Haberin Devamı
Siz de benim gibi mükemmeliyetçiyseniz şu usul usul yağan karda bile rahat rahat bir kardan adam yapamazsınız kızınızla...
O minik elleriyle siyaha boyayıp evden getirdiğiniz küçük patatesleri kardan adamın gözlerine koyar, siz, ‘ama böyle yamuk oldu, çıkartalım tekrar takalım’ diye tutturursunuz...
O kendi en sevdiği atkısını takmak ister kardan adamın boynuna, siz, ‘ama atkını ıslatmayalım, istersen ona bu eski atkıyı takalım’diye düzeltirsiniz hemen...
Ne kendinizi beyazın huzuruna bırakırsınız ne de küçük kızınıza huzur verirsiniz...
Çünkü size göre her şey mükemmel olmalı...
Tanrı’nın yarattığı her şey mükemmeldir aslında...
Biz kardan adam yaparken, kurumuş ince dalları kardan bembeyaz olan ağaçlara kuşlar konuyor arada bir...
O kuşları Tanrı yarattı...
Kanatlarının uçlarının kıvrıklığına, o sadece sırtlarındaki tüyün maviliğine, ürkek gözlerine hayran olursunuz...
Bu mükemmelliğe kendinizi teslim edersiniz...
Sırt üstü, hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi önemsemeden karlara yatarsınız...
Gözlerinizi gökyüzüne dikersiniz...
Üstünüze karlar yağar, siz o küçük kar tanelerinin gökyüzünden ilk koptuğu anı görmeyi istersiniz ama gökyüzüne ne kadar baksanız da o anı göremezsiniz...
Ancak size yaklaştıklarında fark edersiniz onları.
Sonra mükemmeliyet giderek anlamsızlığa dönüşür...
Çocukların sesi giderek uzaklaşır...
Ve gözlerinizi kapar, kendinize sorarsınız ‘var olan her şeyin sonunda yok olduğu bir düzeni bu kadar mükemmel yaratmanın manası nedir’ diye...
Yaratıcının vahşi alaycılığı mı?
Neden olmasın...
Mükemmeliyetçiğiz...
Çünkü hayatımızdaki her mükemmel şey, kardan adamın simetrik patates gözleri bile bizi onları yaradana yaklaştırır...
Bazense bütün mükemmelliği darmağın etmek isteriz...
Çünkü mükemmeli her bozduğumuzda kendi eksikliğimize bozukluğumuza, zaaflarımıza yaklaşırız...
İkisinin de yakıcı bir çekiciliği vardır... Mükemmelliğin de eksikliğin de..
Ve çoğu zaman hangisini istediğimizi bilemeyiz...
Ama çoğunlukla Tanrı’nın kurduğu her mükemmelliği bozarız...
Doğada bütün hayvanlar müthiş bir uyum içinde çoğalırlar ve mükemmel bir şekilde ölürler...
Biz cinayetler işler, savaşlar çıkarır ölümün mükemmelliğini bozarız...
Ya da aşkı icat edip, çifleşmenin sade, sakin ve manasız mükemmelliğini paramparça ederiz...
Ama bundan şikayet etmemeliyiz değil mi?
Aşkın doğanın mükemmel anlayışını karmakarışık edecek çılgınlığı, Tanrı’nın alaycılığıyla baş etmemizi sağlıyor belki de...
Yazmak, savaşmak, sevişmek, düşünmek, aşık olmak insanları, manasını bir türlü kavrayamadıkları o tekdüze mükemmellikten kurtarır...
Mükemmel olanın öldürücü yeknasaklığından bizi alıp, alabora olacağımız çılgın dalgalar arasına bırakır.
Üremeyi sevişmeye, sevişmeyi kıskançlıklara, kuşkulara, alınganlıklara, kavgalara, acılara çevirir...
Mükemmeli her bozduğumuzda, Tanrı’yla her yarıştığımızda, bunu kanayarak, yaralanarak, acıdan kıvranarak, kederle burularak, kuşkuyla yanarak öderiz.
Mükemmelliğe yaklaştıkça manasızlaşır, mükemmellikten uzaklaştıkça da yaralanırız...
Tanrı yarattığı her şeyi mükemmel yaratır...
Ama belki o da, yarattığı mükemmelden sıkıldığı için insanları yaratmıştır.
Tanrı, imzasını mükemmeli yaratarak, biz de mükemmeli bozarak atarız...
Tanrı’yla yarışırız...
Her mükemmeli bozarız...
Belki de yaratılma nedenimiz budur.
Gözlerimi açtım, kafamı usulca çevirdim, mükemmel yaptığımız kardan adama baktım...
Hızlıca yerimden kalktım, Leyla’ya “eve gidiyoruz” diye seslendim ve düzgün taktığımız patates gözleri Leyla’nın seveceği gibi yamuk hale getirip, beş yaşındaki o sıcacık eli tutarak güvenle eve doğru yürüdüm...
İşte bu mükemmeldi...
Ben de bunu asla bozmak istemiyordum.
Mükemmelin her zaman sıkıcı olmadığını o minicik el bana gösteriyordu çünkü.