Bir dağ köyünde bütün hayatı esir almış ağır kış şartlarını düşünün.Kapanmış yolları, çığ felaketlerini, soğukla cebelleşen insanları… Ayakları çıplak yoksul çocukları. Sonra…O hayatı esir alan karların içinden iki cılız ot başını kaldırmaya başlar…Bahar gelmektedir artık…Acacak güneşi ,çiceklenecek ağaçları, mutlu çocuk seslerini, gülecek yüzleri haber verir.İşte şimdi biz de tam bir tutam ot görmüş dağ köylüleri gibiyiz…Belki de savaş bitecek…Belki gençler artık ölmeyecek…Belki Kılıçdaroğlu sonunda gerçek bir lider olacak…Belki Tayyip Erdoğan CHP’nin bu atağının ardında kalmamak için daha büyük, akılcı bir atak yapacak.Belki Ak Parti, CHP’nin şu an yarattığı akıl ve sağduyuya yetişmek hatta geçmek isteyecek. ***Biliyorum, siyasetçilerin en bilmediği yarıştır cesaret ve akıl yarışı ama… Bakarsınız bu sefer olur.Deneyimlerimiz bu ümitin aksine uyarılarda da bulunuyor gerçi, “dağ köylülerin out kadar güvenilir değildir bizim siyasetçilerimiz” diyor içimiz de bir ses.O küçücük ot karların arasından çıktımı dallar mutlaka çiçek açar, doğa size ihanet etmez.Ama ya bizim siyasetçiler…Onlara baktıkça kış hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bazen insana. Ama şimdilerde bir ümit kıpırdanıyor sanki… Kılıçdaroğlu cesur konuştu.***‘Bütün mesele bu sorunun çözülmesi. Bu sorun çözülür,insanlar yaşamını yitirmezlerse, bu benim genel başkanlığıma mal olacaksa olsun’ dedi.‘Gerekirse koltuğumu da kaybetmeye hazırım’ diyerek siyasi bir riski sırtlamaya hazır olduğunu vurguladı.Elinde çözüm önerileriyle başbakana gitti.Sevilmemekten ,milliyetçilerin oyunu alamamaktan, tabanındaki ulusalcılardan korkmuyor...Umut ihtimali bile insanın içini şenlendiriyor doğrusu.Ama insan yine de sormadan edemiyor… Savaşın bitme ihtimali her şeyden önemli olmasına rağmen, o küçük merak insanın aklını kurcalıyor.Kılıçdaroğluna bir anda ne olmuş olabilir?Ama konu Kılıçdaroğlu olunca ‘aman bırak ne olduysa oldu, iyi böyle, devam etsin,elleme’ diyor insan kendine.Kıştan, savaştan, zulümden,yalandan bunalmış dağ köylüleri gibi her yerde bir parça yeşillik aradığımızın farkındayım.Ama bu sefer buluyoruz sanki…***Bir de Cemaat var tabii…Yazılıp çizilenlere, söylenilenlere göre Cemaat Kürt sorununun çözümüne karşı.Çok çeşitli iddialar okuyorum gazetelerde Kürt sorunu konusunda AK Parti’yle Cemaat’ın arasında olan kavgayla ilgili.Kurtuluş Tayiz’de okudum, Avni Özgürel’e göre ‘statükodan yana bazı bürokratlar, asker yenilince Gülen Cemaatine sızarak Cemaat üzerinden süreci sabote ediyorlarmış.’Bunlar doğru mu şu anda bilmek mümkün değil.Otuz yıllık savaştan sonra Kürt sorunu karma karışık bir denkleme dönüştü.İçinde o kadar çok “bilinmeyen” varki…Kimse tabloyu net çizemiyor.Ama bu sefer sanki bir barış umudu var gibi, Barzani ileTalabani’nin devreye girmesi, Beşir Atalay’ın “silah bırakma” ihtimalinden sözetmesi, CHP’nin girişimleri…Kış bitecek diye ümitleniyorum.Karların arasından çıkan otu görüyoruz bugünlerde.Umarım bu sefer kendi yarattıkları ümide kendileri ihanet etmezler.
‘Sevgili Sanem Hanım merhaba,Öncelikle yazılarınızı ilgiyle takip ettiğimi belirtmek isterim. Bir konuda yardımcı olmanızı rica ediyorum.Geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’un en pahalı spor kulüpleri arasında yer alan MAC Bebeköy’de özel eğitmeniyle (personal trainer) birlikte spor yaparken vefat eden Hakki Ulukartal’la ilgili haberleri görmüşsünüzdür.Bu olay, hem Hakkı Ulukartal ile olan arkadaşlığımız, hem de aynı spor kulübünün bir üyesi olmaktan dolayı beni ve pek çok arkadaşımı derinden sarstı.Konuyla ilgili basına yansıyan haberler maalesef, Cumartesi günü MAC Bebeköy’de yaşananları yansıtmıyor.Haberleri okuduğumuzda spor yaparken fenalaşan ve buna bağlı olarak ölümlü bir kalp krizi yaşandığı izlenimi ediniyorsunuz. Ancak, yıllık aidat bedelinin 4.000 USD olduğu ve bunun yanı sıra 1.000 USD giriş ücretinin alındığı bu spor salonunda ne bir sedye, ne bir ambulans, ne de tam teşekküllü acil müdahale doktoru bulunmuyor.Arkadaşımız maalesef, herhangi bir kapsamlı acil müdahale yapılamadan, 9 kişinin özenle taşıdığı özel araçla hastaneye yetiştirilmeye çalışılmış ve bunun sonucunda da hayatını kaybetmiştir.Bu ani, beklenmedik ve gerçekten düzgün ve düzenli olarak eğitmen kontrolünde spor yapan birinin ölümü ile MAC Bebeköy ve Hillside gibi İstanbul’un en pahalı, prestijli kulüplerinde gözden kaçan çok önemli bir nokta olduğunu görüyorum.O da verdikleri yani veremedikleri sağlık hizmetlerindeki ciddi eksiklik...Sanem Hanım,Üst gelir grubuna sahip bu kulüplerin, üyelerine ürünlerini tanıtmak isteyen markalar ise yüz binlerce dolar sponsorluk bedeli ödemeyi kabul etmesine karşın sıraya bile giriyor.Maserati, BMW, daha niceleri bize yeni araçlarını tanıtıyor, ilk bize test ettiriyorlar. Bunun dışında daha farklı sektörlerden de nice markalar yine kulüple işbirliği içinde... Elbette kulüp böylelikle yüz binlerce dolar sponsorluk bedelini kazanmış oluyor.Çok güzel... Buna karşın MAC Bebeköy üyelerini memnun etmek için bir çok hizmeti de sunmaya çalışıyor. Bunların arasında “soyunma odasına kuafor hizmeti” bile var. Ne kadar düşünceli bir davranış değil mi? Ama kuaför de MAC içinde yer almak için para ödemeyi kabul ettiğini de belirtmek gerekir.Bütün bunlara karşı acil durumlar için önlem almak kimsenin aklına gelmemiş olması çok üzücü…Simdi yazılanlara bakıyorum, herkes bilip bilmeden protein haplarından bahsediyor. Arkadaşımız, haftada 3-4 gün düzenli olarak ve sadece eğitmen kontrolünde spor yapıyordu.Protein vb takviyeleri, günlük spor programı da konusunda uzman eğitmenle belirleniyor demektir... Yani yazılanlara inanmamız mümkün değil.Hiç kimse MAC Bebeköy, Hillside gibi kulüplerin verdikleri sağlık hizmetleriyle ilgili hesap sormuyor. Neden? Neden kimse merak etmiyor?Kulüp sahipleri sessiz, ortadan kaybolmuş gibi...Sadece bu olayda kulubün adının geçmemesi için uğraşıyorlar. Aksi takdirde gelir kapıları konusunda sıkıntı olacak elbet.Acaba;Bu tarz kulüplerde “Tam teşekküllü bir ambulans ve doktor hizmeti“nin kesinlikle olması gerek mi? Bu zorunlu hale getirilemez mi?Spor hocalarına bu tarz durumlarda “ilk müdahale defalarca deneyimletilmiş” olmamalı mı? İlk müdahale karşısında yetersiz olduklarını Hakkı’nın ölümüyle birlikte görmüş oluyoruz. Herkes şaşkın ve bilgisizdi.Tek amaç üyeler üzerinden gelir sağlamak olmamalı.Ani kalp krizleri için doktor müdahalesinde bir dil altı hapına karşı hazırlıklı olunamaz mı? Öte yandan bir sedye bile olmaması, dağ gibi arkadaşımızın koldan kola taşınmış olması rezalet değil mi?LÜTFEN BİR ŞEYLER YAPALIM…Ben bu konunun takipçisi olmak istiyorum. Sesimizi duyurmada ve böyle üzücü vakaların bir daha yaşanmasına engel olmak için bana yardımcı olur musunuz?Belki böylelikle spor kulüplerinde bu tarz bir uygulama başlatabiliriz.Sağlık hizmetleri konusunda talep yapmak yine bize düşüyor. Bir düzenleme getirilmeli, gelir sağlarken bu konuya bütçe ayrılmalı. Ambulans ve diğer ekipmanlar ile ilk yardım ve acil müdahale eğitim zorunlu hale gelmeli.İlginiz ve yardımlarınız ricasıyla...Sevgiler,Selin Bozkurt’Lütfen bir şeyler yapalım…Bu cümleyi okurken Selin Bozkurt’un daha önce hiç tanımadığım sesini duydum…Ve yapabileceğim birşey varsa yapmayı çok istedim…Geçen hafta geçirdiği kalp krizi sonucu 43 yaşında ölen Ulukartal Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sabri Hakkı Ulukartal’ın ailesi, salonun yetkilileri hakkında “taksirle ölüme sebebiyet vermek” suçundan şikâyette bulunmuş…Ama burada sorumluların cezalandırılmasından da önemli olan, bir daha bu tür olayların yaşanmamasını sağlamak.Spor tesislerinde sağlık hizmetlerini bir düzene bağlamak.Umarım Sağlık Bakanlığı bu olaydan çıkan dersleri göz önüne alır ve yeni önlemler getirir.Bir daha böyle acılar yaşanmaz, kurarılabilecek insanlar ölüme teslim edilmez.
Çıngıraklı bir rüzgar gülü asılı kapıda…Rüzgar her estiğinde şıkırdıyor…O ses her defasında rüzgarla beraber hayatımıza karışıyor.Rüzgarın ne zaman eseceğini, hangi rüzgarın onu kıpırdatacağını bilmiyorum.Tıpkı duygular gibi…Her olayda, her rüzgarda farklı bir şekilde ama hep aynı etkili şıkırtıyla karışıyorlar hayatımıza.Duygularımızın sesini ne zaman, nasıl duyacağımızı bilmiyoruz.Bazen acı veriyorlar, bazen gülümsetiyorlar, bazen umutlandırıyorlar, bazense sadece ince bir sızı bırakıyorlar.Hep merak ediyorum…Nasıl oluşuyor duygularımız?***Bütün ruhumuzu ne zaman, nasıl sarıyorlar?Birbirlerinin içlerine nasıl saklanıyorlar?.Bizi nasıl yönetiyorlar?Hangisi reisleri?Hangisi en çelimsizi?Hangisini en hızlı fark ediyoruz?Hangisin belki farkına bile varmıyoruz?Kim kimi yönetiyor, onlar mı bizi, biz mi onları?***Geçen gün sabahın erken bir saatinde Leyla’yla sabah yürüyüşüne çıktık.Leyla beş yaşında.Bana hiç beklemediğim bir anda ‘anne ben özledim’ dedi.Uzun uzun sohbet ettik sonra…Sonra bir süre sessiz yürüdük.O uzakta gördüğü köpeklerin yanına gitti, ben onu izledim…Özlemeyi nasıl bu kadar iyi biliyor diye merak ettim.En çabuk öğrendiğimiz duygu özlemek mi diye düşündüm.Beş yaşında bir çocuk bu duyguyu nasıl bu kadar iyi anlatabiliyordu…***Rüzgarda ilk şıkırdayan duygu özlemek sanırım.Özlemeyi belki de en iyi çocuklarda gözlemliyor insan…Çocuklara bakmanız yeterli aslında…Kızgınlıkları kızgınlık değil, sevgileri şartlı değil, üzüntüleri geçici, öfkeleri komik…Ama özlemeleri…Özlemek başka duygulara benzemeyen bir şekilde çocukların içinde de kendini güçlü bir biçimde hissettiriyor.Çocuklar da sizin gibi benim gibi özlüyor.***Özlemek…Benim en sevdiğim duygudur…Özledin mi pek çok şey olursun çünkü…Özledin mi seviyorsun demektirÖzledin mi öfkelenirsin ayrılığa…Özledin mi kıskanırsın sevdiğini…Özledin mi beklemeyi de, sabretmeyi de öğrenirsin…Özledin mi kavuşmayı da bilirsin...Özledin mi yaşıyorsun demektir.Ama sanırım özlemenin en çarpıcı tarafı, bazen hiç tanımadığımız, bazen de özlemek için yeterince tanımadığımız birini de özlüyor olabilmemiz.*** Nasıl usul usul sokulur ruhumuza o sızı…Başka hiçbir duyguya benzemeyen bir hali vardır özlemenin…Bir bütünden bahseder gibi bahsederiz ondan ‘özlüyorum.’Sürekli ve tekdüze gibi…Oysa ki nasıl başladığını hiç bilemezsin, sadece bir anda nefessiz bırakacak kadar acı verir, o anda anlarsın özlemenin nasıl bir şey olduğunu. Ne rüyalar, ne hayatınız, ne başka şeyler içimizdeki o gizli esrarın ipucunu vermez.En güvenli anınızda, belki küçücük bir işaret içinizdeki özlemin fitilini ateşler…O an yanınızda olmayan birinin sadece sesini duymak için kıvranırsınız.Özlemek, o yakıcı istek, her şeyin önem sırasını değiştirir…Leyla için bile…Bazen bir çocuğu bile dondurmayla kandıramazsın...O, özlediği insanın sıcaklığını ister.
Muhteşem Yüzyıl, ne yazık ki düzenli izleyebildiğim bir dizi olmadı hiç ama ne zaman seyretsem sevdim izlediğimi…Çünkü tarih, o tarihe saklanan yalanlar, bize hiç anlatılmayanlar hep ilgimi çeker çocukluğumdan beri, bir romanda, bir filmde, bir dizide, nerede anlatıldığı hiç önemli değil yeterki anlatılsın.Dedem tarihi bilen üstelik de iyi anlatan biridir.Tarihi merak etmeyen birinin hayatının eksik kalacağını bana her defasında hissettirmesinden olacak ,bana anlattığı herşeyi her defasında can kulağıyla dinlerim.Dün yine harika bir yazı yazmıştı…***Atatürk’ün annesi ZübeydeHanım’ın Ali Rıza Beyden sonra RagıbBey’le ikinci bir evlilik yaptığını, Atatürk’ün bu evliliği hiç onaylamadığını ve annesine çok kızdığını anlatıyordu.Bunu bilmiyordum.Ne sıradan ama ne gizli bir bilgi bu, değil mi?Hiç konuşulmayan hiç tekrarlanmayan bir konu…Can Dündar’ın Mustafa belgeselinde Zülfü Livaneli’nin Veda filminde varmış, bilen arkadaşlarım söyledi…Ama çoğumuz -benim gibi- yeni duyduk bunu herhalde.Öyle sessiz bir bilgi bu…***Bizim ülkemizin tarihi hem büyük bir tarih, hem de çoğunluğu bu sıradanlıkta olan pek çok yalanla dolu bir tarih. Belki de yalanların böyle alışıldık olması, bu kadar kolay söylenmesi yüzünden çoğumuzun yalana olan düşkünlüğü.Politikanın en mühim meslek sayılması da bu yüzden sanırım… Yalan söylemenin normal olmasından…Muhteşem Yüzyıl’I seyrettikçe ne görüyor insan? Yalan, riya, ihanet, intikam, entrika, sahtekarlık, güç yarışı…Sanki hiç bir şey değişmemiş gibi değil mi?***Abdülhamit, aydınları gemilere doldurup menfaya gönderdiğinde de ya da Aldülhamit’i deviren İttihatçılar köprü üstünde gazetecileri vurduklarında da bugün olacaklar belliydi aslında…Bugün olacakları söyleyen birileri vardı mutlaka o dönemde de.Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın ikinci kez evlendiğini hala saklamanın ne manası var?Zübeyde hanım’ın evliliğini bile saklayanlar başka neler saklıyordur bir düşünsenize.Saklamak sanki bizde devletin asıl görevi gibi.***Daha önce de yazmıştım bunu, bize öyle uyuyor ki tekrar etmekte sakınca yok.Hani aniden kapı açılır, kadın, çırılçıplak yatakta sevgilisiyle yatan kocasını görür, öfkeyle ve acıyla onlara bakar, arkasını döner süratle çıkmak üzereyken de adam ‘sandığın gibi değil’ der ya…Tarihimiz de öyle…Açıkca öğrenmemiz gereken herşey devlet sırrı…Sırlar açığa çıktıkça da peşimizden koşup ‘sandığınız gibi değil’ diyorlar.***Osmanlı devletinin de, padişahlığı kaldıranların da,bu ülkede bizi hala yönetenlerin de, devleti böyle “yalanlarla” yüceltmesinin bir nedeni var…Devleti ulu bir değere dönüştürdükçe, halkı buna inandırdıkça çok daha kolay suç işleyebiliyorlar da ondan.Kimse de ne oluyor diyemiyor.Ama insan ne kadar inanırsa, aldatıldığına da o kadar kızar.Aşk gibi… Bir farkı yok.Yalanlar değişmediği gibi duygular da değişmiyor…İnandıysak ve kandırılıyorsak buna büyük öfke duyarız.***O yüzden tarih kitaplarını okuyunca da, sırları açıklayan yazıları görünce de, Güneydoğu’da yaşanmış olanları ve yaşananları öğrenince de, başbakanı gazetecilerle çıktığı programda izleyince de…Hatta Muhteşem Yüzyıl’ın sezon finalini seyredince de aklıma tek birşey geliyor…Yalanlarıyla yakalanan devletin arkamızdan “sandığınız gibi değil” diye koşması.İnsan dönüp sormak istiyor;Sandığımız gibi değil de ne?
Ansızın, bütün toplum bıkıverecek AK Parti’den…Artık o noktaya çok yakın olduğumuz görülüyor.‘Sıktı artık bu mesele, sıkıldım… Ne dediler, bak ne yaptılar… Başka kim var?’ diyecek herkes.Diyecek çünkü Türkiye’yi artık AK Parti yönetmiyor.Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kafasına ne takıldıysa o oluyor gündemimiz.Bir ara Kürtlere takıyor…Bir ara gazetecilere takıyor…Bir ara yeterince Müslüman olmadığımıza takıyor…Bir ara kürtaja takıyor.Nasıl sıkıldık bu konudan da öyle değil mi?***Doğrusu hayatımda hiçbir zaman büyük bir devletim olsun, onunla övüneyim diye düşünmedim.Ama şimdiler de düştüğümüz durumdan olsa gerek bu tutku içimde belirlemeye başladı.İnsan gerçekten gün geliyor güçlü bir devlet olsun istiyormuş meğer…Devlet denilen organizma sağlam bir temel üstünde, güçlü bir şekilde çizilmiş hukuki çizgiler içinde doğru çalışsaydı, oylarla seçilen hükümetler bu derece ürkütücü olamazlardı…Ya da olmaya çalışınca komik duruma düşerlerdi.Bizim oyumuzla seçilen bir hükümet, bizi bir adamın keyfine göre yönetiyor…***Her şey Başbakan’ın duygularına endeksli.Kürt sorunu, geçmişte askerlerin geçim kaynağıydı… Kürt meselesi apoletleri parlatıyordu, onlar o yüzden gençlerin ölümlerine aldırmıyorlardı… Savaş hiç bitmiyordu.AK Parti geldi… Dindar… Vicdan sahibi, adalete inanan, günahtan korkan, hak yemeyen, canın kıymetini bilen… Ama yine gençler ölüyor… Gençler dağa çıkıyor… Çıkmayanlar yolda ölüyor… Hiçbir Kürt yaşam hakkını alamıyor…Çünkü Başbakan’da sorunu çözecek cesaret ve enerji kalmadı.80 milyonluk nüfusu, altı yüzyıllık bir imparatorluk tarihi, Ortadoğu’nun en önemli devlet mirası, dünyanın kültürel açıdan en zengin toprakları ile geldik geldik, aklını bu ülkenin başkanı olmaya takan bir Başbakan’ın oyuncağı olduk.Son zamanlarda Türkiye’nin Başbakan’a endekslenmemiş bir tek kararını söyleyebilir miyiz?***Anayasa değişecek, bu topraklarda yaşayan Kürtler de, Ermeniler de, “kafirler” de özgürlükten yararlanacak diye anayasa değişemiyor.Yasalar değişecek, demokratikleşeceğiz, bütün insanlar için demokrasi gelecek diye demokratikleşemiyoruz.Ülkenin bütün sorunları Başbakan öyle istiyor diye çürümeye bırakılıyor.Erdoğan’ın canı ne isterse, “gündemi” nasıl saptıracağını düşünürse, onu konuşuyoruz, canı o gün öyle isterse “bundan sonra her sokakta en az üç karınca yuvası olacak da” diyebilir.Saçmalığın sınırı kalmadı gibi gözüküyor.Ben artık bu toplumun sıkılmaya çok yatkın olduğunu görüyorum.Bir gün hep birlikte ‘eee yeter artık,sıkıldım’ deyivereceğiz hepimiz.***Çünkü herkesi bunaltmaya başladı Başbakan.Büyük sorunlardan kaçmak için her türlü tuhaflığı her gün hayatımıza sokuyor, Kürt meselesi konuşulmasın, Uludere unutulsun diye kürtaj yasaklanıyor, Çamlıca’ya dev cami yapılıyor, operalara mescit konuluyor, sezaryen uluslararası komplo ilan ediliyor, Fazıl Say hakkında “dini aşağılamaktan” dava açılıp insanlar Say gibi birini savunmak zorunda bırakılıyor.Sorunları çözemedikçe yeni sorun yaratıyor.Yarın sabah Başbakan’ın aklına ne geleceğini hiç kimse bilmiyor.Bir adamın oyuncağına döndü ülke.O belki eğleniyor ama insanlar sıkılıyor artık.Başbakanın bu kadar kaprisli ve huysuz olanı da gerçekten çekilmiyor.Ya Allah bu Başbakan’a sağduyu versin ya Allah bize sağduyulu bir başbakan versin.Yeter bu kadar saçmalık gerçekten.
Yalnızca erkeklerin cesur, yalnızca erkeklerin yiğit, yalnızca erkeklerin akıllı, yalnızca erkeklerin güvenilir, yalnızca erkeklerin kahraman olduğunu düşünen birileri tarafından yönetilmek çok sıkıcı doğrusu.Kürtajın tartışıldığı televizyon programlarına bakıyorum da…Erkekler sefilleştikçe kadınlar yiğitleşiyor.Erkekler kalleşleştikçe kadınlar sağlamlaşıyor.Erkekler alçaldıkça kadınlar yüceliyor.Erkekler onursuzlaştıkça kadınlar onura sahip çıkıyor.Erkekler korktukça kadınlar cesurlaşıyor diye düşünüyorum.Ülkeyi yönetenler aklı da, izanı da kaybetti sanki. ***Kürtaj tartışmaları başladı başlayalı, o kadar çok farklı fikir, farklı öfke biçimi, farklı aldırmazlıklarla karşılaştım ki, artık kürtaj tartışmalarına pek kulak vermiyorum.Birileri onu halleder.Ben kadınlarla erkekleri düşünüyorum.Erkekler kadınları hiç tanımıyor.Kadınlar da erkekleri…Şeffaf, sanki yokmuş gibi gözüken ama tuhaf biçimde büyük bir mesafe var sanki kadınlarla erkekler arasındaKürtajla başlayan bir konuşmanın bir yerinde sevgilisinden yeni ayrılan bir arkadaşıma, “Erkekler önce sevilmeyi talep eder, kadınlar ise önce sevmeyi” dedim.Kadınların sevilmek istiyormuş gibi görünmelerinin aslında sevme çabası olduğunu anlayan erkeklerin çok fazla olmadığına inanıyorum.Kadınlar önce sevmek isterler.Erkekler nedense bunu hiç bilmiyorlar.Kürtajın bir kadın için ne demek olduğunu belki de o yüzden kavrayamıyorlar.***Dün sabah beşi geçerken uyandım.Neden uyandım bilmiyorum ama uyandığımda aklıma gelen ilk şey geçen gün rastladığım Ece Ayhan’ın “Yeniden sevmek zordu, başardım ama bir unutmayı daha becerebilir miyim, hiç bilmiyorum” sözü oldu…Nedense Ece Ayhan’ın bu sözü kadınları düşündürdü bana.Sevmeyi bilen, sevmeyi beceren, sevmeyi isteyen kadınları.***Güçlü, kendini bilen, acı çeken ama acısını bağırmayan kadınları…Hayatlarını bir sevdaya adayarak yaşabilen kadınları…Tekrar sevmek için hayatlarını harcayanları…Bir daha severse onu da unutabilecek gücü gösterebilenleri…Kadın her seferinde sevmekle büyüyor.Erkek sevilmek istiyor, sahip olmak istiyor, sahip olduğunu kaybetmek korkusuyla azalıyor.Sevilmek isteği onların sevmesini de, unutmasını da zorlaştırıyor sanki.***Altıya geliyordu saat bir sigara yaktım.Tuhaf bir hüzün yerleşti içime…Birbirlerine muhtaç ama birbirlerini tanımayan kadınlarla erkeklerin dünyasında yaşamak zor, bir de bu erkekler “erkekçe” söylemlerle kadınların dünyasına karışmaya kalktılar mı bu zorluk daha da artıyor.Kadının önce “sevmek” istediğini anlamayan erkek yöneticilere, kadının karnındaki bebeği nasıl sevdiğini, ondan ayrılmaya razı olmanın nasıl acılar yarattığını nasıl anlatacaksınız.O, bunu kadın için bir “eğlence” sanıyor.Kürtajı yasakladığında bir eğlenceyi yasakladığını düşünüyor.Kadını o noktaya hangi mecburiyetlerin taşıyabileceğine dair hiçbir fikri yok.Benim bebeğimi benden daha çok düşünecek, şu erkeğin aklına bak.Biz sevmeyi isteriz.Bebeğimizi de, erkeğimizi de severiz.Bir de siz sevilmeyi hak etseniz…
Burada olanları ciddiye alarak acaba gayri ciddi bir iş mi yapıyoruz diye düşünüyorum bazen.Burası tuhaf bir memleket çünkü…Hem değişiyor hem hep aynı kalıyor…Yıllarca demokrasinin ayarını tanklarla yaptılar bu ülkede…Şimdi de tank yerine Başbakan var.Bizim memlekette en karmaşık, en zor sosyal sorunlar eskiden tankla tüfekle tamire diliyordu…Şimdi Başbakan’ın şahsi düşünceleriyle tamir ediliyor.Genç nüfus mu az…Başbakan’ın eline çok ciddi verilerle dünya raporları geliyor…Aslında bilimsel, ülke geleceği için çok doğru olabilecek bir sorunu başbakan ‘kürtajı yasakladım bundan böyle’ diyerek düzeltmeye çalışıyor.Bozuk kumandayı çekiçle tamir etmek gibi birşey bu…Başbakan’ı her dinlediğimde, önce beni iyi şeyler yaptığında da ona haksız düşmanlık yapanlara karşı mahçup ettiği için, ikincisi de bozuk olan her şeyi çekiçle tamir etmeye çalıştığı için üzülüp kızıyorum.Tanklarla sorunlar nasıl çözülmediyse, Başbakan’ın kişisel hesaplarıyla da bu ülke sorunları çözülmez.Sorunlar çekiç usulü “yasaklarla” çözülmüyor çünkü.Peki o zaman bu ısrar niye?Neden Başbakan bunca düşmanlığı, Erdoğan’ın bizi yönetmemesi gerektiğine olan inancı bu kadar ateşliyor?Neden tartışmıyor, neden karşıt görüşleri dinlemiyor, neden uzmanların görüşlerine boşveriyor, neden yoksul kadınların izbe muayenehanelerde ölme ihtimalini yok sayıyor?Burası çok tuhaf bir ülke işte ama…Çekiçlerle kumandaları tamir etmeye kalkıldığında, ki buna çok alışmışız, kimimiz bozukluktan şikayet ediyoruz ama kumandayı çekiç darbesiyle paramparça ettiklerinde bozukluk kalmadı diye sevinenlerimiz de oluyor.Tayyip Erdoğan Türkiye’de bozuk bir şey bırakmadı sağ olsun…Bozulabilecek hiçbir şey kalmadı çünkü…Her şey paramparça oldu.Kürtler Uludere’den sonra Türklerden de Türkiye’den de koptular, futbol bir skandallar dizisine döndü, ölülere “dolapbeygirleri” denecek kadar ahlaki ve vicdani değerler yok edildi, demokrasi ve eşitlik hedefi kayboldu, barış bir hayale dönüştü, devlet özel hayatlara musallat olan bir canavar haline geldi, Aleviler tedirgin edildi, kadınlar geleceklerinden endişe etmeye başladı.Bir zamanlar ona haksız düşmanlık yapanlara karşı onu savunanlar şimdi mahcup oldu.Çünkü o düşmanlık, şimdi kendisine haklı nedenler buldu.Başbakan’ın bir zamanlar iyi şeyler de yaptığına inanan bizler de ortadaki bu karmaşayı anlamaya çalışıyoruz.Çünkü ona haksız düşmanlık yapmış olanların fikirleri hala bu ülke için yenilikçi ve demokrat değil ama Başbakan’ın yaptıklarına şimdi karşı çıktıklarında gerçekte demokrasi düşmanı olanlar da demokrat gibi gözüküyor.Bizim politika masalının Külkedisi gibi AK Parti…Türkiye için oldukça yeni fikirleri savunarak ortaya çıktığında peri kızının prenses yaptığı Külkedisi gibi herkesin dikkatini çekti…İktidara geldi…Yeni düşünceler, yeni uygulamalar getirdi…Elitler ayağa kalktı “bu gericiler bizi yönetemez”diye…O “gericilere” biz inandık…Ama bunlar masalmış.Peri gece yarısı saat 12’ye kadar büyü yapmış…Gece yarısı Külkedisi nasıl tekrar fakir kız haline dönüyorsa, nasıl arabası balkabağına dönüşüyorsa AK Parti de gerçekten iktidar olunca saat on ikiyi çalıyor, gerçek ortaya çıkıyor.Parıltısını, çekiciliğini kaybediyor.Masaldaki Külkedisi balodan fakir bir kıza dönüşmemek için kaçarken cam ayakkabısını düşürmüştü…Prens de o cam ayakkabı sayesinde Külkedisi’ni bulup ona evlenme teklif etmişti…Ama AK Parti bu hızla eskiyip çirkinleşirse, ki bence bu sınır çoktan aşıldı, geride kendisini yeniden güzelleştirecek bir cam ayakkabı da kalmayacak.
11 Mayıs’ta ArdaTuran’ın, Atletico Madrid’le UEFA Avrupa Ligi finalinde kupayı aldıktan sonra, NTV Spor’a bağlanıp “Bunun bir tarifi yok. Söylenecek bir şey yok, çok mutluyum. Mehmet Ağar şu anda içeride. Burada olmasını isterdim. Yanlış anlaşılmasın siyasi olarak demiyorum ama kendisini çok severim” dediğini okuyunca bir yazı yazmıştım.“Mehmet Ağar-ArdaTuran ilişkisi beni düşündürdü.Futbolcuların çoğunluğu toplumsal gerçeklerle pek ilgilenmez.Hem gerçekten merakları yoktur, hem de ‘bizi ilgilendirmez’ diye düşünürler.Ülkelerinde yaşanan gerçekler, onların dünyalarında gerçekten olmuyormuş gibidir…Bazen onların bu ‘sorunsuz’ dünyalarına özenirim doğrusu…Ama şaşırırım da her zaman…Çünkü tüm bu ülke gerçekleriyle ilgisizliklerine zıt bir arkadaş çevreleri vardır. Bazılarının mafia liderleriyle çekilmiş fotoğraflarını basında gördüğümü hatırlıyorum.Böyle bir ilişki onları yadırgatmaz.Çünkü onlar, kulüp yöneticilerinin, ‘büyüklerinin’ de bu insanlarla ilişkiler kurduğunu görmüş, bunun doğal olduğuna inanmışlardır.Eski Galatasaraylı ArdaTuran’ın övdüğü Ağar’ı birkaç gün önce de Galatasaray’ın eski başkanı hapishanede ziyaret etmişti.Bu ülkede, hadi her takımın demeyelim ama hemen hemen her takımın ‘suç dünyasıyla’ bir ilişkisi var.Böyle bir ilişki toplumda nasıl ‘doğal’ karşılanabiliyor anlamak çok zor doğrusu…” demiştim.***Mehmet Ağar’dan mektup geldi… Yenipazar Kapalı Ceza ve Tevkif Evi’nden…Mektubun tarihi 11 Mayıs…Sanırım yazıyı okur okumaz içindekileri yazmak istedi Ağar.Hapiste olmanın zorluğunu, istediğin zaman istediğin sesi çıkaramamanın çaresizliğini hissetmek zor olmadığı için Mehmet Ağar’ın mektubunu yayınlamak istedim…Mektuba başlarkenki duygusunu sezmek güç değil…Diyorki, “Sayın Hanımefendi, bugünkü Vatan gazetesindeki yazınızı üzüntüyle okudum. Arda’nın tamamıyle insani, bugün sıkıntıda bulunan bir insana jestinin sizi rahatsız etmemesi gerekirdi…Toplumumuzun gelenekleri doğrultusunda parlayan bir yıldıza bir büyük olarak zamanında yapılmış birtakım davranışlara aynı duygularla cevap vermiş olması, bugün içinde bulunduğum şartlarda bana büyük bir moral vermesinin size ne zararı olabilir…İnsanlarımızda çok az bulunan vefa duygusunun genç bir dünya yıldızında bulunması ayrıca insani olarak övgüye değer bir davranıştır.Her zaman evladım gibi gözetmeye çalıştığım Arda Turan’ın bu davranışı asil ve ahlaklı karakterinin yansımasıdır.Ailece sükran duyduk kendisine…Bütün bu duygularımızı oğlum aracılığıyla kendisine ilettik.Galatasarayın eski başkanı Adnan Polat ise gençlik arkadaşımdır.Kızımızı kaybettiğimizde annesiyle, babasıyla, kardeşleriyle, eşiyle yanımızda olmak için seferber olmuş, yanımızda kale gibi durmuşlardır.Hayat boyu ailece Polat ailesine minnet duygularımız eksik olmayacaktır.Beni yakınen tanımazsınız… Bir araştırın…Sizin gibi insani ve evrensel değerlere saygılı bir ailenin ferdi olarak bu değerlendirmeniz bizi üzmüştür…İnşallah herşeyi yüzyüze konuşma imkanımız olursa size bilmediklerinizi anlatma fırsatım olur…Sanırım o gün yazınız size üzüntü verecektir.Sağlık dileklerimle…Saygılar sunarım…’ ***Mehmet Ağar’ın mektubu bu.O hapishanede, ben dışardayım, şartlarımız merak ettiklerimi sormak için eşit değil, onun için bugün sadece onun mektubunu yayınlayacağım ve cevap vermeyeceğim.Bir gün serbest kaldığında belki bu konuları bir daha konuşuruz.Şimdilik, hapishanenin acıları konusunda biraz fikri olan biri olarak kendisine “Allah kurtarsın” diyorum. Volkan Demirel’in öfkesi Emre Belözoğlu’nun transferi… Saha içindeki performansına bakarsan Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yetenekli kalecisi Volkan Demirel belki de...Arena’da sakat sakat oynadığı Süper Final’in G.Saray maçında, tek başına Şampiyon’a karşı koymuş ve F.Bahçe’yi 12 Mayıs’taki Süper Final’e taşımıştı.Ama bizdeki yıldızların temel problemi bu işte...Yetenek ve egolarını nasıl yöneteceklerini bilmiyorlar…Şiddete eğimli, hafif paranoyak, kendi kulüpleri dışında toplumdan büyük antipati toplayan genç ve gergin insanlar topluluğu gibiler...- Emre gider Zokora’ya “nigger” diye küfreder...- Volkan, Milli Takım kampında gazeteciye saldırır. Evinden aldırırım diye tehdit eder…Volkan’ın tartıştığı foto muhabiri Vedat Danacı herkesin sevdiği, düzgün bir gazeteci. Milli Takım’ın kampında futbolcuların fotoğrafını çekiyor. Volkan yanına gidip “Diğer arkadaşlar fotoğraf çekilmesini istemiyor, sadece beni çek” diyor. Nasıl da iyi niyetli başlıyor konuşma aslında...Ama arkadaki teleferikten öteki foto muhabirleri de gelince Volkan birden hiddetleniyor, “Biz bu adama çekme dedik, o gitti arkadaşlarını çağırdı” diye rezalet çıkarıyor.- Seni not ettim ulan, seni evinden aldıracağım diye bağırıp duruyor görüntülerde…Sporcu genç yetenekli güya…Ama hala başka bir dünyanın mafyatik dilini kullanmayı ‘güç’ zannediyor…F.Bahçe’den de tek tepki gelmiyor.Yıldırım Demirören bu üslubu cezasız bırakırsa, arkasındaki yöneticiye, sırtındaki formaya güvenen kabadayılar dünyası olarak kalacak futbol...Emre’de de aynısı oldu…Trabzonlu Zokora’ya “fucking nigger” demişti sahanın ortasında...Kamera kayıtlarıyla da tespit edilmişti...Ama Emre’ye, verilmesi gereken ceza verilmedi.Atletico Madrid’e transferine engel oluşturmasın diye ırkçılık cezası verilmemiş demek ki diye düşündüm dün.Çünkü dün tam ben bunları yazarken Emre de Atletico Madrid’le 2 yıllık sözleşmeye imza attı. Emre’nin gideceği Zokora’ya küfrettiği günden belliymiş gibi geldi bana.Hal böyle olunca da, ne kadar genç yetenekli başarılı da olsa futbolcular ahlaklı olamıyorlar işte… Başkalarını ‘korkutup’ kendi korkmaları gereken yerde korkmuyorlar…