Haberin Devamı
Muhteşem Yüzyıl, ne yazık ki düzenli izleyebildiğim bir dizi olmadı hiç ama ne zaman seyretsem sevdim izlediğimi…
Çünkü tarih, o tarihe saklanan yalanlar, bize hiç anlatılmayanlar hep ilgimi çeker çocukluğumdan beri, bir romanda, bir filmde, bir dizide, nerede anlatıldığı hiç önemli değil yeterki anlatılsın.
Dedem tarihi bilen üstelik de iyi anlatan biridir.
Tarihi merak etmeyen birinin hayatının eksik kalacağını bana her defasında hissettirmesinden olacak ,bana anlattığı herşeyi her defasında can kulağıyla dinlerim.
Dün yine harika bir yazı yazmıştı…
Atatürk’ün annesi ZübeydeHanım’ın Ali Rıza Beyden sonra RagıbBey’le ikinci bir evlilik yaptığını, Atatürk’ün bu evliliği hiç onaylamadığını ve annesine çok kızdığını anlatıyordu.
Bunu bilmiyordum.
Ne sıradan ama ne gizli bir bilgi bu, değil mi?
Hiç konuşulmayan hiç tekrarlanmayan bir konu…
Can Dündar’ın Mustafa belgeselinde Zülfü Livaneli’nin Veda filminde varmış, bilen arkadaşlarım söyledi…
Ama çoğumuz -benim gibi- yeni duyduk bunu herhalde.
Öyle sessiz bir bilgi bu…
Bizim ülkemizin tarihi hem büyük bir tarih, hem de çoğunluğu bu sıradanlıkta olan pek çok yalanla dolu bir tarih.
Belki de yalanların böyle alışıldık olması, bu kadar kolay söylenmesi yüzünden çoğumuzun yalana olan düşkünlüğü.
Politikanın en mühim meslek sayılması da bu yüzden sanırım…
Yalan söylemenin normal olmasından…
Muhteşem Yüzyıl’I seyrettikçe ne görüyor insan?
Yalan, riya, ihanet, intikam, entrika, sahtekarlık, güç yarışı…
Sanki hiç bir şey değişmemiş gibi değil mi?
Abdülhamit, aydınları gemilere doldurup menfaya gönderdiğinde de ya da Aldülhamit’i deviren İttihatçılar köprü üstünde gazetecileri vurduklarında da bugün olacaklar belliydi aslında…
Bugün olacakları söyleyen birileri vardı mutlaka o dönemde de.
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın ikinci kez evlendiğini hala saklamanın ne manası var?
Zübeyde hanım’ın evliliğini bile saklayanlar başka neler saklıyordur bir düşünsenize.
Saklamak sanki bizde devletin asıl görevi gibi.
Daha önce de yazmıştım bunu, bize öyle uyuyor ki tekrar etmekte sakınca yok.
Hani aniden kapı açılır, kadın, çırılçıplak yatakta sevgilisiyle yatan kocasını görür, öfkeyle ve acıyla onlara bakar, arkasını döner süratle çıkmak üzereyken de adam ‘sandığın gibi değil’ der ya…
Tarihimiz de öyle…
Açıkca öğrenmemiz gereken herşey devlet sırrı…
Sırlar açığa çıktıkça da peşimizden koşup ‘sandığınız gibi değil’ diyorlar.
Osmanlı devletinin de, padişahlığı kaldıranların da,bu ülkede bizi hala yönetenlerin de, devleti böyle “yalanlarla” yüceltmesinin bir nedeni var…
Devleti ulu bir değere dönüştürdükçe, halkı buna inandırdıkça çok daha kolay suç işleyebiliyorlar da ondan.
Kimse de ne oluyor diyemiyor.
Ama insan ne kadar inanırsa, aldatıldığına da o kadar kızar.
Aşk gibi… Bir farkı yok.
Yalanlar değişmediği gibi duygular da değişmiyor…
İnandıysak ve kandırılıyorsak buna büyük öfke duyarız.
O yüzden tarih kitaplarını okuyunca da, sırları açıklayan yazıları görünce de, Güneydoğu’da yaşanmış olanları ve yaşananları öğrenince de, başbakanı gazetecilerle çıktığı programda izleyince de…
Hatta Muhteşem Yüzyıl’ın sezon finalini seyredince de aklıma tek birşey geliyor…
Yalanlarıyla yakalanan devletin arkamızdan “sandığınız gibi değil” diye koşması.
İnsan dönüp sormak istiyor;
Sandığımız gibi değil de ne?