Bu yaz, herşey sanki biraz sakin,sessiz… Duruyor gibi usulca akıyor hayat.Günler penceremden yabancı kuşlar gibi gelip geçiyor.Pek çoğuna dokunmuyorum bile…Akşamları daha tanıdık izler oluyor ama yine aynı yabancılık…Tuhaf bir sessizliği var hayatın bu yaz.Kendi yaptığım hayatı, kendi istediğim gibi yaşıyorum.Ama o sessizliği hep duyuyorum.***Ama bazen de o sessizliği bozan şeyler oluyor.Hayat, aslında aynı sinema salonunda aynı anda oynayan binlerce film gibi ya… Yaşamak o filmleri aynı anda seyretmek gibi ya… Her rastladığın insanla sinemana yeni bir film ekleniyor. Sen onu seyrederken, o rastladığın insanla birlikte sen de başkasının sinemasında bir film oluyorsun. Ve bazen, gerçekten iyi filmler seyredebiliyorsun o sessizliği bozacak.***Çok genç bir aşçıya rastladım Alaçatı’da.Yerini özellikle yazıyorum, çünkü restoranı da Alaçatı’da, Barbun…Yemekle ilgili bildiğiniz herşeyi kökünden sarsmaya adamış kendini.“Yemek dediğimiz şey sadece bu yediklerimiz olamaz, bu mudur yani son nokta” diyerek merak etmiş, sebzeleri kurutarak başka ne yapabileceğini, eti çukulatayla ya da incir reçeliyle yersen ne olacağını ya da zeytinyağına ekmek banacağımıza zeytinyağını sodayla içersek sevip sevmeyeceğimizi…Mönüsü, sizi, alışkanlıklarınızı ürkütecek çeşit çeşit yemekle dolu.Ama tadıyorsunuz, harika…Siz, “Bu artık çok fazla, zorlama olmuş sanki” demeye hazırlanırken tattığınız yemeğin ağzınızda eriyip gitmesi bir oluyor.Yenilebilir çiçekler benim favorim oldu…Sarımsak çiçeğinin pembesi bu kadar mı güzel olur?Kendisi şöyle anlatıyor bu olanları:“Malzemeleri, klasik yöntemlerin üzerine yaratıcı gastronomik yöntemleri de ilave ederek geliştiriyoruz sadece. Önem verdiğimiz diğer şeyse, doğaya uzun bir süredir yabancılaşmış ruhumuzu, tabaklarımızda sunduğumuz, yenilebilir çiçekler, yabani baharatlar ve doğanın tam kalbinden özenle toplanmış dokularla yeniden doğaya yakınlaştırmak.”Masaya bir zeytin ağacı geliyor, dalında salamura edilmemiş hurma zeytinler…Estetiğine ayrı, tadına ayrı hayran kalıyorsunuz…***Galiba artık yaşlanmanın başlangıcında olduğum için başarılı, sınırları zorlayan, hayatın yeni renklerine, seslerine, tatlarına merak salan gençleri görünce daha önceki yıllara göre daha fazla seviniyorum.Hayatı bilmediği yerinden denemek isteyenlere hayranlık duyuyorum çünkü.Hayat, o kadar da bildiğimize emin olduğumuz bir şey olmamalı bence.Daha üzerinde dolaştığımız toprağı tanımıyoruz.Daha kendi vücudumuzun sınırlarını bilmiyoruz.Neyi bildiğimize emin olacağız?***Hayat öyle yabancı kuşlar gibi uçarken, bir bakıyorsun o kuşlardan biri masana dallarında zeytinlerle bir zeytin ağacı koyuveriyor.“Bilmediğim çok şey var” diyorsun.Hayatla ilgili bilmediklerini, cehaletini görmek, insanın merakını ve yaşama isteğini artırıyor.Yüzeyi ne kadar sakin ve usul olursa olsun, hayatın derinlerinin hep çok çırpıntılı ve renkli olduğunu bazen tabağındaki “çiçekleri” yerken öğreniyorsun.(Küçük bir not: Kısa bir süre sonra görüşmek üzere… Hayatın farklı seslerini duymaya gidiyorum…)
Kazakistan’ın bile 6 altın madalya kazandığı 2012 Londra Olimpiyatları’nı büyük bir heyecanla takip ettim bu yıl.Çok severek izledim yarışları.Sporcuları bir film yıldızıymış gibi merak ettim.Çoğu hakkında harika şeyler öğrendim.Türkiye’nin içine düştüğü içler acısı durumsa canımı epey yaktı…Kazanamamak değil gelişemediğimizi görmekti canımı sıkan.1950’den bugüne çok az yol alabilmişiz.Kendimize en fazla güvendiğimiz halter, güreş, voleybol gibi dallarda bile büyük hüsran yaşamak, spor kültürüne hiç sahip olmadığımızı gösterdi bana.Olimpiyatta başarısız olan her sporcumuzdan aynı cümleyi duyuyoruz:Üzerimizde büyük baskı var.Allah aşkına, Olimpiyatta yarışan hangi sporcunun üzerinde baskı olmaz?Önemli olan bu baskıyı nasıl taşıyacağımızı bilmek…Bunu yönetebilmek…***Bütün bunlar yeterince acıklı değilmiş gibi bir de Çarşamba günü Yüksel Aytuğ “Olimpiyatta yarışan yüzücüler bana kadın gibi gözükmüyor. Hepsinin memesi tahta gibi, insan seyretmek istemiyor” şeklinde özetlenebilecek bir yazı yazdı.Açıkcası çevremdekiler gibi öfkeye kapılmadım Yüksel Altuğ bunu nasıl yazar diye…Yazabilir.Ama ilk şart, anlatmak istediğini mümkün olduğu kadar zekice ve konunun ruhuna uygun anlatmaktır.Herkese yanlış gelecek bir fikri de iyi yazarsanız insanlar o yazıyı okur.Size katılmaz ama size kızmaz da…Fikrine katılmadığı iyi bir yazı okumuş olur.Ben Yüksel Altuğ’un öncelikle yazı dilinde problem olduğunu düşünüyorum.Porno film eleştirisi üslubuyla atlet kadınlar için yorum yazarsan konuları karıştırmış olursun.Haksızlık etmiş, nezaketsiz davranmış olursun.Zekadan uzaklaşırsın.Şunu biliyorumki kadın sporcu memelerini bize Cem Yılmaz anlatsaydı kasıklarımızı tuta tuta gülerdik… Esprisindeki zeka bizi etkilerdi çünkü.Geçen gece milli formayı giymiş bazı kadın sporcularla bu konuları değerlendirme fırsatı buldum.- Öncelikle dünyada sporcuların yapacakları sporlar vücut yapılarına göre belirleniyor. Gerçekten de yüzücülerin çoğunun göğüsleri yok denecek kadar küçük... Çünkü, bir yüzücünün göğüslerinin boyutu sudaki hızını azaltan bir faktör. Bu nedenle iyi yüzücülerin çoğu küçük göğüslülerden çıkıyor.- Mesela halterciler halter kaldırdıkları için kısa boylu kalmıyorlar ki! Tam aksine iyi halterciler kısa boylular arasından seçiliyor. Çünkü 1.80’lik birinin halteri kaldırma mesafesi ile 1.50’liğin kaldırma mesafesi aynı değil! Naim’ler, Halil’ler zaten çocukluklarından beri buna göre seçilmiş ve programlanmış.***Gene de bütün başarısızlığımıza rağmen Nevin gibi, Aslı gibi, Gamze gibi çok başarılı kadın atletler hepimize gelecek için ümit verdi.Gelişememişiz ama gelişme potansiyelimiz var.Şimdilik onlarla teselli bulacağız.Pornoyla atletizmi karıştıran “erkek” yazarlara gelince…Onların hali Olimpiyatlar’daki halimizden de fena.Yakında düzelebileceklerine dair pek bir ümit de vermiyorlar üstelik.
İzmir sokaklarında orta yaşlı bir hanımla bir bey arkamdan bağırdı geçen gün;‘Sanem Hanım biz vatanımızı seviyoruz, sevmeyenler utansın.’Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafıma bakındım, bankta oturan, kendi halinde bir çiftti gördüğüm…Çıkardıkları sesin sahibi olamayacak kadar hayatla bağları kopmuş gibi donuklardı.Sanki bir cevap versem ikinci cümleleri yoktu söyleyecek.Ama ben önlerinden geçtikten bir süre sonra arkamdan bağırmışlardı.Gülümsedim onlara…İçimden Cem Yılmaz’dan esinlenerek, ‘vatan da sizi seviyor mu’ demek geçti ama vazgeçtim…Dönüş yolunda o çifti düşündüm sonra…Oturuşlarındaki donuk halleriyle, önlerinden geçenin ardından bağıracak kadar öfke dolu oluşlarını anlamaya çalıştım.İzmir’de bir parkta oturan bir çift neden “vatan” diye bağırır?Vatana bunun nasıl bir yararı olacağını düşünür?Belki de öyle bağırmak içlerini rahatlattığından, vatanın onlara böyle bir yararı vardır.*** Bilmiyorum farkında mısınız, bu ülkede artık neredeyse herkes lafa ‘ben vatanımı seviyorum’ diye başlıyor.Böyle başlamak zorunda hissediyor sanki herkes kendini.Sanki herkeste bir “vatan haini” damgası yeme endişesi bulunuyor.Herkeste ‘ben değilim, peki sen?’ sorgulaması var gibi.Ben de şunu soruyorum:Başkalarının vatan sevgisini sorgulayan, o sürekli suçlayan, baskıcı vatan sevgisi nasıl bir şeydir?Bir insan vatanı herkesten daha fazla sevdiğine nasıl ve ne hakla inanır?Bu hastalıklı güvenin kaynağı nedir? Niye ben vatanımı sizin belirlediğiniz ölçülerle sevmeliyim?Kendi vatanımda kime hesap vermek zorundayım?*** Fakat nerede işini sevmeyen, işini doğru dürüst yapmayan, kendinden memnun olamayan insan varsa vatan sevgisine yüklendiklerini görüyorsunuz.Eskiden bunu asker yapardı…Hepimize tek tip bir vatan sevgisi anlayışı biçmişlerdi…Öyle olmamızı istiyorlardı.Çünkü işlerini kötü yapan adamların, bu eksikliğin tartışılmasını önlemek için buldukları en etkili yöntemdi bu.Aslında şimdi de öyle.İnsanlar kendilerini ürettikleriyle, fikirleriyle ortaya koyamadıkları vakit gelsin vatan sevgisi, gelsin Atatürk.Siz hiç işini iyi yapan birinin durup dururken vatan sevgisinden bahsettiğini duydunuz mu?Duyduğunuzu sanmam.Peki bizler neden vatanımızı sevdiğimizi göstermeye bu kadar meraklıyız?Neden bir başkasını sınama yöntemimiz ya vatan sevgisi, ya dindarlık ya da Atatürk üstünden oluyor bu memlekette?Neden yaptığımız işlerle, başarılarımızla yarışmıyoruz birbirimizle? Bunu istesek bile yapabilir miyiz sizce?Bizler, işimizi iyi yapmayı vatan sevgimizden daha öne koyabilir miyiz?*** Dindarlar da pek farklı değil.Ne kadar Müslüman olduğumuzu merak ediyorlar sürekli onlar da.AK Parti de, ne zaman gerçekten yapması gerekenleri yapmaktan vazgeçti bizimle uğraşmaya başladı.Sanki onlar ne kadar vatan severse o kadar vatan sever, onlar ne kadar dindarsa o kadar dindar olacağız.Ne daha fazla, ne daha az.Ölçü onlar.Bu hakkı nereden buluyorlarsa…Önüne gelen bize bir ölçü gösteriyor…*** Siz boşverin bizlere ölçü göstermeyi, siz işinizi iyi yapın, vatan severliğinizi ülkeye getirdiğiniz özgürlükte, mutlulukta, huzurda görelim.Dindarlığınız, ahlakınızda, vicdanınızda, insafınızda gözüksün.Kendisi işini iyi yapmayıp, ona buna vatanseverlik dersi vermeye kalkanlara vatansever, kendileri ahlaktan, vicdandan uzaklaşıp ona buna dindarlık dersi vermeye kalkanlara da dindar denmez.Onlar, vatan ve din üzerinden payelenmeye çalışan insanlardır.En masumları, bana seslenen o yaşlı çift gibi olanlar.Onların kimseye bir zararı yok.Bankta oturup bağırıyorlar öyle… Eksikliklerini böyle kapatmaya çalışıyorlar.Gene de tabii bu tür insanların sadece o acıklı halleri sizi üzüyor, o kadar.
Sabah vaktinin o kendine özgü saf sessizliği var etrafta.Açık pencerelerden perdeleri hafifçe kımıldatan yumuşacık bir rüzgar giriyor içeri…Dışarda uçuk sarı bir aydınlık görüyorum perdeler her havalandığında…Geniş cam bir vazonun içinde duran enginar çiçeklerinin üzerine dökülüyor dışarının aydınlığı.Kendimi bir romanın ya da bir filmin içinde hissediyorum…Aklımdaki o kadınım sanki.Mutluluk bunun gibi bir şey diye aklımdan geçiriyorum sonra…Sabahların böyle olması belki de işte mutluluk…Olmak istediğin kadın olmak ya da erkek olmak belki de mutluluk…İstediğin yerde uyanmak belki de mutluluk…***Ama belki de boşuna uğraşıyorum mutluluğu anlatmak için…Anlatması belki de imkansız çünkü.Anlatmak istediğim duyguya en benzeyen tarif şu herhalde:Gökyüzünde usulca kayan küçük bir bulut gibi hissediyorsun kendini, hafif, sakin, uyumlu...*** Yazları insanlar daha özgür dolaşıyorlar sokaklarda.Hem ruhları, hem akılları, hem giyimleri…İnsanlarıizlemek çok daha zevkli oluyor böyle zamanlarda…Kendilerinden soyunmaları zor olsa da, özgür olduklarıher an insanları çıplak görebiliyorsun aslında. Kendinden özgür olmak…Belki de sır bu işte…Zor olan bu.Bütün ağırlığıyla üstüne abanan toplum ta çocukluğundan itibaren seni eğip bükerek, seni, gerçek varlığını içinde saklayacağın bir demir kasaya dönüştürüyor.Seni engellemeyi bir başkasına bırakmadan, önce senin kendini engellemeni öğretiyor.Kapalı kasalar gibi dolaşıyoruz.Mutluluk, belki de o kasayı kısa bir süreliğine kırıp açmak.Bazen talih yardım ediyor da, senin kırmana gerek kalmadan kasa kendi şifresini yazıp, kapısını açıyor.Küçük bir bulut gibi süzülüyorsun içinden.***Pek çok öpüşen, gülen, kahkaha atan çift görüyorum, masalarda kalabalık gruplar halinde yemek yiyenler görüyorum, eğlenen insanlar görüyorum ama sanki mutlu insan göremiyorum.Şöyle gerçekten mutlu biri…Kendini yaşamayıyüzdeyüz tercih eden biri…Kendinden de, başkalarından da kurtulmuş biri.Sanki aralarında öyle biri yok.Belki yanılıyorum ama bende öyle bir izlenim bırakıyor insanlar.*** Bu, bizim toplumun kadınla erkeği rahat bırakmamasından kaynaklanıyor herhalde.Burası, kadınıile erkeği birbirinden koparılmış, sevişmeleri dar zamanlara hapsedilmiş,heyecanları çiğnenmiş, arzularıküçümsenmiş,coşkularıparçalanmış,sonsuz bir sıkıntıya mahkum edilmiş bir toplum.Nasıl utanmadan, çekinmeden özgürce hazzı yaşayabilecek insanlar?Bunu istediğimizi bile itiraf etmek zorken.Bütün duyguları bir kasaya “hapsedilmiş” bir toplum, hazzı dolu dolu yaşamayı nasıl benimseyip, hayatın doğal bir parçası haline getirebilecek?Nasıl mutlu olacak özgürce?***İnsan, mutlu olduğunda herkes mutlu olsun istiyor.İstiyor ki kısa bir süreliğine de olsa herkes kendinden kurtulsun.Öyle mutlu değillermiş gibi görünüyor insanlar ama ne hissettiklerini de hiçbir zaman bilemezsin tabii.Ama bu serin sabah vakti insanların ne hissettiğini bilmesem de küçük bir bulutun ne hissettiğini biliyorum.Benim hissettiğimi hissediyor o da.Hafif, sakin, uyumlu…Sır belki de bu...Kendinden kurtulmak...
O avukatın adını yazmak zorunda mısınız gerçekten?Yapış yapış bir sıcağın içindeyiz günlerdir…Sizin de sıcaktan bunaldığınızı biliyorum.Bu sıcakta anlatmak istediğimi hafif gözükmeden, bayağılaşmadan, aslında hepimizden, insanlardan bahsettiğimi hissettirerek nasıl anlatırım onu düşünüyorum. Son birkaç gündür gazetelerde bir haber var… Ankaralı bir avukat otel odasında ölü bulundu.Sıradan bir ölüm gibi gözükmediği kesin… Erkek olan avukat üzerinde jartiyerle ölü bulundu… Olayda bir de erkek bir masör olduğu ortaya çıktı. Buraya kadar okuduğunuz her şey bir haberden çok bir hayatla ilgili aslında… Üstelik özel hayatla ilgili…***Sizin, benim, onun “özel hayatında” ne yaptığı bir başkasını ilgilendirmediği gibi, öldüğümüz zaman da ilgilendirmez sanırım, öyle değil mi?Avukatın adının açık ve net şekilde ilk günden beri yazılması, fotoğrafının konulması, ardında bıraktıkları için çok rahatsız edici ve üzücü değil mi? Hiç tanımadığımız bir avukatın bizi ilgilendirmeyen özel hayatı neden çarşaf çarşaf, ismi açıkca yazılarak ortada? Çocuğu, eşi, annesi, babası şimdi neler yapıyordur hiç düşündünüz mü?Böyle bir olayın “haber” olduğu söylenebilir ama o zaman da o insanın adını açıkça yazmak, resmini yayınlamak zorunda mıyız?Haberi verirken mahremiyetine ve geride kalanlara biraz daha saygı gösteremez miyiz?***Haberi okuduğum ilk andan beri keşke yaşadığımız memleket, sorunları az olan bir yer olsaydı da hepimiz bu avukatın ihlal edilmiş insani hakları için uğraşsaydık diye düşünüyorum.Ama ne buna mecalimiz var, ne de ülkenin acıları buna izin veriyor. Her an, bundan daha önemli pek çok şey oluyor… Ama inanın, ben bunu her şeye rağmen çok önemli buluyorum…Onca başka acıya rağmen bu avukata ve ailesine yapılanı içime sindiremiyorum. Başkalarının acılarına hiç aldırmadan yaşıyoruz.Malraux’nun çok sevdiğim bir sözü var: “Bir hayat hiçbir şeydir ama hiçbir şey bir hayat değildir.”Bizim ülkemizde sadece bir hayat değil, bizimkinden başka bütün hayatlar hiçbir şey…***Ahmet Şık’ın Pusu kitabını okuyorum…Kendisine nasıl pusu kurulup, Ergenekon üyesi gibi gösterilip hapse atıldığını anlatıyor…Hapishane günlerinden bahsediyor. Ahmeti okurken de, Kürtlerin çektiği zulmü okurken de, Ankaralı avukatın eşini merak ederken de aynı acıyı hissediyorum… Birbirinden farklı acılar ama hepsi insanların çektiği acılar sonunda. Ama bir acı sadece bir acı olduğu için acıtmıyor bizi nedense… Kimin acısı olduğuyla da ilgileniyoruz. Bize “yabancı” olanların acıları da bize yabancı. Onlara pek dönüp bakmıyoruz. Otel odasında ölen avukatın ailesinin çektiği ve büyük bir ihtimalle çekmeye devam edeceği acılar bizi hiç ilgilendirmiyor… Siyasi meselerde çekilen acıların gene paylaşanı bulunuyor da böyle “özel” acılar öyle sahipsiz orta yerde bırakılıyor. O insanlara hoyrat davranılıyor. Bana öyle geliyor ki o avukat bir defa öldü ama ailesini biz her haberle, her resimle defalarca öldürüyoruz. Buna kimsenin hakkı olmamalı, resmi öyle yayınlanmamalı, ismi açıkça yazılmamalı.Başkalarının acıları böyle yağmalanmamalı. Başkalarının acılarını çoğaltmak değil ki bizim işimiz. Bir haberle bir aileyi perişan ettik, kimse de “böyle olmamalı” demedi. Vurduk geçtik. Yarattığımız acıya dönüp de bakmadık bile.Ama asıl acı olan ne biliyor musunuz? Acıtmayı böylesine olağan karşılamamız… Asıl büyük acı bu belki de…
Geçen gece sıcak yüzünden koltukta yerimden kalkamayacak kadar bezgin bir şekilde televizyon seyrederken F.Bahçe TV’de Aziz Yıldırım’ı gördüm...Divan Kurulu toplantısında yaptığı o oldukça uzun konuşmayı, bezgin ama pür dikkat bir biçimde sonuna kadar izledim. Aziz Yıldırım’ı en son Metris’ten tahliye olurken yine televizyonda görmüş ve “yaşlanmış, yorgun, kırgın” gözüktüğünü düşünmüştüm.Şimdi televizyonda gördüğüm Aziz Yıldırım ise kendini tazelemiş, dinlenmiş, dinç gözüküyordu.Buna sevindim…Ama izlemeye devam ettikçe bu dinçleşmenin dinlenmeyle ya da özgürlükle ilgisinin olmadığını düşündüm.Aziz yıldırım negatif söylemden, düşmandan, nefrettten beslenen biri sanki.Çünkü normal tempoda konuşurken eski “delici” etkisinin çok uzağında gözüküyor. Ancak ne zaman hedefine, “düşman” bellediği bir kişi veya kurumu alıyor, birden vücut dili coşuyor ve sözlerinin ağırlığı artıyor, güçleniyor…Bir mesaj verecekse altında “tehditvari” bir ima kullanmazsa, F.Bahçe’nin o büyük enerjisini arkasına almazsa rahat edemiyor.Aziz gibi konuşuyor ama bir bakıyorsunuz söylediği her laf F.Bahçe’yi bağlıyor.Dolayısıyla F.Bahçe Başkanı mı, Aziz Yıldırım mı, bir yıl hapis yatmış, suçsuzluğuna inanan bir kader kurbanı mı, yoksa şike cezası aldığı halde bağırarak kendini her şeyden soyutlayan biri mi, dinlerken kafası karışıyor insanın.Gerçekten de Aziz Yıldırım aslında hangisi… bu da başka bir yazı konusu... *** Aziz Yıldırım’ın söylediklerine gelirsek, yakın bir dostum o konuşmanın ertesi günü Trabzonspor Başkanı Sadri Şener ile konuşmuş.Şener şöyle yorumlamış Aziz Yıldırım’ın dediklerini:- Yahu tek cümlesinde bile “Biz şike yapmadık” demiyor. Sadece “Tencere dibin kara, seninki benden kara” şeklinde bir söylemi var. Ama şike yaptıkları bu kadar ortadayken, bizi ve G.Saray’ı hedef alması beni güldürüyor. O nedenle de ciddiye alamıyorum, ne söylerse söylesin...Aziz Yıldırım gibi kendini ‘Tanrı’ zanneden bir futbol figürü için talihsiz bir durum içine düştüğü bana sorarsanız...Çünkü şikeden hüküm giyiyorsunuz çıkıp “Bütün takımlar şike yapıyor” diyorsunuz.Ama sözlerine bakarsanız, şike yapmayan tek takım var: O da F.Bahçe...İşte işin acıklı noktası burası zaten…*** - Aziz Yıldırım, Hıncal Uluç’un “milattan önce” kaleme aldığı bir yazısını kürsüde okurken, zamanın Göztepe-G.Saray maçında Fatih Terim’in şike yaptığından da dem vurdu.- Ertesi gün Ünal Aysal’ı kastederek “G.Saray üzerinden para kazanan adam” yakıştırmasını yaptı.- G.Saray’ın son anda şampiyon olduğu sezon, G.Saray’ın Denizli’ye para yolladığını iddia etti. Üstelik bu konudaki en önemli referans olarak, her zaman eleştirdiği Ahmet Çakar’ı gösterdi.- Trabzon’un teşvik ve şikeye karıştığını ama polis ile savcının bunları hasıraltı ettiğini belirtti.Kısaca mahkemede ne söylediyse, bu kez F.Bahçe Divan Kurulu’nda tekrarladı.Yine “sopa”yı göstermekten imtina etmedi. “Madem biz şikeciyiz, o zaman havuzdan çıkarız arkadaş” dedi...Ama bu sefer pek korkan olmadı galiba…Ayrıca “Kişilere ceza verip kulüplere vermemek nerden çıktı? Ben şike yaptıysam F.Bahçe için yapmışımdır” dedi.Burası benim en ilgimi çeken bölümdü… Taraftar ve Fenerbahçe yöneticileri ne düşündüler, çok merak ettim…Aralarında cesur olan birileri varsa bilmek isteriz doğrusu…*** Aziz Yıldırım Metris’te iken Adnan Öztürk kanalıyla G.Saray’ın, Sadri Şener’le Trabzonspor’un F.Bahçe’ye saldırmasından ötürü, Aziz Yıldırım’ın iki camiaya da karşılık verme hakkı var bence.Ama yöntemi çok çocukça…Muhatapları da pek matah değil…Aziz Yıldırım ne söylerse söylesin, hemen,- Sen şikecisin, biz seni muhatap almayız... diyorlar…100’er yıllık camiaların birbirlerini böyle belaltı, kahvehane söylemleriyle yaralaması insanda kekremsi bir tat bırakıyor…Bu nedenle Aziz Yıldırım artık şunu anlamalı: Kendi üslubunu düzeltmediği sürece, aynı sığlıkta yanıtlar alacak ve bu da en fazla kendisini kötü duruma düşürecek.***Belki, Türkiye’de her takım şike yaptı, bizim de büyük hatalarımız oldu bu konuda...- Madem futbolda temizlik benim üzerimden başladı, bundan sonra futbolun temiz kalması için en başta ben uğraşacağım dese, kimsenin söyleyecek lafı kalmaz emin olun.Ama bunların yerine “polis operasyon yaptı, savcı Fethullah Cemaati’nin maşası, G.Saray onlarla birlikte hareket ediyor, Trabzon zaten şikeci” deyip ve “Bir tek biz temiziz, çünkü Kuva-i Milliye’yiz” cümlesiyle kendini savununca kimse dediklerine aldırmıyor doğrusu…
Cumartesi günü uzun zamandır okuduğum en ilgi çekici yazılardan birini okudum.“Her beş Kürtten biri…” Yalçın Doğan yazmış.Bir süre önce yapılan bir kamuoyu araştırmasından bahsediyordu.Bu kamuoyu araştırması hakkında birşeyler okumuştum ama bütün detaylarını bu netlikte bilmiyordum açıkcası.Araştırmaya göre:- Türklerin yüzde 63’ü Kürt sorunu var diye düşünüyormuş -Kürtlerin de yüzde 78’i Kürt sorunu olduğuna inanıyormuş…- Kürtlerin yüzde 47’si kendilerine farklı davranıldığına, yüzde 28’i kamu hizmetlerinde ayrımcılığa uğradığına inanıyormuş…- Türklerin yüzde 82’si ,Kürtlerin yüzde 95’i diğer tarafın komşuluğundan şikayetçi değilmiş…- Kürtlerin yüzde 46’sı BDP’ye yöneliyormuş.- Kürtlerin yüzde 72’si kendilerine daha fazla hak verilmesini istiyormuş. Ana dilde öğrenim gibi…Türklerin yüzde 82’si ise bu hakkı fazla buluyormuş…- Kürtlerin yüzde 48’i “PKK terör örgütü değildir”diyormuş.Yine Kürtlerin yüzde 68’i PKK silahtan arındırılsın, siyasete girsin görüşündeymiş.- Kürtlerin yüzde 23’ü bağımsız Kürt devleti kurulmasından yanaymış… Yani her beş kürtten biri bağımsız devlet istiyormuş.Ama bu oran üç yıl önce yüzde 6 iken üç yılda yüzde 23’e çıkmış.Yani üç yıl önce her on altı Kürtten biri bağımsız devlet isterken şimdi her beş kürtten biri bunu istiyormuş…Yalçın Doğan demiş ki “dışarısıyla uğraşacağına Kuzey Irak,Kuzey Suriye peşinde koşacağına içeriye bak sen, bu sonuçlar izlenen Kürt politakasının iflasını gösteriyor.”***Araştırmanın tarihi biraz eski 2011’in aralık ayında yapılmış.Ama sonuçları hayli düşündürücü doğrusu…Neden bunun hakkında daha fazla ses duymadık , niye daha fazla tartışılmadı?Bu araştırma Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önüne gittiğinde ne düşündü acaba ya da önüne gitti mi?Bu araştırma “müşteriye özel” bir çalışmaymış.Bu da çok ilginç değil mi?Kim bu müşteri ya da bu müşteri bu sonuçlarla neyi anlamak istemiş acaba ?48 ilde 6516 evde yapılmış.Merak edip biraz araştırınca Milliyet’te Kadri Gürsel’in de Temmuz ayı başında bir yazısında bu araştırmadan bahsettiğini gördüm…- Kürtlerin yüzde 56’sı özerklik istiyormuş. Bu oran 2009’da yüzde 21 imiş.- Kürtlerin yüzde 65’i ana dilde eğitim, yüzde 56’sı da Kürtçenin “resmi dil” olmasını talep ediyormuş.- Türklerin yüzde 75’i Öcalan’ın idamını istiyormuş.- Türklerin yüzde 95’i Kürt özerkliğine “hayır” diyormuş.“Kürtlere daha fazla hak ve özgürlük verilmesi hangi sonuçları doğurur?” şeklinde, Türkiye geneline yöneltilen soruya cevaplarında da “bölünme olur” diyenlerin oranı yüzde 42, “iç savaş çıkar” diyenlerinki yüzde 30.... “Demokrasi gelişir” diye cevap verenler ise sadece yüzde 9,7’ymiş.Onlar da büyük çoğunlukla Kürtlermiş.Kadri Gürsel de aynı şeyi yazmış “Türkiye’de yaşanan hızlı kopuşu gözler önüne seren bir tablo bu.”***Rakamları ve o rakamların değişim hızını görünce “kopuşun” gerçekten de sanıldığından süratli olduğu anlaşılıyor.Ben iki yıl sonra o rakamların ne olacağını merak ettim.Bugünkü politikaların devam etmesi halinde daha “derin” kopuşların olma ihtimali yüksek görünüyor.Bizim hükümet bu araştırmalara hiç bakmıyor mu acaba, ülkenin nereye doğru gittiğini hiç görmüyor mu?Politikalarını değiştirmek zorunda olduğunu kavramıyor mu?Toplum, “kopuyoruz” diye bağırıyor.Tabii duyan kulaklar için.“Sağırlar” herhalde koptuktan sonra duyacak…Ama o zaman da çok geç olacak.
Kağıttan çiçeklerin dibine su dökerek geçiriyoruz hayatımızı…Fark etmiyoruz bile, bunun bizi yalanlarla oyalanan, hayatını yalanlarla şekillendiren birer sahtekâr yaptığını.Kendi hayatını, kendi zamanını çalan, en büyük yalanları kendine söyleyen ama bununla başkalarını kandıracağını sanan, kağıttan çiçekler eken yalnızlarız hepimiz.Gerçek olması gereken her şeyin yerine sahte olanını koyuyoruz.Hiçbir şeyin hakikisi olamadan yaşıyoruz…Ne hakiki bir aşık oluyoruz, ne hakiki bir aşk acısı çekiyoruz…Ne hakiki bir savaşcı ne hakiki bir korkak olabiliyoruz…Hiçbir şeyin hakkını veremiyoruz.Ne yaparsak yapalım aslında ötekisi olduğumuzu biliyoruz…Ve belki de en hakiki acımızı aslında bunu bildiğimiz için yaşıyoruz.***Sonra bir gün, gerçek bir şey olsun istiyoruz hayatımızda...Ama, sahtelerinden belki daha kısa ömürlü, yaprakları daha ince, dalları daha kırılgan, ama kavgalarla, aşklarla, isyanlarla dolu dolu yaşanan gerçek bir hayatı, kağıt çiçeklerden bahçemize nasıl yerleştirebileceğimizi bilemiyoruz.Duyguları, zaafları, ihtirasları, istekleri, öfkeleri, düşmanlıkları, dostlukları, kırılgan yanları olan bir hayatı nasıl yaşayacağız?Bunları hayatımıza doğru bir şekilde nasıl yerleştireceğiz?Kimlerle paylaşacağız duygularımızı?Her şeyin sahtesini ezbere bilen bizler, gerçek duygularımızı nasıl yaşayacağımızı hiç bilmiyor gibiyiz.İç içe geçmiş, birbiriyle sarmalanmış bir sürü sahte duygumuz var…Ve yerlerine gerçeklerini nasıl koyacağımızı bilmiyoruz.***Bilmiyoruz çünkü yalnızlıkla kağıtlaşmak arasında seçimimizi, yalnız ve gerçek olmaktan yana yapamıyoruz.Yalnız kalmayı göze alamadığımız için sahte olmayı göze alıyoruz.Ne yazık ki bu kağıttan çiçekler bahçesinde “gerçek olanlara” pek dostça davranmıyorlar çünkü, hoyratlaşıyor ve yalnızlaştırıyorlar.Biz bu yüzden korkup sahteleştikçe de huzursuz, mutsuz, yalancı oluyoruz.Zekaya, zarafete, zevke yer vermeyen, kağıttan çiçeklerle dolu bir bahçede biz de zekamızdan, zarafetimizden, zevkimizden soyunuyoruz.Kaçımızda bu sahte bahçede sahte duygularla yaşamayı, başka bir kağıttan çiçek olmayı reddedecek güç var?Çoğumuzda yok.İçimizde o istek var belki ama bunu gösterecek gücümüz yok.***Ama hayat sandığımız bu yapaylığa dokundukça o pütürlü kağıdın ruhsuzluğu da bizi kurutup öldürüyor.Her şeyin yalan, her şeyin sahte olduğu bilmek utandırıyor insanı.Aşkımız yalan, sevgimiz yalan, kahramalığımız yalan, övünmelerimiz yalan, acılarımız yalan.Ben kendi gerçeğimi yaşamak istiyorum artık…Kağıttan bir çiçek olmak istemiyorum.Ben sahici olmak istiyorum.Ama biliyor musunuz buna cesaret eden hangimiz olursa olsun, bu cesaretin birçok cezası olduğu gibi bir de ödülü var.O da gerçek bir çiçek olmayı göze alırsanız, size ne kadar kızarlarsa kızsınlar, ne kadar yalnız bırakmak isterlerse istesinler hiçbir zaman bir bahçenin kenarında boynu bükük kalmıyorsunuz. Gerçek, güçlü ve cesur oluyorsunuz.Yapraklarınız dökülse, dallarınız kırılsa da hep yeniden çiçek açıyorsunuz.Siz sahicisiniz çünkü.Her mevsim yeni baştan yaratılıyorsunuz.Kağıttan çiçekler ise hiç yapraklarını dökmüyorlar, hiç örselenmiyorlar ama hiç de yeni çiçek açamıyorlar.Onların cezası da o…Hiç değişemiyor, hiç tazelenemiyorlar…***Size bir şey söyleyeyim mi?Bazen birbirine benzer şeyler yazdığımı düşünüyorum… Çünkü kağıttan çiçek olmak kağıttan çiçekler arasında yaşamak çoğu zaman aynı yazıları yazdırıyor insana… Ama belki bir kelime belki bir cümle belki bu sefer ki yazı bir yerlerimizde gizlenip duran canlanma isteğini besler diye, razı ediyor beni hep aynı gözükme riskine…Buna değdiğini biliyorum…