Ali Koç ile Şekip Mosturoğlu’nun birlikte katıldığı TV8’deki programı seyrettim.F.Bahçe Kulübü’nün şike süreci ile ilgili hangi argümanı geliştireceğini kavramak açısından çok faydalıydı.4 saatlik programın bir bölümünü canlı bir bölümünü de banttan izledim.Şike sürecinin başından itibaren F.Bahçe’nin şike yapmış olma ihtimalini açıkça dile getirdiğim ve bu konuda Aziz Yıldırım tarafından dava edildiğim için programı renksiz bir gözlükle takip etmeye çalıştım.Ne sarı-kırmızı düşündüm ne sarı-lacivert...Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor Ali Koç Türk yönetici standartlarına göre sıradışı bir performans sergiledi.Gerek konulara hakimiyeti, gerek vakur hali bana inandırıcı geldi.Şekip Mosturoğlu da altı aylık Metris günlerinin olumsuz izlerini üzerinden atmış gözüküyordu.Sadece Faik Çetiner ile Sinan Engin’i pek anlamadım.F.Bahçe’nin iki önemli yöneticisinin TV8’e çıkması hem reklam hem de itibar açısından önemli, buna bir itirazım yok.Ama soru yöneltme biçimleri ve can alıcı noktaları süzememeleri bana tuhaf geldi.Belki de onlar için sorulardan çok cevapların önemi vardı, bilemiyorum...Ama “Başkanım, başkanım” tarzı üslubu ben pek sevemiyorum galiba…Çok haklı! Çünkü...Ali Koç, Türkiye’nin en zengin ailelerinden birinin temsilcisi...Ancak söz konusu inandırıcılık ve itibar olunca paranın etkisi kaybolur ya, Ali Koç bunun dengesini iyi ayarladı.Örneğin değindiği konular özenle seçilmişti.Genelde F.Bahçe’nin haklı olduğu noktalara parmak bastı. Tartışmalı konulara hiç değinmedi. Dolayısıyla kulübünü savunmuş ama yalan da söylememiş oldu. Mesela:1- Mehmet Ali Aydınlar’ın süreci başından itibaren doğru yönetemediği ne yazık ki ortada... TFF’nin zigzagları yüzünden F.Bahçe’nin uğradığı kayıpları, UEFA’ya karşı ne kadar zor duruma düştüklerini tane tane ve çok iyi anlattı.2- F.Bahçe’nin uğradığı maddi kayıpların, borsada kaybettiklerin değerin ve itibarın anlatıldığı bölüm de uzun ama mantıklıydı.3- Medyaya karşı sergilediği tepki yerindeydi. “Türk sporunu maalesef medya yönetiyor” diyecek kadar net, “Ama bizim de yönetimler olarak kendi ölçülerimizi koymamız, medyayla ilişkiyi abartmamamız lazım” diyecek kadar ölçülüydü. Benim anladığım özellikle Telegol türevi programlardan şikayet etti. Ki, ben de ediyorum açıkçası...4- Aziz Yıldırım’sız kulübü yönetirken çektiklerini anlatırkenki ifadeleri de F.Bahçe’nin yaşadığı duygusal travmanın izlerini taşıyordu. Haklı buldum ama sonuçta hiç kimse de kimseyi boş yere suçlamıyor, ortada çok ciddi iddialar var.5- Sonuçta Ali Koç hitabeti, görüntüsü, zarafeti ve inandırıcılığı ile F.Bahçe’ye başkan olabileceğini çok net gösterdi. “Benim de gözümün üstünde kaşım var”, “Dedem yaşasa bana yöneticilik yaptırmazdı”, “Karım göreve devam etmemi istemiyor”, “Ben deli bir F.Bahçeliyim” tarzı söylemleri, sözünü kesmeye kalkan Faik Çetiner’e “Bir dakika! Lafımı bitireyim ondan sonra sor” diye çıkışması, kendisine biraz fazla zorlama yapılan doğum günü kutlaması sırasında “Beni doğum günümde buraya yolladığı için karıma teşekkür ederim” demesi doğal ve sıcaktı doğrusu. Ve Ali Koç’u olduğundan daha sempatik gösterdi.Çok haksız! Çünkü...- Ali Koç’un şike ile ilgili söylemlerinde eksik taraflar vardı. Örneğin özellikle Şekip Mosturoğlu başta olmak üzere diğer futbol tahliyelerinden sonra F.Bahçe’ye açık biçimde “beraat etmiş” ve “suçsuz” muamelesi yapılıyor. Ben de Aziz Yıldırım’ın da tutuksuz yargılanabileceğini düşünüyorum. Ama “suçsuz” diyebilmek için henüz erken... Ne yazık ki Türk mantalitesi savunmaları duyduktan sonra tapelerde konuşulanları unuttu. Tapelerde konuulanlara ne şimdi peki?- Ali Koç’un özellikle bahsetmediğini düşündüğüm yerler zaten Şike Davası’nın “açık” taraflarıydı. Ne İbrahim Akın’dan söz edildi ne Eskişehir maçları öncesi yaşananlardan... İddianamenin eksik tarafları masanın üstünde kaldı hep... Onların konuşmaması normal olabilir ama Faik Çetiner’in bunları sormaması hiç doğal değildi doğrusu! Tapeler çöp sayıldı, savunmalar abartıldı.- Beni en çok şaşırtan ise şike konuşmalarında ağırlık taşıyan mafya eğilimli isimlerden hiç bahsedilmemesi... Sanki o adamlar gökten zembille indi, şike mevzuu olduktan sonra da buharlaştı. F.Bahçe Kulübü’nün bu tip adamları niye istihdam ettiğini açıklaması lazım. Bu iş sonunda “Aaaa!Zaten şike olmamış. O mafyalar bizim paraları almış, karşı tarafa da vermemiş” noktasına gelirse durum tuhaf olur. Çünkü F.Bahçe adına gayet muntazam çalışmış bir ekipten bahsediyoruz. Şikeyi başarıp başarmadıkları emniyet ve savcının delillerle kanıtlaması gereken bir durum. Ama ortada bunun için bir hayli uğraştıkları belli.- Ali Koç’un şu lafını da düşündüm bir süre:“Şike sürecinde Trabzon’un bizimle uğraşmasını anlıyorum. Çünkü onlar ligi 2’nci bitirdiler ve şampiyonluk kupasını istiyorlar. Oysa G.Saray’ın konuyla hiç alakası olmamasına rağmen bizi şikayet etmesi ve konuyu sürekli canlı tutması anlamsız...”Tamam G.Saray’da şike mevzusunda ölçüyü kaçıran yöneticiler var, Adnan Öztürk gibi... Ama G.Saray’ın da tek derdi gelecek sezon Avrupa Kupaları’na katılabilmek... Eğer ceza süreci tavsar ve Türkiye ceza alırsa bu nedenle Avrupa yasağı almaktan korkuyorlar...Ali Koç bu noktada da zekice G.Saray’ı iğneledi ama mantık hatası yaptı.Kare as değişiyorSonuçta Ali Koç’un konuşması F.Bahçe’nin düzgün bir üslupla kendini savunması, F.Bahçe’nin kendini ve yaşadıklarını anlatması açısından etkiliydi.Türk futbolunun yeni bir itibar yönetimi sergilemesi gerektiğini; bağırıp çağıran, taraftarı kullanan, manipülatif yönetici profilinden kurtulup aydınlık, temiz ve inandırıcı yeni isimler bulması gerektiğine inanıyorum.Ali Koç’u ikinci kategoriye rahatlıkla sokabiliriz.Onun dışında Beşiktaş’a başkan olan Fikret Orman, G.Saray’ın iş dünyasından transfer ettiği Ünal Aysal, Beşiktaş’taki hatalarından ders çıkarıp TFF’de daha başarılı bir performans sergileyeceğine inandığım Yıldırım Demirören’le beraber farkında olmadan bu profil değişiyor zaten... Daha medeni, daha adil, daha itibarlı ve daha avrupai…
Pazar sabahlarını seviyorum.Eve yayılan çay kokusunu...Telaşsız hali...Sevdiklerimin etrafta olmasını...Gazeteleri okudukça yere atmayı...Onlar sırayla çevreye yayıldıkça ‘bugün Pazar istediğimiz kadar ayaklarımızı uzatabiliriz’ keyfinin rahatlığını...Bu Pazar da yine öyle yaptım.Koltuğa gömüldüm, okuyup okuyup gazeteleri etrafa saçtım.***Sevdiğim köşe yazarlarını okuyarak başlarım ben gazete okumaya...Genellikle gazetelerin birinci sayfalara en son bakarım.Pek çok gazetenin vitrinine inancım zayıf çünkü.Sonra daha az sevdiklerime, sonra daha da az sevdiklerime, en son da yazdıklarını sevmediklerime bir göz atarım ve Türkiye’de neler oluyor anlamasam da ülkenin ruh durumunu kavrarım.Dün de köşe yazarlarını okudukça şunu gördüm, 4+4+4 tartışması daha sürecek gibi.Fakat mesele en doğru yerinden mi tartışılıyor onu tam bilemiyorum...***28 Şubat sürecinde ordu, imam hatip liselerinin orta bölümlerini kapattı.Adına “kesintisiz 8 yıllık eğitim” dedi.AK Parti hükümeti geçtiğimiz Cuma TBMM’den geçen kanunla “imam hatip liselerinin orta bölümlerini açıyorum ben” dedi.Adına da “4+4+4” dedi.Bu ülkede en çok sınav sistemi ve eğitim düzeniyle oynanır.İçerik hep aynı sönüklüktedir…Kimse çocuklara daha iyi şeyler öğretmek istemez…Ama girecekleri sınavlar her yıl yöntem olarak değişir.Bana hep belediyelerin kaldırımları kırıp kırıp yeniden yapması gibi gelir bu.***Şimdi de aynısı oldu.Eğitim sistemi değişiyor ama eğitim aynı…Ak Parti 28 Şubatçılara karşı bir maçı daha aldı ama eğitim aynı…Herkes bunu tartışıyor ama eğitim aynı.4+4+4 yerine 3+1+ 2+2 +4 yapsanız ne olur?Eğitimin içeriği aynı, müfredat aynı, 4+4+4 neyi değiştirecek ki?Bu sistemin çocukları zorlayacak bir yanı var elbette…Tartışılmayan eğitim içeriğinin, sınav sisteminin yok mu?Bu tartışmalara bayıla bayıla giren herkese soruyorum, en son ne zaman bir ders kitabı karıştırdınız?İlköğretim, ortaöğretim, lise kitaplarının içeriklerini gördünüz mü hiç?Eser Karakaş, ‘Üniversitelerde bile hala devrim tarihi dersleri okutulmakta, hocalar (!) tahtaya İnönü, Sakarya savaşlarının planlarını çizerek ders (!) vermektedirler.’ diye yazmış.***Çocukları dünyanın gelişimine aynı hızla taşımayan bu eğitim sistemini kökten değiştirmek için neden kavga etmiyoruz?Hiçbir açıdan öğrencileri hayata hazırlamayan, kuru, çelimsiz hatta yalan bilgileri ezberletip ezberletip onları her sene farklı sınavlara sokan bir eğitim sisteminin yerine tümüyle yeni ve çağdaş bir system kurmak için neden dövüşmüyoruz?İmam hatipler açılsın mı açılmasın mı, bu mu eğitim siteminin tek sorunu?Böyle bir konuyu bu şekilde ancak bu sistemde yetişmiş sığ politikacılar bu şekilde tartışır bence.***İmam hatipler açılsın, isteyen çocuğunu göndersin.Ama aklını imam hatiplere takıp başka bir şey görmeyen insanlar yetiştiren bu acaip sistem değişsin asıl.Esas sorun, böyle bir sistemi kim kuracak?“İmam hatipler açılsın en büyük meselemiz budur” diyenler mi yoksa “imam hatipler açılmasın en büyük meselemiz budur” diyenler mi?Bence bunların ikisi de sistemi değiştirecek bir akla ve vizyona sahip değil.Yok mu başka birisi?Aklını bu sığlıktan kurtarmış birisi yok mu?Öyle birileri olsa zaten pazar günlerini de rahat geçirir, böyle şeyler yazmak zorunda kalmazdık.Neyse, bu kadar bekledik, biraz daha bekleriz öyle birileri çıksın diye.
Oyunculuk atölyesine başladım başlayalı, insanın aslında kendisi dışında hiçbir şey anlatmadığını, hiçbir şey söylemediğini, ne kadar çabalarsa çabalasın kendisi dışında biri olamadığını iyice anladım.Kendimize dair her şeyi sakladığımızı düşünürüz oysa...Yalnızca suyun üstünde yüzenlerden konuştuğumuz için, derinlerde olanlardan konuşmadığımız için, sahici olana dokunmadığımız için gerçeğimiz gözükmez zannederiz.Oyunculuk kursunda, insanın sadece kendisini oynadığını iyiden iyiye kavradım.Siz ne kadar suyun üzerindeki kurumuş yapraklardan bahsederseniz bahsedin, her “yaprak” dediğinizde suyun altında sakladıklarınız, anlatmadıklarınız, dokunmaya korktuklarınız gözüküyor.***Oyunculuk atölyesinde öyle çalışmalar yaptırıyorlar ki -özellikle Metod Oyunculuğu dersinde, size uzun uzun anlatmak istiyorum aslında Metod oyunculuğunu bir başka yazıda- yedi tül dansındaki Salome gibi çıplak kalıyoruz sonunda.Her derste bir tül kaldırıyorlar.Her tülün altından siz çıkıyorsunuz.Yedi defa kaldırıyorlar, yedi defa siz çıkıyorsunuz.On defa kaldırıyorlar, on defa siz çıkıyorsunuz.Ezmediğimiz tek bir isteğimiz, öldürmediğimiz neşemiz, kurutmadığımız tek bir arzumuz kalmayana dek bastırıyoruz kendimizi ama yine biz çıkıyoruz her tülün altından.Hayatlarımızı solduruyoruz ama küçük bir dokunuşta rengarenk çıkıyorlar karşımıza...***O tülleri kaldırıp altında saklı olanı görmeyi öğrenirken, bir gün bakıyorsunuz ki artık “saklı” olanları tülleri kaldırmadan da görebiliyorsunuz.Küçücük bir mimik, belli belirsiz bir jest, sesteki hafif bir çatlama size ele veriyor.Ne kadar çok saklamaya çalıştığınızı ve ne kadar saklayamadığınızı anlıyorsunuz.Saklanamadığını bilmek ilk başta ürkütüyor insanı.Sonra sorular soruyorsunuz.Neyi saklamaya çalıştığınızı soruyorsunuz.Niye saklamaya çalıştığınızı soruyorsunuz.Bir hesaplaşma ve bir arınma dönemi başlıyor.***“Nedir içimizdeki bitmeyen savaş” diye soruyorsunuz.“Kazanamadığımız halde neden kendimizle savaşıp, kendimizi hırpalıyoruz” diye soruyorsunuz.Çünkü anlıyorsunuz ki...Öfkenizde...Kıskançlığınızda...Beğenmediklerinizde...Küçümsediklerinizde...Çıkıyorsunuz ortaya.Aniden aklımıza geldiğini zannettiğimiz fikirlerde gözüküyoruz en çok da...***Oyunculuk atölyesinde sizi kendinizden öyle soyuyorlar ki geriye siz kalıyorsunuz...Ve bir bakıyorsunuz neyi saklıyorsanız aslında o sizsiniz, o sizin özünüz.Peki o özü neden böyle delice bir çabayla saklamak istiyoruz?Galiba, o özün başkaları tarafından beğenilmeyeceğinden korkuyoruz, yeterince parlak, alımlı, lekesiz, zaafsız olmamasından ürküyoruz.Sonra asıl lekenin sahtelik olduğunu, asıl zaafın saklamaya çabalamak olduğunu kavrıyorsunuz.Kendinize, kendi gerçeğinize yolculuk böyle başlıyor.Kendinizi olduğunuz gibi görmeyi ve olduğunuz şeyi zaaflarıyla kabul etmeyi öğreniyorsunuz.Bu, sanırım güçlenmenin, gerçek olabilmeyi göze almanın ilk adımı.Uzun bir yolculuk bu, başlarda epey acıtıcı ama gittikçe güçlendiren, gerçekleri taşıyabilecek bir sağlamlığa eriştiren bir yolculuk.***Yapamam mı diyorsunuz?O halde siz de benim gibi kendi oyununuzu bulun...Siz kendi gerçeğinize kavuşun, bırakın adı da oyunculuk atölyesi olsun bu oyunun...
Bu ülkenin politik girdabı siz farkında olsanız da, olmasanız da içine çekiyor sizi.Hayatla, dünyayla,Türkiye’yle ilgileniyorum zannederken aslında ilgilendiğiniz herşeyden kopuyorsunuz usulca...Farkına bile varmıyoruz neler çürüyor hayatımızda.Bu ülkenin siyaseti sığlaştırıyor hepimizi...Unuttuk edebiyatı...Unuttuk neşeyi, sanatı, felsefeyi, matematiği...***Dün Taraf Gazetesi’nde Telesiyej köşesinde çok ilgimi çeken bir haber okudum.Telesiyej yazarı, kinetzon kutlama toplantısına davet edilmiş...Anladığım kadarıyla o da gidene kadar ne olduğunu bilmiyormuş bunun.Sadece kendisini davet etmek için arayan kişinin nazik ve sıcak dili ona ‘gelirim’ dedirtmiş.Yazar Pakrat Estukyan’ın 2011 sonunda çıkan kitabı Hay Hikayeleri için yapılan bir kinetzon töreniymiş bu.Bu tören Ermeni kültürü için önemliymiş.“Kini” Ermenice şarap, “tzon” ise kutsama demekmiş.Törende Hay Hikayeleri ile ilgili konuşmalar yapıldıktan sonra kitabın sayfaları şarapla ıslatılmış...Artık o kitap çok özel ve değerli bir nüsha olmuş bu kutsamayla...Törendeki mini akerdeon resitali, iki küçük delikanlının verdiği mini piyano resitali de cabası...Bir yazar, bir kitap, bir gelenek...Gerçekten çok etkilendim...Edebiyatı özlediğimi burnumdaki sızıdan fark ettim...***Hayatın içinde beyinsellikle ilgili ne varsa kazıyıp attık sanki...Duyguları, yaratıcı fikirleri, esprileri karanlığa gömdük ve o karanlığın içindeki kör dövüşe takılıp kaldık...Yazarlarımızı bile kaybediyoruz bu ülkede...Hepsi demeyim ama çoğu bu ülkenin dertlerine, yaşam yerine geçen ölüme, çetelere, darbelere çevirmiş gözlerini...Daha iyi bir ülkede nasıl yaşarız diye dövüşüyorlar... Üstelik uzun yıllardan beri...Bana sorarsanız hepsi kendi mesleklerine ihanetin çizgisinde duruyorlar mecburen...Bu ülke en çok edebiyatından vuruluyor aslında...***Siyaset ve para.Hayat sanki bu ikisinin etrafında dönüyor.Sadece “fast food”la beslenen obezler gibi kolay tüketilen, şişmanlatan ama gittikçe sağlıksızlaştıran ucuz gıdalarla beslenerek zihnimizi şişiriyor ama ona yaratıcı bir enerji katamıyoruz.Hayattan aldığımız zevk en azına iniyor.Zevk alma yeteneğimizi kaybediyoruz çünkü.İnsanlık tarihinin bize sunduğu büyük hazineleri ıskalıyoruz.Bugün siyasetle ve parayla ilgili ne piştiyse onu tüketiyoruz, binlerce yıllık birikimi, bir günün kısacık zavallılığına indirgiyoruz. Edebiyatı sanırım bunun için seviyorum, bugünden kurtarıyor beni, geçmişi ve geleceği hayatıma katıyor, zamanımı genişletiyor.Galiba en büyük zenginlik de geniş, büyük, derin bir zamana sahip olmak, bir hayatı bugüne sıkıştırılmış tek bir insan gibi değil, zamana yayılmış bir insanlık gibi yaşayabilmek.Bunu da ancak edebiyat sağlıyor.
Erdal Öz Edebiyat Ödülü Murathan Mungan’ın.Bu haberi duyduğum sırada Murathan Mungan’ın yeni kitabı Aşkın Cep Defteri vardı elimde.Olabilecek en hoş tesadüfle öğrenmiştim bu haberi…Gülümsedim kendi kendime…Bir kahve söyledim hemen…Sonra bıraktım kendimi hayallerime…***Erdal Öz…Ünlü yazar, babamın yayıncısı, dostu.O şakacı, kendine güvenli, boğuk sesini duydum kulaklarımda…Bana takılır, beni güldürürdü…23 yaşında yazdığı Odalarda kitabı geldi aklıma sonra…Nasıl sevmiştim okuduğumda…Sevginin, cinselliğin, dostluğun, aşkın, nefretin birbirleriyle kesişip kesişip nasıl da biçim değiştirerek farklı yönlere aktığını anlatıyordu.Sevdiği ve evlendiği bir kadın karşısındaki odada bir başka erkekle sevişirken kendi odasında acıyla kavrulan ama tuhaf da bir cinsel haz duyan kasabalı bir gencin yaşadıkları…***Ben de 22 yaşındaydım onu okuduğumda…Babam söylemişti, ‘Erdal bunu yazdığında senin yaşındaymış’diye…Erdal Öz, Odalarda romanını ilk 23 yaşında yazmış.Sonra 35 yıl sonra tekrar elden geçirip, birçok yerini düzelterek yeniden yazmış…Aynı romanı farklı yaşlarda farklı şekillerde iki kere yazmış yani.Odalarda’yı okuduğum günler.Erdal Öz’ün o sevecen güleç yüzü.***Sonra Murathan Mungan geldi…O kibar gülümsemesi ve sanki söylemek istediği daha çok şeyler varmış da söyleyememiş gibi bakan gözleriyle…‘Sana bir sürprizim var’dedi.Aşkın Cep Defteri’ni açar açmaz anladım. Kitap ‘Yazınca da geçmiyor’ diye başlıyor…Hayatımın çok önemli bir dönemini ele geçirmiş, hâlâ ısrarla okuduğum, vazgeçemediğim, okumaya doyamadığım satırların kitabı ‘Yaz Geçer’e atıfla başlıyor yeni kitap…Yalnız bir Opera…Bilardo Topları…Terastaki Havlu…Kimbilir kaç kez, kaç ayrılıkta okudum bu Yaz Geçer’i…***Aşkın Cep Defteri de Terastaki Havlu ile karşılıyor sizi…Ardından Bilardo Topları…Kayıp Pena içinizdeki yaranın kabuğunu çarçabuk kaldırıyor daha 17. sayfada…Tadını çıkararak okuyorum kitabı…Yavaşca…Yaralarımı korkusuzca açıyorum Murathan Mungan’ın satırlarına…İsteyerek, bilerek kanayacağım her okuyuşumda.***Garson ‘ bir kahve daha alır mısınız” demese daha ne kadar öyle dünyayı unutmuş bir halde oturacaktım orada bilmiyorum.Bir kahve daha söyledim ve başladım yazmaya:Karşılık beklemeyen sevgilerden, ‘herkesten fazla sevme’ yarışlarından korkmalı bence.Tuhaf bir başlangıç oldu belki de…Yapamasak da şöyle “bir emir” olduğunu biliyoruz değil mi, “karşılıksız sev.”Sevilmeyi talep etmeden sevenlerin sevgisinden değilse bile ruhlarındaki tehlikeli çatlamalardan, o sevginin zehirlenmesinden kuşkulanmamız gerekir…Çünkü insan sevdi mi sevilmek ister.Herkesten fazla sevenler herkese düşman olurlar sonunda.Hatta sevdiklerine bile…***Yazarlar, insanı yazdıklarıyla savurabiliyorlar bir yerden bir yere.Duyguları, düşünceleri insanın derininden gün yüzüne çıkartıyorlar.İnsanın ruhunu sarsarken zamanı da yok edebiliyorlar.Erdal Öz’ün adı beni yıllarca önceye,Murathan Mungan’ın adı beni defalarca kanatan satırlara savurdu.Öyle durdum bir an, öyle çok şey yaşadım ki o kısacık anın içinde.“Yaz geçiyor”, hayat geçiyor, her şey geçiyor.Yazılar kalıyor sadece geriye.Yazarlar kalıyor …
Hasan Cemal ne güzel söyledi…‘Hükümetin bu Kürt planı başbakanın 90’lara döndüğünü gösteriyor.’Aslında ne kadar ürkütücü, tüyler ürpertici bir tespit.2012 yılındayız ve ‘Başbakan Kürt sorunu çözümünde 90’lara döndü’ diyoruz…Diyoruz ve geçiyoruz…***Türkiye’nin ölümle ilişkisi gittikçe garipleşiyor.Önceleri korktuğumuz ölüme şimdilerde öyle alıştık ki nerdeyse ölümle eğlenir olmaya başladık.Delik deşik cesetler…Polis baskınları…Bunları elleri bayraklarla alkışlanması…Ölenlerin fikirleri, amaçları ne olursa olsun birer insan olduklarının unutulması…İnsanların hep düşman kalması…Savaşın otuz yıldır sürmesi…Bize normal geliyor.Bu normallik ruh sağlığımızda ciddi çatlaklar açıyor ama aldırmıyoruz.***Her gün ne kadar çok genç insan ölüyor bu ülkede.Askere gönderiyoruz ölüyor…Dağa çıkıyor ölüyor…Göz altına alınıyor ölüyor…Ve gençler ölürken yaşlılar hala nutuk atıyor.Diyorlar ki ‘Apo’yla ve PKK ile artık görüşmeyeceğiz.’Gençlerin yarısı ‘şehit’, yarısı ‘hain’ olarak ölüme gönderilirken ülkenin hükümeti yeni çözüm politikası olarak bunu söylüyor.Görüşmesinler de…Görüşmemek Kürt sorununu çözmeye yetiyormu?***Basına sızan hükümetin Kürt politikası konusunda yazılan yazılar ve gösterilen tepkilere başbakan ‘haksızlık’ diyecek eminim…‘Karşımızda silahlı bir örgüt var anlamıyor musunuz’ diyecek belki de.Kürt halkının isteklerini duymazdan, görmezden gelerek silahsız bir çözüme geçilmesinin imkansız olduğunu kabul etmeyerek sadece kızacak yine.Ölümün bir salgına dönüştüğünü, bunun bu ülkeyi yönetenlerin hatası olduğunu hiçe sayarak işleri daha da acılaştıracak olan bu yeni stratejiyi sunuyorlar…Olanlara ve olabileceklere hiç aldırmıyorlar.***Bu ülkenin gençlerini, çocuklarını ‘bu benden, bu benden değil’ diye ikiye ayırıyorlar…Poşu takan gençlere ‘hain’ diyorlar.Kürt sorununun çözümünde yeni strateji falan diyerek Kürt sorununun özünü unutuyorlar.Bu stratejiyi savunanlar, bizim bunları anlamadığımızı düşünenler bana hep aynı sahneyi hatırlatıyorlar.Birçok filmde gördüğümüz o sahneyi. …Yatakta başka bir kadınlayken aniden kapı açılır, içeri karısı giren adam, bir taraftan üzerine bir şeyler giymeye çalışırken bir taraftan karısının peşinden koşarken bağırır ya, ‘sandığın gibi değil’ diye…İşte o sahneyi.***Hep merak ederim…‘Sandığımız gibi değil de ne?’ diye…Hükümetin yeni stratejisini okuduğumda da işte tam bunu hissettim…Kimle görüşmeyeceğinizi, kim ‘efendi’ olursa onunla görüşeceğinizi, ‘terörü ezeceğinizi” söyledikten sonra “bundan bir şey çıkmaz’ diyenlere de “sandığınız gibi değil” diye cevap veriyorsunuz.Sandığımız gibi değil.Peki ne?Kürtlerin yüz yıldır süren sorunlarını nasıl çözeceksiniz?Anadilden, özerklikten söz etmeden sadece çatışmayla bu sorun nasıl bir çözüme ulaşacak?Ben size bir şey söyleyeyim mi, aslında tam da bizim anladığımız gibi…Siz bu işi çözmeyeceksiniz.Bunu gözden saklamak için de yirmi yıl önceki lafları ‘yeni’ diye önümüze koyuyorsunuz.
Çocukluğumdan beri meraklıyımdır…İnsanların kendilerinin bile bilmediği onlara ilişkin dolambaçlı duyguları, tepkileri, davranışları anlamaya…Tahmin etmeye…Bunu en çok kendime meraklı olduğum için yaparım aslında…İnsanları anlamaya çalışarak kendimi tanımak isterim.Saatlerce bir kafede, otobüs durağında, bankalarda, sokaklarda insanları izlerim…Küçücük, kimselerin fark etmeyeceği hareketlerine bakarım…O hareketten koca bir hayatı anlamaya çalışırım.Ve hep saklananları görürüm nedense…Hepimiz onları görürüz aslında bakarsak…Sakladıklarımızı görünmez sanmamız kendimizi akıllı, diğerlerini aptal sanmamızdandır…Hepimiz itinayla gerçek ‘biz’i saklıyoruz…Peki gösterdiğimizin ne kadarı gerçek biziz?***İki hafta önce oyunculuk atölyesine başladım.Oyuncu olmak istemiyorum ama bir oyuncunun sahnede olduğu kadar özgür olmak istiyorum hayatta…Bedenimi, sesimi, ruhumu tam da istediğim gibi yönetmek istiyorum…Sınırlarımı, korkularımı, egomu, ihtirasımı salıvermek istiyorum…Derinimde ne olup bittiğini sezmek istiyorum…Ne kadarım kendi sahtekarlığıma esir onu anlamak istiyorum…Kilit altında sakladığım gerçek duygularımı görmek istiyorum…Gerçekten düşündüklerimin ne kadarı hayatıma yansıyor, neler var söylemediğim kuytularımda, bir sinir kriziyle ya da büyük bir acıyla ya da muhteşem bir sevinçle kabuğunu çatlatıp ortalara dökülecek neler biriktiriyorum içimde bilmek istiyorum…***Sevip de söyleyemediğim, özleyip de açıklayamadığım neler var…Korkaklıklarım, kaygılarım mı var diplerde yoksa cesaretim mi bir işaret bekliyor benden su yüzüne çıkmak için…Bilmek istiyorum.Düşünsenize çoğumuz ‘günahtan’ korktuğumuz için hayallerimizi kendimizden saklayıp Tanrı’yı bile kandırmaya çalışıyoruz…Şimdi günahları sevmiyor muyuz yani biz?İşte ben bu her şeyi itinayla derinlerine sakladığım içimdeki kutuyu açmak için oyunculuk atölyesine başladım.İlk dersin ilk sorusu da ‘ne kadarınız gerçek sizin’ sorusuydu.***Aslında oyunculuk hepimizin hayatının içinde var.Hepimiz rol yapıyoruz zaten, öyle değil mi?Kadınlar, erkekler, çocuklar, anneler, babalar, politikacılar…Hepimiz işte…Birbirimizi kandırmak için roller yapıyoruz.Hayatla oyun, gerçekle rol hep iç içe gidiyor…Ama bazen insan kendi yalanlarından sıkılıyor başkalarının yalanlarından çok.İşte o zaman hayatındaki rolleri, sahtekarlıkları, olgunlukmuş diye yutturmaya çalıştığı hamlıkları söküp atmak istiyor kendinden.Kendini özgürce yaşamanın en büyük sanat olduğunu anlıyor…Kendi doğasındaki gerçeği bulup gösterme sanatı.Benim için oyunculuk atölyesi de tam böyle bir şey… Hayatımdaki bütün rolleri bırakıp gerçekten rol yapmayı öğrenmek için… Sahnede rol yapmayı öğrenerek, hayatta gerçek davranmayı öğrenmek için…Rol yapmayı öğreniyorum.Böylece, hayatın içindeki “amatör” oyunculuğumdan, rol yapma alışkanlıklarımdan, gerçeği farkına bile varmadan saklamaya çalışan sıkıntılı çabalarımdan kurtulacağımı düşünüyorum.Rol yapmayı öğrendiğimde, kendimi rol yaparken daha iyi yakalayabileceğim çünkü.
Güneşli güzel sabahlardan biri geziniyor dışarıda...Işık akıyor pencerelerden içeri...İçim ısınıyor açık camdan içeri giren kuş sesleriyle...Kendimi olduğumdan bambaşka biri gibi hissediyorum.Daha neşeli olmak...Daha mutlu olmak...Daha enerjik olmak, bana iyi geliyor.Zamanı düşünüyorum...Çok hızlı geçtiğinden yakınıyor herkes...Belki zaman hızlı akmıyor da biz yavaş davranıyoruz, olamaz mı?Belki biz yaşamayı sürekli erteliyoruz ve sonra ertelediklerimizi yapamadığımız için bize zaman hızlı geçiyor gibi gözüküyor.Belki zaman hep aynı akıyor da, biz ağır aksak gittiğimizden bize zaman hızlı gidiyormuş gibi geliyor.Biz hızlansak, zaman yavaşlar belki.***Dün 21 Mart’tı...Baharın delile ihtiyaç olmadan geldiği gün...Geçen sene ne yazmışım diye merak ettim...Zaman, beni, hayatı, sizi, olanları, olacakları değiştirmiş mi diye merak ederek okudum eski yazımı.Dünya durdukça hiç değişmeyecek bilgileri hatırlatarak başlamışım o yazıda.“21 Mart...Baharın başladığı... Doğanın uyandığı gün.Google’da 21 Mart için şunları yazıyor: ‘Güneş ışınları öğle vakti Ekvator’a 90 derecelik açı ile düşer. Gölge boyu Ekvator’da sıfırdır. Güneş ışınları bu tarihten itibaren Kuzey Yarım Küre’ye dik düşmeye başlar.Bu tarihten itibaren Güney Yarım Küre’de geceler, gündüzlerden uzun olmaya başlar, Kuzey Yarım Küre’de ise tam tersi olur.Bu tarih Güney Yarım Küre’de Sonbahar, Kuzey Yarım Küre’de İlkbahar başlangıcıdır.Aydınlanma çemberi kutup noktalarına teğet geçer. Bu tarihte güneş her iki kutup noktasında da görülür.Dünya’da gece ve gündüz süreleri birbirine eşit olur. Bu tarih Güney Kutup Noktası’nda 6 aylık gecenin, Kuzey Kutup Noktası’nda ise 6 aylık gündüzün başlangıcıdır.’***Öylesine, aldırmadan içinden geçip gittiğimiz günün, doğadaki manası insanı bu aldırmazlığından utandıracak kadar büyük, değil mi?Alexander Dumas’nın sevdiğim bir sözü var; ‘Çiçeği sevmeyen Tanrı’yı da küçümser.’ Çok severim...Tanrı’nın görebildiğim parçaları olduğuna inanırım.Yakında erguvanlar açacak...Ardından manolyalar çiçeklenecek...Erken açarlarsa mayısta ama genellikle haziran ayının ortalarında olur bu aslında.***Ama bu sene şaşırtacak şekilde, manolyalar aniden çiçek açmış.Bugün Mart’ın 20’si ama manolyalar öyle söylemiyor.İstanbul’da olanlar belki görmüşlerdir, Bebek Yokuşu’ndaki o görkemli büyük manolya ağacı çiçeklenmiş zamansız.Manolyalar açtı mı ardından kiraz dallarında henüz kızarmamış pembemsi minik meyveler belirir.Hayatı doğadan takip etmek zevklidir.***Bırakın insanları, bırakın o insanların sığ fikirlerini, bırakın o fikirlerin tatsız kavgalarını, doğaya bakın...Bu sene manolyalar erken çiçek açmış.Mart sabahının mucizesi gibi.Manolyaların o etkileyici çiçekleri var ya, çok güzel kokarlar. Ama koklarken nefesinizi verirseniz hemen solar ve kararırlar.Bahar başlıyor...Nevruz kutlamaları nasıl geçecek endişesi var herkeste?Bebek Yokuşu’nda zamansız açmış manolya...Dokunursan kararan çiçek...Soldurmadan sevmek, karartmadan yaşamak gerek...”***O manolyayı gördüğüm anı hatırlıyorum...Bir sene geçmiş...Peki bu bir sene hayatı değiştirmiş mi?Hayır...Bize rağmen o manolya yine açmış...Ve bizim yüzümüzden hâlâ Kürt savaşında insanlar ölüyor...Zamanın hızında değil sorun, bizim ağırlığımızda.Hızlı geçse ne olur, yavaş geçse ne olur...Sen sana verilen hayata ne katabiliyorsun ona bak...Manolyalar sen barışı getirmesen de açıyor ama erkekler, kadınlar, gençler, çocuklar sen barışı istemezsenyaşayamıyor...Bu yavaşlık öldürüyor bizi.Yaşadığın ülkeye bakınca, neşen, sevincin, heyecanın soluyor.O güzelim bahar, pencerelerden kaçıp gidiyor.