Haberin Devamı
Oyunculuk atölyesine başladım başlayalı, insanın aslında kendisi dışında hiçbir şey anlatmadığını, hiçbir şey söylemediğini, ne kadar çabalarsa çabalasın kendisi dışında biri olamadığını iyice anladım.
Kendimize dair her şeyi sakladığımızı düşünürüz oysa...
Yalnızca suyun üstünde yüzenlerden konuştuğumuz için, derinlerde olanlardan konuşmadığımız için, sahici olana dokunmadığımız için gerçeğimiz gözükmez zannederiz.
Oyunculuk kursunda, insanın sadece kendisini oynadığını iyiden iyiye kavradım.
Siz ne kadar suyun üzerindeki kurumuş yapraklardan bahsederseniz bahsedin, her “yaprak” dediğinizde suyun altında sakladıklarınız, anlatmadıklarınız, dokunmaya korktuklarınız gözüküyor.
Oyunculuk atölyesinde öyle çalışmalar yaptırıyorlar ki -özellikle Metod Oyunculuğu dersinde, size uzun uzun anlatmak istiyorum aslında Metod oyunculuğunu bir başka yazıda- yedi tül dansındaki Salome gibi çıplak kalıyoruz sonunda.
Her derste bir tül kaldırıyorlar.
Her tülün altından siz çıkıyorsunuz.
Yedi defa kaldırıyorlar, yedi defa siz çıkıyorsunuz.
On defa kaldırıyorlar, on defa siz çıkıyorsunuz.
Ezmediğimiz tek bir isteğimiz, öldürmediğimiz neşemiz, kurutmadığımız tek bir arzumuz kalmayana dek bastırıyoruz kendimizi ama yine biz çıkıyoruz her tülün altından.
Hayatlarımızı solduruyoruz ama küçük bir dokunuşta rengarenk çıkıyorlar karşımıza...
O tülleri kaldırıp altında saklı olanı görmeyi öğrenirken, bir gün bakıyorsunuz ki artık “saklı” olanları tülleri kaldırmadan da görebiliyorsunuz.
Küçücük bir mimik, belli belirsiz bir jest, sesteki hafif bir çatlama size ele veriyor.
Ne kadar çok saklamaya çalıştığınızı ve ne kadar saklayamadığınızı anlıyorsunuz.
Saklanamadığını bilmek ilk başta ürkütüyor insanı.
Sonra sorular soruyorsunuz.
Neyi saklamaya çalıştığınızı soruyorsunuz.
Niye saklamaya çalıştığınızı soruyorsunuz.
Bir hesaplaşma ve bir arınma dönemi başlıyor.
“Nedir içimizdeki bitmeyen savaş” diye soruyorsunuz.
“Kazanamadığımız halde neden kendimizle savaşıp, kendimizi hırpalıyoruz” diye soruyorsunuz.
Çünkü anlıyorsunuz ki...
Öfkenizde...
Kıskançlığınızda...
Beğenmediklerinizde...
Küçümsediklerinizde...
Çıkıyorsunuz ortaya.
Aniden aklımıza geldiğini zannettiğimiz fikirlerde gözüküyoruz en çok da...
Oyunculuk atölyesinde sizi kendinizden öyle soyuyorlar ki geriye siz kalıyorsunuz...
Ve bir bakıyorsunuz neyi saklıyorsanız aslında o sizsiniz, o sizin özünüz.
Peki o özü neden böyle delice bir çabayla saklamak istiyoruz?
Galiba, o özün başkaları tarafından beğenilmeyeceğinden korkuyoruz, yeterince parlak, alımlı, lekesiz, zaafsız olmamasından ürküyoruz.
Sonra asıl lekenin sahtelik olduğunu, asıl zaafın saklamaya çabalamak olduğunu kavrıyorsunuz.
Kendinize, kendi gerçeğinize yolculuk böyle başlıyor.
Kendinizi olduğunuz gibi görmeyi ve olduğunuz şeyi zaaflarıyla kabul etmeyi öğreniyorsunuz.
Bu, sanırım güçlenmenin, gerçek olabilmeyi göze almanın ilk adımı.
Uzun bir yolculuk bu, başlarda epey acıtıcı ama gittikçe güçlendiren, gerçekleri taşıyabilecek bir sağlamlığa eriştiren bir yolculuk.
Yapamam mı diyorsunuz?
O halde siz de benim gibi kendi oyununuzu bulun...
Siz kendi gerçeğinize kavuşun, bırakın adı da oyunculuk atölyesi olsun bu oyunun...