Karl Marks ölmeseydi çocuklar yaşar mıydı?

Haberin Devamı



Havaalanında bırakılmış, büyük bir ihtimalle unutulmuş bir kitap buldum geçen gün...

Gayri ihtiyari elimi uzatıp aldım, sayfalarını çevirmeye başladım.

Gözüme çarpan satırlara şöyle bir baktıktan sonra hafifçe kaykılarak sırtımı duvara dayayıp başladım en başından okumaya...

Marks Neden Haklıydı?

Kitabın adı bu...

“Yine bir Marks kitabı” diye düşünmüştüm ilk baktığımda aslında... Ama bitirdiğimde kitabı sevdiğimi anladım.

Marksizm ve sol ilişkisini anlatan, Marksizm’i incelikli bir üslupla ama sert biçimde eleştiren, hızlı okunabilen bir kitaptı.

Sonra Marks’ı düşünmeye başladım.

Ünü kadar bilinen biri değil aslında...

Adını hepimiz biliriz ama tam ne der Marks, pek ilgilenmeyiz...

Geçenlerde, kitapçılardan en fazla çalınan kitapların birinci sırasında, Marks’ın Komünist Manifestosunun geldiğini okuduğumda çok şaşırmıştım.

“İnsanlar neden Marks’ın kitabını çalıyorlar?” diye merak etmiştim.

- Siz Marks’ı okur musunuz?

- Marks’ı gerçekten kimler okur?

İşte Terry Eagleton bu sorularıma cevap verdi.

- Marks bir peygamber mi yoksa insanlık tarihini değiştiren kuramları olan bir insan mı?

- Solcular Marks hakkında ne düşünüyor?

- Marks kimdir sizce?

Öncelikli olarak bir filozof Marks, değil mi?

Her filozof gibi insanla doğa arasındaki ilişkileri çözümlemek, insanlığın nasıl geliştiğini anlamak istiyordu.

Ve doğa yasalarının toplumlar için de aynen geçerli olduğunu öne sürdü.

Doğada her şey zıddını kendi içinde taşıyordu. Bu zıtlıklar arasındaki çelişki doğanın gelişmesini sağlıyordu.

Toplumlar da böyleydi Marks’a göre...

Çelişkiler ve zıtlıklar toplumların da değişmesini, gelişmesini sağlıyordu.

Ama sonra “Marks öldü” dediler.

Teknolojik patlama işçi ve işveren dengesini değiştirdi, sınıflar kalmadı ve “Marksizmin öldüğüne” karar verdiler.

Ama Marks ölmedi aslında, yanıldılar bence bunu söyleyenler.. Onun öngörüleri gerçekleşiyor bugün...

Ama onun tahmin ettiği yoldan değil, başka bir yoldan gerçekleşiyor.

- Marks’ın hayalini kurduğu sınıfsız topluma doğru gidiyoruz.

- Zıtlıklar birbirini yok etmiyor artık, birbirini çoğaltıyor, “olumlu” bir biçimde çatışıyor.

Bizim politikacılarımız bu değişimi kavrayamıyor sanki.

Zıtlıkların “olumlu” biçimde çelişebileceğini, birbirini zenginleştirebileceğini, daha iyiyi bulabilmek için birbirlerinden yararlanabileceğini göremiyorlar.

O yüzden de ölümlere göz yumuyorlar sanırım...

Gençlerin ölmesine göz yummalarının sebebi Marks’ı bilmemeleri belki de...

- ‘Zıddını’ kabul etmeyi bilmiyorlar...

- ‘Zıddıyla’ çoğalabileceğini anlamıyorlar...

- Zıddının yaratacağı zenginliğe körler...

- Gelişebilmek için zıtlıklara, bu zıtlıkların “olumlu” biçimde çatışıp, “en iyiyi” bulmalarına ihtiyacımız olduğunu hiç anlamıyorlar.

Onlar anlamıyor ama hayatın gerçeği bu.

O yüzden Marks kitapları havaalanlarında unutuluyor ama o yüzden de kitapçılardan en çok çalınan kitap Marks...

Keşke Marks’ı çalan, unutan değil de bilen bir ülkenin çocukları olsaydık... Belki o zaman çocuklar ölmezdi...

*****


Bartınlı Erin Brokovich

Geçen gün, devlet sırrı kavramının Türkiye’de, halktan saklanan bilgiler olduğunu söylemiştim.

O yazının üzerine farklı mailler aldım.

Ama bir tanesi gerçekten çok hoşuma gitti.

Gerçeği fazlasıyla yalın anlatıyordu... Ayşe hanımın maili şöyle diyordu:

“Sanem Hanım merhaba,

Bugünkü yazınızı okuyunca umutlanmak ve keşke öyle olsa demek istedim, ancak ne yazık ki diyemedim.

Yazınızda bahsettiğiniz devlet sırrı kavramı bizim ülkemizde öyle komik ve basit olaylarda kullanılır oldu ki, faili meçhullerin çözülmesi olanaksız bence...

Size birebir yaşadığım bir olayı anlatayım, davası halen sürüyor.

Bartın’da yaşıyorum ve belki bilirsiniz sel burda çok yaşanır. 1999 yılında Dünya Bankası kredisi ile tefer isminde bir proje, (sel önleme projesi) burada uygulandı.

Biz burada yaşayan birkaç arkadaşımla 2-3 yıl önce yine bir sel olunca, “Şu projeyi DSİ’den isteyip bir inceleyelim, bu kadar para harcandı, bir yanlış var ki hala sel oluyor” dedik. Nereden dedik, Sanem hanım. Yılan hikayesi çıktı karşımıza.

O kadar çok dilekçe yazdım ki, bir dosya oluştu elimde. Ve bu dilekçelerle projenin 1999-2003 yılları arasında uygulandığını, bitirildiğini ve 57 milyon dolar harcandığını belgeledim.

- Ancak bu kadar çok para harcanmasına rağmen hala sel altında niçin kalıyorduk?

İlgimiz daha da arttı tabii bunları öğrenince.

Ve sonunda öyle bir noktaya geldik ki, bizim sel projeleri devlet sırrı denerek bize verilmedi.

Bu yanıtı işin ilginci Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu (Yurttaşa bilgi edinme hakkı veren kurul) verdi.

Neyse ben idare mahkemeye dava açtım, kaybettim.

Şu anda (yaklaşık 1.5 yıldır) Danıştay’da sürüyor. Ama kararlıyım bu iş AİHM’e kadar gidecek sanirim. Zaten bu olayı Şeffaflık Derneği’ne ilettim. Onlar da benimle birlikte merakla sonucu bekliyorlar.

İşte ülkemiz ne yazık ki bu, o nedenle bu ülkede devlet sırrı işi daha uzuun yıllar çözülmez. Belki torunlarımız görür o günleri. Ama bizler böyle çabalarsak görebilir onlar da. O nedenle pes etmek yok, devam.

İyi çalışmalar, işleriniz kolay gelsin.

Ayşe”

Dediğim kadar varmış, değil mi?

Bu arada bu konuyla ilgili yardım bekliyorum.

Ayşe hanıma yardım edelim.

“Devlet sırrı” deyip milyonlarca doların hesabını vermekten kaçınanları ortaya çıkarıp, paraların hesabını soralım.

Bunu hararetle anlattığım arkadaşım “Ya doğru değilse bu mail?” dedi.

Hiç istifimi bozmadan başımı yavaşça ona doğru çevirerek “Bu Türkiye’de olmaz diyemiyorsan, doğrudur” dedim.

Haklı değil miyim sizce?

DİĞER YENİ YAZILAR