Kahvemi alıp bilgisayarın başına geçtiğimde radyoda Bruce Springsteen çalıyor, ben de “Hayatımızı ipi kopmuş uçurtma gibi rüzgardan rüzgara savrularak mı yaşıyoruz yoksa hayatın iplerini elimizde tutabiliyor muyuz?”a cevap arayan bir yazı yazmayı planlıyordum.
Atalarımızın yaşadığı travmaların kendimizde, çocuklarımızda tekrar tekrar ortaya çıktığını anlatan yazıma o kadar çok mail geldi ki...
Daha uzun, daha geniş, heyecanı daha yüksek bir yazı yazacaktım.
Merak ettiklerini anlatacaktım okurlara.
Maillerden biri çok hoşuma gitmişti, ondan alıntı yapmak istediğim için mailimi girdim, o maili ararken cuma günü yazdığım yazıya kızan Fenerbahçelilerin yine küfür, hakaret, tehdit dolu mail yağmurunu gördüm.
Bunu hep yapıyorlar, o yüzden üstlerinden atlayarak geçiyorum o maillerin ama bir tanesinin başlığına gözüm takıldı.
Diyordu ki:
“Asıl mizah, bir meme uğruna memleketi satan adamın kızı olmak.”
Twitter’da da buna sık rastlıyorum, Ahmet Altan dendi mi “Meme uğruna memleketi satan adam” diyerek öfkelerini gösteriyorlar.
Nedense bir an çok merak ettim, “Neydi o yazısı babamın?” diye...
Her yerde karşıma çıkıyor o cümle.
Şehir efsanesine dönen o cümle ne anlatıyordu gerçekten?
“O yazı nasıldı?” diyerek “İçimizde Bir Yer” kitabını buldum kütüphaneden ve yazıyı okumaya başladım.
Bir yandan da düşünüyordum:
“Ne cümleymiş, insanların aklından hiç çıkmıyor.”
Okuyunca hatırladım ve yazıya yeniden bayıldım...
“Babamdan izin almalı mıyım?” diye düşündüm ama “Hayır der şimdi” diye hiç söylemedim.
“Aile dizimi” konusunu bir dahaki yazıya bıraktım ve size o meşhur yazıdan bahsetmeye karar verdim.
“Tanrı, kumandanlar ve memeler..” Yazının adı...
Yazıyı bilenleriniz hatırlıyordur, yazı şöyle başlıyor:
“Ben bir tanrıya iman edeceksem kiraz ağaçlarını ve kadın memelerini yarattığı için iman ederim...
Kendi yarattığı kadınları örtülere ve evlere hapseden tanrılarla, savaşları çok ciddiye alan memleketlerle pek ilgim yok benim.
‘Bak çocuğum, şu benim yarattığım memelere, bacaklara, kalçalara bak, şu salıntılı yürüyüşlere bak evladım’ diyen bir tanrıyla dostum.
Arada bir başımı okşamalı benim tanrım, ‘İşini elinden geldiğince iyi yap, sonra da hayatın alabildiğine tadını çıkar’ demeli, dostça uyarmalı beni, ‘İyi yaşa, öbür tarafta neler olacağı hiç belli değil.’
Tapıyorum ben o tanrıya.
Generalleriyle dalga geçen memleketlerde dolaşıyor ve o memleketleri seviyorum.
Bir kiraz ağacıyla bir kadın memesine, onların değerini bilmeyen her memleketi satmaya hazırım.
‘Sat’ diyor zaten benim tanrım, ‘Kadın memelerine bakmayan ve generallerini çok ciddiye alan memleketleri sat gitsin, ilgilenme onlarla, ben sana yalnızca bir memleket değil, koca bir dünya verdim, onu sev, ben sana senin zevklerini, kahkahanı paylaşan yeryüzünün her yanına dağılmış kardeşler verdim, onlarla eğlen.’
İyi bir tanrı benim tanrım. Çok geniş bir memleket benim memleketim. Kiraz ağaçları ve kadın memeleri bizim iman ettiğimiz mucizeler.”
O meşhur cümlenin geçtiği bölüm bu.
Ama yazıda anlatılan hikaye de çok güzel:
“Ve Praksiteles, tanrımızın bize verdiği en muhteşem heykeltraş.
Onun yaptığı heykeli, Romalı Plinius, ‘dünyanın en güzel heykeli’ ilan etmişti. Praksiteles, Atinalı bir heykeltraştı.
Bir gün ressam bir arkadaşıyla Datça yakınlarındaki Knidos’ta bir akşam vakti, sahilin kuytu bir yerinde içkisini içip sanattan konuşuyordu.
Tepedeki manastırdan rahibelerin indiğini gördüler.
Rahibeler sahile gelip elbiseleriyle denize girdiler, biraz serinlemek için.
Aralarından yalnızca biri çırılçıplak soyundu.
Genç kadının vücudunu gören Praksiteles hemen o anda o vücudun heykelini yapmadan yaşayamayacağını hissetti.
Ertesi gün manastıra gidip başrahibeden genç rahibenin heykelini yapmak için izin istedi. ‘Biz karışmayız’ dedi başrahibe, ‘Kendisine bir sorun, kabul ederse heykelini yapabilirsiniz.’
Heyecanlı heykeltraş, genç rahibeyi çıplak heykeli için poz vermeye ikna etti.
Heykeli yaparken kızın hikâyesini de öğrendi.
Genç kız, bir adamı öldürmüştü.
Mahkeme genç kızı ölüme mahkum etmişti.
Yargıçlar idam kararını okudukları sırada, genç kızın artık yapılacak hiçbir şey kalmadığını gören avukatı birden ortaya fırlamış, genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri yırtıp, kızın çıplak bedenini yargıçlara göstermişti:
‘Bu memeleri yok etmeye razı olacak mısınız?’
Genç kızın memelerini gören yargıçlar yeniden toplantıya çekilmişler ve o güzel memelere kıyamadıkları için idam kararını değiştirip kızı bir manastırda yaşamaya mahkum etmişlerdi.
Praksiteles, ‘hayat kurtaran’ o vücudun heykelini yaptı.
Adını, ‘Knidos Afroditi’ koydu.”
İşte kimileri bu yazıyı yazıyor, kimileri hayat kurtaran vücutların heykelini yapıyor, kimileri de ne o yazıyla, ne o heykelle ilgileniyor, sadece o yazıyı yazana, o heykeli yapana düşman oluyor.
Hayat bir seçim.
Neye kızıp, neyi sevdiğin, yaptığın bu tercih, aslında senin kim olduğunu ve nasıl yaşayacağını, hayatla ne tür bir ilişki kuracağını, hayatın neresinde duracağını, duygularının ve algılarının derinliğini, sanatla ve geçmişle ilişkini belirliyor.
Bazen tek bir cümleyi ya da yazıyı pusula yaparak çizdiğin rota, hayatının gideceği yönü gösteriyor.