Aşk kaybolduğunda bir ilişkinin bayağılaşması gibi “düşünce kaybolunca” da siyaset bayağılaşıyor...
Küfür, hakaret, şantaj, tehdit, demagoji, hamaset, sığ bir ihtiras savaşının cephanesi olarak siyaset namlusuna sürülüyor hemen...
Yaratıcılık ışıkları söndürülmüş bir politikanın sefaletinden kendimize eğlence çıkarmaya yorulmadık mı?
Fransa’da Sarkozy oy avcılığına çıkınca Türkiye’de milyonlarca insan neden çıldırıyor, neden bütün hayat bu saçmalığın üstüne oturuyor kısa bir süreliğine de olsa?
Neden bizi, aklımızı taktığımız “tek bir kelime” yüzünden oyuncak haline getirmelerine izin veriyoruz?
Ermeni meselesini başkalarının konuşmasını istemiyorsak, neler olup bittiğini oturup kendimiz açıkça konuşalım.
Yüz yıl önceki bir günahı kabul etmemek için bugün işlenen günahlara göz yumuyoruz.
Susurluk cinayetleriyle, Fransa’yla ilgilendiğimiz kadar ilgilenmiyoruz.
Kış öğleden sonralarının puslu dinginliğine ayak uyduramayacak kadar bir öfke kabarmasıyla sarsılıyorum ben doğrusu...
Toplumuma, insanlarıma, mesleğime inancım azalıyor.
Kendimi ortak bir yalanın, ortak bir seviyesizliğin, ortak bir palavracılığın parçası gibi hissediyorum.
Irkım hakkındaki, dinim hakkındaki o manasız övgüler, toplumun gönlünü okşayan, onları coşturmak için söylenen abartılı yalanlar, sahtekarların arkasına saklandığı birer yalan kalesine döndü çünkü...
Bu kadar açıkça yalan söylenilmesinden, aptal yerine konulmaktan bıktım artık...
Yalan söylenmesi, Fransızların aptallığından daha fazla kızdırmıyor mu sizi gerçekten?
Ne zaman bir aptallığa başka bir aptallıkla cevap versek, kandırıldığımızı anlıyorum hemen...
Yeni gürültüler yaratıyorlar gerçeği duymamamız için, yeni görüntüler yaratıyorlar gerçeği görmememiz için...
İstedikleri de oluyor zaten...
Ülkenin asıl gerçeğinden kopuk yapay öfkelerle uyutuluyoruz...
Elli yıl önceki o derin uykuda değiliz artık elbette ama uyanık da değiliz...
Soğuk bir havada ıslak çarşaflar üzerinde yatmak zorunda kalan yorgun bir insanın tedirgin uykusunu uyuyoruz, ne uykuya dalabiliyoruz, ne uyanabiliyoruz...
Sizce, 1915’te gerçekten ne olduğunu merak ediyor muyuz?
Soykırım mı değil mi tartışması bir yana, aslında ne yaşandığıyla ilgileniyor muyuz?
Tabii ki hayır...
Tabii ki ilgilenmiyoruz...
Ermeni kimdir, Kürt kimdir, Rum kimdir, Yahudi kimdir bilmiyoruz bile...
Ne acılar çekmişler; korkuları, çaresizlikleri neler olmuş bilmiyoruz...
Hepimiz 75 milyonluk bir çetenin üyesi gibiyiz...
Bunu saklamak için yalanlar söyleyip övündükçe övünüyoruz...
Hepimiz derdimizin ne olduğunu gayet iyi biliyoruz aslında ama bilmiyormuşuz gibi yapıp yalanlarla tempo tutuyoruz.
Artık başkalarına değil de kendimize kızmanın, kendi gerçeklerimizi gözden geçirmenin, kendi toplumumuzun gerçeklerini yüreklice kabul etmenin zamanı gelmedi mi?
Çarşamba gecesi TGRT Haber’de Mehmet Altan’ı izliyordum...
Duyduğumda önce kahkaha attım ama sonra içimi sızlatan bir şey söyledi:
‘Muhalefet lideri Ermeni değil ki...’
Bu ülkede bizim Başbaka’nın Ermenileri sevmesi, onları siyaseten kazanmak istemesi, onlardan özür dilemesi için muhalefet liderinin Ermeni olması, kendi Ermeniliğine sahip çıkmaması gerekiyor...
Çünkü başka hiçbir gerçek, hiçbir acı, hiçbir toplumsal baskı Başbakan’a gerçekleri söyletemiyor bu konuda.
Bıktım bu yapay siyasetten.
Fransız politikacıların ihtirasından yararlanıp “milliyetçilik” üzerinden oy avlanmasından.
Ermeni meselesi sizin için bu kadar hayatiyse...
Bırakın Sarkozy’yi, Fransa’yı falan da 1915’te neler oldu kendiniz araştırın, kendiniz tartışın.
Ben daha Ermeni meselesinde gerçekçi bir analizin siyaset dünyasında yapıldığını duymadım.
Duyduğum, bağırış, çağırış, hamaset.
Boşverin Fransa’yı da siz söyleyin 1915’te Ermenilere ne olduğunu.
Ama mesele Ermeniler değil, 1915 de değil... Mesele, bu gürültüde Susurluk’u, Ergenekon’u, derin devlet cinayetlerini unutturmak.
1915’teki “derin devletin” cinayetleri, 2000’deki derin devletin cinayetlerine pansuman oluyor...
Bu da taze cinayetlerin unutturulmasını sağlıyor.
Olan bu.