Komünist Manifesto, bazı hapishanelerde yasak bazılarında değil.” dediği satırları daha önce yazmıştım.
Nedir hapishanelerdeki bu korkunç baskı?
Neden sadece hapishaneye koymak yetmiyor yöneticilere, neden daha fazla, daha fazla acı çektirmek istiyorlar?
Nedir bu keyfilik?
Niye her hapishane müdürü o hapishanenin kralı, niye her müdürün kendine göre cezaları ve yasakları var?
Resmi amacı “suçluları ıslah etmek” olan bu hapishanelerde yatanlara böyle nefretle, hukuka aldırmadan, zorbaca ve keyfice davranmak “ıslah etmek” mi oluyor yoksa yöneticilerin gizli öfkelerini tatmin etmek mi?
Hapishanelerde insanlar yatıyor.
Onlar “insanca” davranılmayı hak ediyor.
Zaten cezalandırıyorsunuz hapishaneye koyarak, bir de neden insanlık dışı uygulamalarla işkence ediyorsunuz?
Hapishanelerden çığlıklar yükseliyor.
Başbakan’ın, Adalet Bakanı’nın vicdanlarına kadar ulaşamıyor mu o sesler?
Yoksa o vicdanlar, çaresizlerin çığlıklarını duymayacak kadar sağırlaşmış mı?
“Yukarılara” sesleniyorum, vicdanlı biri yok mu oralarda?
Yok mu bu çığlıları duyacak biri?