Haberin Devamı
Yahya Kemal Beyatlı’nın şiiri ne güzeldir, değil mi?
“Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını,
Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekasını.
Hülyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?
Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!
Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
Ölmeden önce ölmek...
İnsanı nasıl da derinden etkileyen üç küçük kelime…
İnsanın nasıl da çarçabuk unuttuğu üç küçük kelime.
Sürekli olarak yaşamın kenarında dolanıyor ama bir türlü gerçekten yaşamaya cesaret edemiyoruz.
Hep aynı çemberin içinde dönüp duran balık gibi tekdüze, aynı sıkıcı hareketleri tekrarlayarak dünyada vakit dolduruyoruz.
Kalıplarımızı yıkmaya, bildiklerimizi unutmaya, kendimiz gibi olmamızı engelleyen inançlarımızdan sıyrılmaya cesaretimiz yok.
“Ölmeden önce ölmeyi” göze alabilecek kadar cesur ama yaşamaktan korktuğumuzu söyleyemeyecek kadar korkağız.
Anlaşılması ne zor bir çelişki değil mi?
Hem korkuyoruz yaşamaya hem korktuğumuzu bile söyleyemiyoruz.
Çoğumuz düpedüz yaşamaktan korkuyoruz işte...
Yaşamaya kendimizi bırakacak kadar yürekli değiliz.
İsteklerimizi haykırmaya, öfkemizi göstermeye, sevgimizi söylemeye cesaretimiz yok.
En büyük cezamız da aslında bunu biliyor olmamız.
Sanırım en büyük acıları o yüzden başımızı yastığa koyduğumuzda çekiyoruz.
Aslında her şeyi biliyoruz çünkü…
Ama her şeyi…
Peki, niye bu kadar korkuyoruz acaba dolu dolu yaşamaktan?
Ölmekten bu kadar korkarken yaşamaktan da korkmanın ne anlamı olabilir?
Bizi ölümden ayıran, ölümle aramıza koyabildiğimiz tek mesafe olan hayatı hiç yaşamadan nasıl pas geçebiliriz?
Sadece “var olmak”, sadece nefes almak, olmadığımız biri gibi davranarak aslında sevmediğimiz bir hayatı yaşamak nasıl bize yetebilir?
Düşünüyorum...
Görüyorum…
Bir kırmızı balık gibi var olmak yerine gerçekten yaşamaya başlasak, aslında nasıl birer ölü olduğumuzu anlayacağız.
Belki bunu anlamaktan korktuğumuz için kaçıyoruz gerçeklerden?
Yoksa gerçeklerin canımızı acıtacağından mı korkuyoruz?
O yüzden mi yaşarken ölü taklidi yapıyoruz?
Kendimiz olmak yerine bir ölü olmayı tercih ediyoruz.
Ölü taklidi yaparsak canımız acımaz mı sanıyoruz?
Canımız acısa bile bunu kimselere göstermiyoruz.
Bugünlerde seminerlere gidiyorum…
Size daha önce de bahsetmiştim Outlook seminerinden…
Bu hafta sonu o seminerin devamını alıyorum…
Beni gerçekten yaşamaya, kendim gibi olmaya, kendim gibi olmaktan korkmamaya, o kocaman ‘gücümün’ altında nasıl da kırılgan biri olduğuma sevgiyle ‘ikna’ ediyorlar.
İkna ediyorlar çünkü direniyorum…
Tıpkı sizin gibi ölmeden önce ölmeye cesaretim yetiyor da kendim olmaya cesaretim yetmiyor…
Tıpkı sizin gibi her yeni günü bir kez daha çöpe atıp aslında olmadığım biri gibi davranarak yaşıyormuş gibi yapıyorum…
Tıpkı sizin gibi yaşamaktan korktukça ölmekten daha da korkuyorum.
Korkmamayı…
Ve yaşamayı öğrenmeliyim.
Herkes öğrenmeli bence.
Çünkü artık biliyorum ki…
“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”