Haberin Devamı
Nasıl özlüyorum…
Çok fazla özlüyorum şimdilerde…
Çünkü geliyor…
Yaklaştıkça daha fazla istiyorum…
Sabırsızlanıyorum…
Neyi mi?
Yaz sabahlarını… Öğlenden sonralarını… Yaz akşamlarını…
Yaz sabahlarının serinliğini, sonra öğlen olmadan yakan güneşi…
Öğlen oldu mu saklandığım gölgeleri…
O gölgelerde uyumayı…
Ya da o uykulu sıcaklığa rağmen bir ağaç gölgesinde uzanıp kitap okumayı…
O sahipsiz, sır saklayan saatlerin yorgun haline rağmen günün en esrarlı saatleri olduğunu sezmeyi…
Kimsenin kimseye dikkat etmediği, gözetlemediği, aldırmadığı rehaveti…
Herkesin kendi düşlerinde olduğu saatleri…
Bildiğiniz yaz öğleden sonralarını işte…
Nasıl da sessiz sakin gözükür hayat yaz öğleden sonralarında…
Çocukluğumdan beri bir gölgeye çekilip o sessizliği izlemeye, hayal kurmaya bayılırım…
Yaz öğleden sonralarında tüm hayat sadece sizinmiş gibi olur…
Sokaklar tenhalaşır…
Deniz kenarlarında sadece kumların üzerinde bırakılmış, kimsesiz gözüken çocuk oyuncakları, üzerlerinde havlular olan boş şezlonglar kalır…
Herkes kendi perdeleri örtülmüş ‘odasına’ çekilir…
Sadece siz ve hayat baş başa kalırsınız…
Zamanın tek sahibi sadece sizmişsiniz gibi olur…
Ve hiçbir şeyden kuşku duymazsınız…
Siz hayatın efendisisinizdir artık…
Ben yaz öğleden sonlarını çok severim…
Sonra akşamüstü başlar…
Yaz akşamüstleri günün en güzel saatleridir.
Günün kendini bir kez daha doğurduğu saatlerdir benim için…
Geceye, gecenin sihrine, serinliğine, her şeyi daha masum gösteren rüzgarına geçiştir…
Güneşin, denizleri, bulutları, evleri, baktığınız her şeyi size parıltılarla sunduğu saatlerdir…
Yeşiller daha farklı bir yeşil…
Maviler daha farklı bir mavi olur gün batarken…
Hiç tanımadığınız bir kırmızı çıkagelir ardından, tüm gökyüzünü ele geçirir…
Yaşadığınıza sevinirsiniz…
Ölmeye korkmazsınız hatta…
Yaz günlerinin o saatleri hayatın en ölümle çarpışıp da kazandığı saattir…
Babam söylemişti, yazmıştı da sanırım, ‘ben, insanın çocukluğunda okuduğu kitapların onun kişiliğini oluşturmasında önemli roller oynadığına inanıyorum’ demişti…
Hiç unutmadım bu cümleyi nedense…
Çünkü o yaz öğleden sonralarında okuduğum her kitapla hayatıma yeni bir satır ekledim…
Hâlâ da ekliyorum…
Yaz öğleden sonralarının kuytusunda bir hayat büyütüyorum…
Bunu tam da farkında olmadan yapıyorum aslında…
Sanki bunun benimle ilgisi yokmuş gibi…
O kitaplar olmasa, o gölge olmasa, yaz öğleden sonralarının o yavaşlığı olmasa bir hayatım da olmayacakmış gibi…
İşte şimdi o yüzden çok özlüyorum yazı, yaz öğleden sonralarını… Yaz gecelerini…
Hayatımı…
Malraux’nun sözünü severim, ‘uğruna ölünmeyen hayat yaşanmaya da değmez.’
Bir kız çocuğu için belki de heyecanla akılda tutulacak bir söz değildi onu ilk duyduğum yaşta.
Ama sanırım her yıl biraz daha içime işledi.
Çünkü gerçekten uğruna ölünmeyecek bir hayat sadece korkuyla yaşamak demek oluyor en sonunda…
Yaz geliyor…
Eğer şanslıysak, önce bahar gelecek, ardından yaz…
Ama benim için yaz öğleden sonraları gelecek asıl…
Hayattan korkmadığım, korkmamayı öğrendiğim saatler…
Taze naneli limonatalar, usulca boşalan sahil, bir küçük kürekle aniden bırakılıp kaçılmış gibi gözüken o küçük, içi kum dolu kova, uykuya çekilen yaşlılar, perdeleri çekilmiş gölgeli odalarda birbirine sımsıkı sarılan gençler…
Bir kitap…
Ben…
Hayat…
Ve cesaret…