Bu bir avcı hikayesi değil…

23 Eylül 2012

Bir gün avcılar cok iri bir hamile kaplanın peşine düşüyorlar…İzini yakalayıp, hayvanı sakıştırıp saldırıyorlar…Hamile kaplan avcıların elinden kurtulup kaçıyor…Hızla koşarak saklanacak bir yer buluyor kendine…Ama heyacandan ve yorgunluktan bir kaya dibinde doğum yapıyor ve ölüyor.Bu bir avcı hikayesi değil…Devamında anlayacaksınız ki bu sizin öykünüz.Gençliğimde ben acaba hangisiyim, ben aslında kimim sorularına cevap aradığım günlerde babam anlatmıştı bu hikayeyi.Minik yavru tek başına o kayanın dibinde kalıyor.Dağ keçileri buluyor onu…Yavru kaplanı aralarına alıp büyütüyorlar…Tam bir dağ keçisi gibi büyüyor yavru kaplan. Ot yiyiyor, meliyor, dağlarda kemirecek diken arıyor, kendini tam bir dağ keçisi sanıyor.Bir gün dere kenarında otlanırken artık iyice irileşip büyüyen yavru kaplan uzaklardan gelen bir kaplan görüyor.Kaplanı gören diğer keçiler bütün güçleriyle kaçıyorlar.Ama yavru kaplan keçi gibi meleyip keçi gibi otlamasına rağmen bir keçi gibi değil de bir kaplan gibi durarak korkmuyor.Durup bakıyor saldırmak için yaklaşan kaplana.Kaplan kaçan keçilerin peşinden koşup aralarından birini yakalayarak öldürüyor ve öldürdüğü keçiyi sürükleye sürükleye suyun kenarına getiriyor.İki kaplan ölü keçinin başında karşılıklı duruyorlar.Avcı kaplan müthiş bir gürültüyle kükrüyor, yavru kaplan da buna karşılık tuhaf bir sesle meliyor.Duyduğu sese şaşıran avcı kaplan yavru kaplanı ensesinden tutup öldürdüğü keçinin başına getiriyor ve yüzünü keçinin etine bastırıyor.Ve başlıyor keçiyi parçalamaya….Yavru kaplan önce direniyor ama sonra iç güdülerine yenilip ölü keçiyi yemeye başlıyor.Sonra da avcı kaplana bakıp hayatında ilk defa gerçek bir kaplan gibi kükrüyor.Kendini keçi sanan kaplanın bir kükreyişle gerçek kimliği ortaya çıkıyor.Kaplan kaplan oluyor.***Bunu anlatan babam, kendini keçi zanneden benim ve kendini böyle hisseden herkesin içinde uyanmak için bekleyen kaplan kimliğinin belki bir tesadüfle, belki içinden gelen bir istekle bir gün mutlaka ortaya çıkacağını, sadece kükremeyi denemem gerektiğini söylemişti.İşte söylediğim buydu sizin hikayeniz derken…Kendimizi zavallı bir yavru keçi zannederken bir kaplan olduğumuzu keşfedebiliriz.Siz belki kendinizi çok korkak zannediyorsunuz ama belki en cesurumuzsunuz…Siz belki kendinizi çok ürkek zannediyorsunuz ama belki de en yiğidimisiniz…Belki de içinizde bir kaplan yok, gerçekten keçisiniz.İçimizde ne kimlikler taşıdığımız bilmiyoruz ki...Aslında hangisiyiz seçemiyoruz.Babama sormuştum “ben aslında neyim” diye…O da bu masalı anlatmıştı.Bir keçi miyim yoksa bir kaplan mı?Bu soruyu sorduğunuzda, cevabını bulabilmek için tek bir yol var.Kükremeyi denemek.Bunu denemeden gerçek cevabı bilmek hiçbirimiz için mümkün değil çünkü...

Devamını Oku

Bizim yalanlarımız sadece bizi, siyasetçilerin yalanları hepimizi öldürüyor…

20 Eylül 2012

Birgün çıldırmayı, aklımdan geçen ne varsa söylemeyi çok istiyorum.Düşünsenize bütün duygularımızı, düşüncelerimizi, isteklerimizi, sevmediklerimizi söyleyebildiğimiz bir hayatımız olduğunu…Kimbilir neler duyardık birbirimizden.Ne çok yiğidin altından bir korkak, ne çok korkağın altından umulmadık kahramanlar çıkardı…Aşklar yerle bir olur…Birbirine “seni seviyorum” diyenler duydukları karşısında kulaklarına inanamazdı.Her şeyi ama her şeyi saklıyoruz.Kendimizden, karşımızdakinden, tekrar kendimizden sonra yine karşımızdakinden.Aslında gerçekte ne düşündüğümüzü unutacak, bilmeyecek kadar yalanlarla ve saklanmış düşüncelerle dolu ruhumuz.Öyle saklıyoruz ki, katıksız hakikati biz bile bilmiyoruz kendimiz hakkında.Bu aralar tüm sırlar çözülsün, tüm düğümler açılsın, ruhumun bütün tersaneleri ele geçsin, her şey ama her şey ortaya çıksın, kendi sahtekarlığıma esir olan parçam tuzla buz olsun istiyorum.Bunu sadece kendim için istemiyorum, herkes için istiyorum.Neler saklıyoruz kendimizden kimbilir…Nasıl yakıyoruz birbirimizin canını o sakladıklarımızı anlatamadığımız için…Sakladıklarımız arttıkça korku başlıyor…Gerçek ortaya çıkacak korkusu…Korktukça, yalanlarımıza inananlara olan bağımlılık artıyor…Çünkü birinin o yalana çok güçlü inanması gerekiyor bizi de kendi yalanlarımıza inandırması için.Bir gün hep birlikte çıldırıp gerçekleri söylesek ortaya neler çıkar kimbilir?Unutulmaya çalışılmış sevgililer, dile getirilemeyen özlemler, söylenmeye söylenmeye birikmiş öfkeler, inkar edilmiş arzular, söylemeye utanılan kırgınlıklar, beni sev diyen acılar…Bunları görmek, nasıl büyük bir sarsıntı yaratır insanda…Gerçekleri sakladığımız içimizi görmek,yalanlarla dolu bir hayat kurduğumuzu anlamak…İnsan kendini terk etmek ister.Bazen böyle bir yazının ortasında ya televizyondan bir alt yazı geçiyor ya cep telefonuna bir haber düşüyor, irkiliyorum birden…Düşünüyorum…Biz kendi küçük hayatımızda bunca gerçeği saklarken bu siyasetçiler neler saklıyor acaba diye.“Vatan için, memleket için, halkımız için” derken içlerindeki hangi gerçekleri, ihtirasları, korkuları o laflarla örtüyorlar?“Seçimi kazanmak için, başkan olmak için, partinin yönetimini elimde tutmak için, bir makam kapmak için” demiyorlar, siyaset icat edildiğinden beri bunları söyleyen kimse olmadı herhalde.İçlerinden kendi hırsları için insanların ölümüne razı olduklarını hatta ölümleri için emirler verdiklerini biliyorlar, milyonlarca insanın hayatını çıkmaza soktuklarını biliyorlar.Sonra bunları kendilerinden bile saklıyorlar, bunları saklayabilmek için öyle kalabalık dalkavuk gruplarına güveniyorlar.Kendi yalanlarına inanabilmek için onların da o yalanlara inanan kalabalıklara ihtiyaçları var çünkü.Bizim yalanlarımız sadece bizi öldürüyor, onların yalanları hepimizi öldürüyor.Bir gün çıldırıp bütün gerçekleri söylemek istiyorum.Bir gün herkesin çıldırıp bütün gerçekleri söylemesini de istiyorum.Böyle büyük bir delilik karnavalından geçmek belki bizi akıllandırırdı diye düşünüyorum.

Devamını Oku

Dürüst olabilmek için cesur olmanın gerektiği toplum… Ve Hasan Cemal….

19 Eylül 2012

Bizim ülkede, insanlar söylenen cümleleri değil, ileri sürülen fikirleri ve istekleri de değil, hep bu fikirlerin ve isteklerin arkasında bulunduğuna inandıkları gizli bir niyeti tartışırlar.Çünkü bizim ülkemizde insanların düşüncelerini ve niyetlerini açıklamaları yasaktır.Bu yüzden de herkes birbirinden kuşkulanır…‘Senin asıl niyetin ne?’Toplum kendi kendinden korkar hale gelir bu soruyla.Bir toplum kendi kendinden korkmaya başladı mı herkes kendisini koruyacak bir güç arar.Ve o andan itibaren her şey, herkes bir güç sembolü olur bir başkası için…Politikacıları bu kadar sıkıcı yapan şey de bu karışıklıktır işte.Çünkü değişik görüşteymiş gibi duranların hepsi aslında aynı görüştedir.Bütün politikacılar bu karışıklığın nedenini bilirler ama hiçbiri niyetlerin ve düşüncelerin açıkca ortaya konmasını savunmaz.Onlar sürekli birbirinin niyetlerinden kuşkulanırlar...Birbirleri hakkında ‘hikayeler’ anlatırlar…Ve bize de bolca yalan söylerler.***Hasan Cemal’in yeni çıkan “1915: Ermeni Soykırımı” kitabını okumaya başladım.Kitapla ilgili daha okumadan bir fikrim vardı aslında…Sibel Oral’ın Ali Bayramoğlu’yla yaptığı röportajı okuduğumda bu kitapta ne okuyacağımı daha iyi anlamıştım.Ali Bayramoğlu demişti ki “Hasan Cemal’in cesaretine, dürüstlüğüne, doğru bildiğini söyleme iradesine inanılmaz saygım var. Yüzleşme süreçlerinde bu tür seslere sanıldığından çok daha fazla ihtiyaç vardır. Zira bu, o toplumun tarihinin yazımıyla ilgili bir meseledir. Hasan Cemal de Türkiye’de tarihe tanıklık etmekten çok, yazdığı kitapla tarihin yazıcıları arasına girmiştir.Hasan Cemal aynı zamanda İttihat Terakki’nin üç yönetici paşasından birisinin, Cemal Paşa’nın torunu. Cemal Paşa Ermeni Soykırımı’yla itham edilmiş, 1921 yılında Ermeniler tarafından öldürülmüş bir asker. Bugün 98 yıl sonra Cemal Paşa’nın torununun soykırımdan söz ediyor olmasının tarihî önemi ortadadır.Hasan Cemal itiraf etme, kendisine soru sorma, kendisini eleştirme yeteneğini geliştirmiş biri. Ama bu noktaya yine de kolay gelmedi. Kitap bunu anlatıyor zaten. Onun bu yoldaki yakın tanıklarından biriyim. Türkiye’de az önce bahsettiğim değişimin meyvelerinden birisidir Hasan Cemal. O değişimle yol almıştır ve şimdi olduğu gibi o değişime ciddi katkıda bulunmuştur.”***Hasan Cemal, kitabında Atatürk’ün 24 Nisan 1920 tarihinde yaptığı ilk Meclis konuşmasında sözü 1915’e getirdiğini yazıyor ve şöyle devam ediyor: “Atatürk Osmanlı Ermenilerine yapılanlar için der ki; ‘Utanç verici işler, alçaklık!’ Ama Atatürk’ün bu sözleri daha sonra Meclis zabıtlarından çıkarılır.”Düşünün ki bu ülkede Atatürk’ün bile düşüncelerini söylemesi yasak.O bile sansür ediliyor.***Böyle bir ülkede yaşıyoruz.Bu durumu değiştirmeye çalışan bir siyasi parti de yok.Hepsi kendince nedenlerle çeşitli gerçekleri saklıyor.Bazı gerçekleri de hep birlikte saklıyorlar.Bizim politikacılar da birbirlerinden farklı şeyleri düşünüyormuş gözükseler de, 1915 için özür dileme ya da gerçekleri kabul etme konusunda birbirleri kadar korkaklar.Gerçeklerin konuşulmasını istemiyorlar.Ve gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışanlara da ‘asıl niyetin ne senin’ diyorlar.Hakkında andıçlar yayınlatıyorlar.İftiralar atıyorlar.Gerçekleri bulmak isteyen dürüst ve cesur bir yazar görmek onları şaşırtıyor, ne dürüstlüğe, ne cesarete, ne de gerçeklerin söylenmesine alışkınlar çünkü.Hasan Cemal çok cesur bir iş yapmış, sarsıcı bir kitap yazmış, gerçekleri söylemiş.Dürüst olabilmek için cesur olmanın gerektiği bir toplumda yaşadığımızı bir kere daha bize göstermiş.Yazarlarla politikacılar arasındaki o büyük farkı ortaya koymuş.Bu toplum için bir ümit varsa o da içinden böyle yazarlar çıkarabildiği için var bence, böyle politikacılar çıkardığı için değil.

Devamını Oku

Neden kolayca karar veremeyiz...

16 Eylül 2012

Sürekli bir hesaplaşma olan hayatın barış dönemleri sayılacak eğlenceli ilk baharlardan,coşkulu yazlardan sonra eylül, hep bir kendimizle yüzleşme vakti, içimizdeki derin izlerin peşinden gittiğimiz, biriktirdiğimiz ne varsa bir kez daha onunla karşılaştığımız bir zaman parçası gibi gelip girer hayatımıza.Usulca sokulur...Direnemeyiz...Hayatımızı gözden geçirir, o hırpalayıcı soruları ardı ardına kendimize sormaya başlarız…Bugünlerde ben şunu soruyorum kendime:“Neden bazı insanlar sorunlarını çözemez, neden kesin kararlar veremez, değiştirmesi gerekenleri neden değiştiremez?”***Yeteri kadar istemediğinden herhalde diye düşünürüm sonra.Çünkü insanın içindeki harekete geçmeye hazır enerjiyi bir eyleme dönüştürmek için çok kuvvetli bir “istek” gerekiyor sanırım.Açlık gibi, aşk gibi, ihtiras gibi kuvvetli bir istek.Yeteri kadar istemezsen, o enerjiyi harekete geçirecek kadar güçlü biçimde istemezsen, “biraz” istersen… o zaman isteyip de yapamamanın sıkıntısı başlıyor insanın ruhunda…Bu sıkıntı insanı canını çok yakabilecek bir sıkıntı…Kolayından aldırmayacağınız bir sıkıntı olmuyor... İçimizdeki o hazır enerji uyuşturulmuş bir hayvan gibi hiçbir işe yaramadan uyudukça ,bir işe yaramamanın, eyleme dönüşememenin huzursuzluğuyla bizi intikamcı bir hortlak gibi kemirmeye başlıyor.***Herkesin hikayesi ayrı ama herkes hayatının bir döneminde önemli konularda karar vermek zorunda kalıyor.Karar vermek belki de insanların en zor yaptığı iş, verilecek kararın büyüklüğüne göre zorluğu da artıyor.Karar verdiğiniz anda birçok zorluğu, sıkıntıyı, size çok bildik gelen alışkanlıkları değiştirmeyi göze almanız gerekiyor.Vereceğiniz kararla elde edecekleriniz “uzakta”, o kararla çekeceğiniz sıkıntılar hemen yanıbaşınızda.Birçok insan, o karar anının sıkıntısını çekmemek için daha sonra elde edeceklerinden vazgeçiyor.Bundan vazgeçmemek için “elde edeceklerine” duyduğun isteğin o kararı verip uygulayacak olan enerjini uyandıracak kadar güçlü olması lazım.Birçoğumuz o karar “anının” sıkıntısını yaşamamak için geleceğinden, “ilerde” elde edeceklerinden vazgeçmeye razı oluyor.Kararsızlığın içinde kendini bir yokoluşa teslim etmek çok daha sıkıntısız ve kolay gözüküyor çünküBöylece sorunları çözmeye gücü yetmeyen, kendi haritalarımızdan silinen insanlar oluyoruz...*** Bazen merak ediyorum, bu kaçtığımız karar verme anının sıkıntısı nasıl bir sıkıntı olabilir ki bundan bir ömrü yakacak kadar kaçıyoruz?Sanırım karar anının ve sıkıntısının çok yakın, o kararla elde edileceklerin çok uzak olması bize kararsızlığı seçtiriyor.İnsani bir tepki bu aslında.Sıkıntıyı kimse istemez.Ama, o kararla ulaşmak istediğimiz geleceğin, “anın” sıkıntısını aşacak kadar parlak ve ışıklı görünmesi, o “geleceğe” ulaşmayı büyük bir istekle arzulamamız ancak o anın sıkıntısını göze almamızla olabiliyor...Tabii, bizi zümrüdüanka kuşu gibi geleceğe taşıyacak olan o isteği besleyip büyütmek de elimizde, onu geleceğe ait hayallerle ışıktan bir şemsiyenin altına alabilir, ulaşmak için çıldırdığımız bir masal şehri gibi içimizde inşa edebiliriz...Sonuçta yapacağımız tercih, bu anla gelecek arasında bir tercih.Bu anın “somut gerçekliğinin” gücünü, geleceğin hayalleriyle yenmek, o hayallerle istemek ve karar vermek mümkün.Hayal, bize ulaşmak istediğimizi, şu andaki “gerçek” kadar güçlü ve sahici gösterecektir çünkü.Karar veremiyorsak, hayalini de kurmak istemiyoruz demektir.Oysa ki düş en gerçek seydir...

Devamını Oku

Neden kolayca karar veremeyiz…

16 Eylül 2012

Sürekli bir hesaplaşma olan hayatın barış dönemleri sayılacak eğlenceli ilk baharlardan,coşkulu yazlardan sonra eylül, hep bir kendimizle yüzleşme vakti, içimizdeki derin izlerin peşinden gittiğimiz, biriktirdiğimiz ne varsa bir kez daha onunla karşılaştığımız bir zaman parçası gibi gelip girer hayatımıza. Usulca sokulur… Direnemeyiz… Hayatımızı gözden geçirir, o hırpalayıcı soruları ardı ardına kendimize sormaya başlarız… Bugünlerde ben şunu soruyorum kendime: “Neden bazı insanlar sorunlarını çözemez, neden kesin kararlar veremez, değiştirmesi gerekenleri neden değiştiremez?” *** Yeteri kadar istemediğinden herhalde diye düşünürüm sonra. Çünkü insanın içindeki harekete geçmeye hazır enerjiyi bir eyleme dönüştürmek için çok kuvvetli bir “istek” gerekiyor sanırım. Açlık gibi, aşk gibi, ihtiras gibi kuvvetli bir istek. Yeteri kadar istemezsen, o enerjiyi harekete geçirecek kadar güçlü biçimde istemezsen, “biraz” istersen… o zaman isteyip de yapamamanın sıkıntısı başlıyor insanın ruhunda… Bu sıkıntı insanı canını çok yakabilecek bir sıkıntı… Kolayından aldırmayacağınız bir sıkıntı olmuyor… İçimizdeki o hazır enerji uyuşturulmuş bir hayvan gibi hiçbir işe yaramadan uyudukça ,bir işe yaramamanın, eyleme dönüşememenin huzursuzluğuyla bizi intikamcı bir hortlak gibi kemirmeye başlıyor. *** Herkesin hikayesi ayrı ama herkes hayatının bir döneminde önemli konularda karar vermek zorunda kalıyor. Karar vermek belki de insanların en zor yaptığı iş, verilecek kararın büyüklüğüne göre zorluğu da artıyor. Karar verdiğiniz anda birçok zorluğu, sıkıntıyı, size çok bildik gelen alışkanlıkları değiştirmeyi göze almanız gerekiyor. Vereceğiniz kararla elde edecekleriniz “uzakta”, o kararla çekeceğiniz sıkıntılar hemen yanıbaşınızda. Birçok insan, o karar anının sıkıntısını çekmemek için daha sonra elde edeceklerinden vazgeçiyor. Bundan vazgeçmemek için “elde edeceklerine” duyduğun isteğin o kararı verip uygulayacak olan enerjini uyandıracak kadar güçlü olması lazım. Birçoğumuz o karar “anının” sıkıntısını yaşamamak için geleceğinden, “ilerde” elde edeceklerinden vazgeçmeye razı oluyor. Kararsızlığın içinde kendini bir yokoluşa teslim etmek çok daha sıkıntısız ve kolay gözüküyor çünkü Böylece sorunları çözmeye gücü yetmeyen , kendi haritalarımızdan silinen insanlar oluyoruz… *** Bazen merak ediyorum, bu kaçtığımız karar verme anının sıkıntısı nasıl bir sıkıntı olabilir ki bundan bir ömrü yakacak kadar kaçıyoruz? Sanırım karar anının ve sıkıntısının çok yakın, o kararla elde edileceklerin çok uzak olması bize kararsızlığı seçtiriyor. İnsani bir tepki bu aslında. Sıkıntıyı kimse istemez. Ama, o kararla ulaşmak istediğimiz geleceğin, “anın” sıkıntısını aşacak kadar parlak ve ışıklı görünmesi, o “geleceğe” ulaşmayı büyük bir istekle arzulamamız ancak o anın sıkıntısını göze almamızla olabiliyor… Tabii, bizi zümrüdüanka kuşu gibi geleceğe taşıyacak olan o isteği besleyip büyütmek de elimizde, onu geleceğe ait hayallerle ışıktan bir şemsiyenin altına alabilir, ulaşmak için çıldırdığımız bir masal şehri gibi içimizde inşa edebiliriz… Sonuçta yapacağımız tercih, bu anla gelecek arasında bir tercih. Bu anın “somut gerçekliğinin” gücünü, geleceğin hayalleriyle yenmek, o hayallerle istemek ve karar vermek mümkün. Hayal, bize ulaşmak istediğimizi, şu andaki “gerçek” kadar güçlü ve sahici gösterecektir çünkü. Karar veremiyorsak, hayalini de kurmak istemiyoruz demektir. Oysa ki düş en gerçek seydir…

Devamını Oku

Savaş isteyenlere bir önerim var…

11 Eylül 2012

Savaşı çıkartanlarla savaşta ölenlerin ayrı ayrı insanlar olması, çogunlukla savaşı çıkartanları kahraman yapıyor.Savaşların kuralı değişse…“Savaş isteyen herkesin çocuklarından biri savaşa gidecek” dense acaba savaş isteyenler yine aynı isteklerinde direnebilirler mi?Acaba yine herkes savaş hayranlığını sürdürebilir mi?Acaba yine herkese Kürtler ya da Türkler ölmeli gibi gelir mi?***Suriye ile savaşın eşiğinde dolaşıp durduk uzun bir süre…Galiba hâlâ da biraz istiyoruz bu savaşı.Neden Tayyip Erdoğan, Suriye iç savaşında Türkiye’yi savaşın bir parçası haline getiriyor?Bilemiyorum…Esad’a karşı bir politika izlemenin tek yöntemi savaşın içine bizzat girmek mi?Belki dış politika uzmanları bunların cevabını bilir…Açıkcası ben tam bilmiyorum.Her zamanki gibi sorumlusu olmayan işler olduğunu biliyorum sadece ülkemizde…Hiçbir zaman sorumlusunun kim olduğunu öğrenemediğimiz felaketler…***700 bin kişilik bir ordumuz varmış bizim…Askerlikte ölen çocuklarımızın ise haddi hesabı yok.İnsan merak etmeden duramıyor, gençlerin hayatlarının kıymetinin olmaması sayılarının çokluğunda mı acaba?‘Bizde bunlardan çok var’ duygusu mu hakim?Suriye ile savaşa girebileceğimize inananlar, Kürt savaşını bitirmeyenler, servetlerinin yarısını ya da oğullarını vermek zorunda kalsalar yine de bu savaşları isterler miydi acaba?***15 sene önce de Kürtleri kışkırtıyorlar diyerek Suriye’yle savaşa girmemiz için bağıranlar çıkıyordu bu memlekette…O zaman da Hafız Esad yönetiyordu Suriye’yi.Ama asıl önemlisi, o zaman da bizim yine ‘kışkırtılabilecek’ Kürtlerimiz vardı.Ezdiğimiz, haklarını vermediğimiz.O gün o sorunları çözseydik, bugün Beşar Esad’ın Kürtleri ‘kışkırtacak’ bir gücü olabilir miydi?Kendimizi ne kadar da güçlü ve akıllı buluyoruz üstelik,öyle değil mi?Kimse bize herhangi bir konuda hatanın bizde olduğunu söyletemiyor…‘Bu sorun, yıllardır bir çözüm bulamadığımız için yaşanıyor’ dedirtemiyor.Bütün sorunlarımızın, bizim dışımızda bir nedeni var.Biz her şeyi çok doğru yapıyoruz ama bazı “kötü insanlar” Türkiye’ye düşmanlık ediyor işte.Bu da siyasetin Sinderella masalı herhalde.***Bence Türkiye’yi çökertebilecek tek güç var bu yeryüzünde…Türkler…Yani biz…Ve bunu bilmek için dış politika uzmanı olmamıza gerek yok.Sorunları çözmüyor, devlete yönelik her talebi bir hakaret gibi görüyor, insanlarımızın hayatına önem vermiyor, herkesi tehdit etmekten hoşlanıyoruz.***‘Galiba biz de bazı hatalar yapıyoruz” dediğimiz gün…Herhalde sorunları da çözmeye başlayacağımız gün olacak.Bir gün bunu yapacağız.Ama şimdilik bunu yapmak için bir acelemiz yok anlaşılan.Nasılsa 700 bin kişilik ordumuz var…

Devamını Oku

Ülkenin değişmesini beklemeyin siz değişin…

9 Eylül 2012

Bu Türkiye ne dincilerin sandığı kadar koyu bir taassubun meraklısıdır, ne de öbürlerinin sandığı gibi Mustafa Kemal fanatiğidir…Ne tam odur, ne tam budur…Hatta ortada bile değildir çoğu zaman…Devleti ve yöneticileri tarafından yüzyıllardır ezilmiş, acı çektirilmiş, korkutulmuş, kendini saklamayı bir savunma mekanizması olarak benimsemiş koca bir insan yığını burası…Düşünmesine hiçbir zaman izin verilmediği için düşünce eksikliğini inanç gösterilerinin arkasına saklayan, aslında hiçbir düşünceye veya inanca çok fazla aldırmayan, hiçbir şeyi fazla sahiplenmeyen, herkesten kuşkulanan, kimseyle bütünleşmeyen, uzun ömürlü planlar yapmaya sabrı yetmeyen, biraz hüzünlü biraz hergele, geçmişine ve geleceğine yabancı bir toplumuz biz…O yüzden buralarda siyaset de aşkını kaybetmiş ilişkiler gibi bayağılaşır…Siyasette fikir yerine santaj, tehdit, demogoji, hamaset, sığ bir ihtiras savaşı, küfür, hakaret vardır her zaman…Fikirsiz bir siyasette de günden güne kimsenin gülmediği bir şakaya dönüyor bu ülkede…Oynanan oyunun ne ciddiyeti var, ne de eğlenceli.Başbakan çıkıp ‘Yargıya söyledim’ diyebiliyor BDP’lileri Meclis’ten atmak istediğini anlatırken…Kimse yadırgamıyor.Ama hep böyledi buralar…Sanki yirminci yüzyıl hiç iz bırakmadan geçti bu topraklardan…21. yüzyıl aynı karanlıklar içinde.Tek değişen şey geçen yüzyılın başında padişah vardı, yüzyılın sonunda on padişah oldu…Yeni yüzyılda tekrar tek padişaha dönüldü.Ama yeryüzündeki hangi padişah kendi devrinin bittiğini anladı ki bizimkiler “padişahlık döneminin bittiğini” anlasın.Geçen yüzyılda burada hayat nasılsa hala öyle…O zaman da iktidar için dini kullananlar vardı şimdi de var…İttihatçılar da hukuka inanmıyordu, şimdikiler de inanmıyor…O zaman da gazeteciler öldürülüyordu, şimdiki yüzyılda da öldürülüyor ve katilleri bulunabilecekken bulunmuyor.Pek bir şey değişmiyor bu topraklarda yani anlayacağınız.Nasıl İttihatçıların dünyadaki gelişmeleri anlamamaktaki inadı koca bir imparatorluğu bitirdiyse, şimdikilerin inadı da Türkiye’yi bir çıkmaza sürüklüyor…Nasıl o zaman milyonlarca Anadolu çocuğu kendilerine ait olmayan bir savaşta öldüyse, şimdi de politikacılar yüzünden ölüyor…Nasıl Mustafa Kemal döneminde hiçbir muhalif sese izin verilmiyorsa şimdi de verilmiyor…Nasıl Lozanı tartışmak isteyen muhalifler susturulduysa, bugün de orduda ve devlette olan her şey kutsal metin gibi saklı ve tartışmaya kapalı.Hiçbir iktidar bu topraklarda halkla iktidarını paylaşmak istemiyor…Yüzyıllar hep aynı hatalar ve baskılarla geçip gidiyor bizim toprakların üzerinden…Özgürlüğün uğramadığı yüzyıllar bırakıyoruz arkada…Bu ülke değişmiyor.Arabalar, uçaklar, televizyonlar, cep telefonları kullanıyoruz, kullandığımız her şey geçen yüzyıldan farklı ama bizim kendi topraklarımızda bir sığıntı gibi yaşamamız hep aynı.Devlet bizi hep eziyor.Ve, biz hep eziliyor ve itiraz edemiyoruz.İtiraz etmek hiç aklımıza gelmiyor çünkü.İtirazı devlet yasaklamış, biz de kabul etmişiz. İşte o zaman o küçücük soru kocaman oluyor zihnimizde;Biz değişmeden ülke nasıl değişecek?

Devamını Oku

Kendimize ihanet etmeyelim…

9 Eylül 2012

Biliyorum bazı şeyler akıl vermekle, yazı yazmakla olmaz… Ama ülkede, ‘insan gibi yaşamak istiyorum’ kampanyası başlatabilsek ne kadar çok şeyi değiştirebilirdik…Düşünsenize;Biraz akıllı davranarak rengarenk ışıltılı bir yaşamın parçası olabiliriz.Bizim de arasına katılabileceğimiz bir hayat var bizim ülkenin dışında.Aslında bunu fark etmiyor değiliz.Türkiye’nin ötesindeki bu dünyayı bir düşünün…Sinema dünyasıyla ilgili haberleri okurken, fizikle ilgili gelişmeleri takip ederken, Mars’a inen uzay aracının bulduklarını öğrenirken, Amerikan seçimlerini izlerken, teknoloji dünyasının hızını görürken dışarıda nasıl bir dünya olduğunu fark ediyoruz.Ona aldırmıyoruz sadece…Belki de aldırmanın bir yararı olmadığına inandığımız için..Belki de bunca acı varken, film festivallerinden, dünyadaki gelişmelerden bahsetmenin yeri olmadığını düşündüğümüz için.Ama biz inansak da inanmasak da, aldırsak da aldırmasak da bizim dışımızda rengarenk bir dünya var.***Ve işte o dünyada insanlar insan gibi yaşıyor.Hani savaştaki askerlere kendilerini savaşa, dünyada ölümden başka bir şey olmadığı duygusuna kaptırıp bunalıma girmesinler diye moral geceleri yaparlar ya…Savaşın dışında bir hayat olduğunu gösterirler…Şarkıcılarla, mizahçılarla bir yaşam rüzgarı estirirler.Çünkü yaşamı unutursak uğruna ölünecek bir şey de kalmaz ortada.İşte dışımızdakiler insan gibi yaşarken biz de savaştaki askerler durumundayız…Kendimize bizim dışımızda bir hayat olduğunu hatırlatmak zorundayız.Tamam, ülkenin acılarına ihanet etmeyelim ama kendimize, sevinçlerimize, dünyayı takip etme isteğimize de ihanet etmeyelim.Kendimize ihanet edersek…Elde kalan tek şeyin ölüm olduğunu düşünürsek…Ne mücadelenin anlamı oluyor çünkü, ne ölümün, ne de yaşamın.***Güzel bir eylül dolaşıyor pencerelerimizin dışında…İçimize kapanmanın, ölümlere inanmanın hiçbir yararı yok bize.Biliyorum ölümle tuhaf bir ilişkisi var bu ülkenin…Hem canımız yanıyor, hem de bir çözüm için çabalamayacak kadar kanıksadık acıları.Hem kendimizi rüzgarlara, aşklara, ağaçların kokusuna bırakmayacak kadar ölümlerle çevrildik…Hem de küçük bir yaşam kırıntısının bile peşinden gidecek kadar içimiz yaşama isteğiyle dolu.İçine iyimser hayallerin de karıştığı bir huzursuzlukla bir kıpırdanma dönemi yaşıyoruzAcıları unutmadan sevinçlere sahip çıkmalıyız…Bizi kuşatan ölümü unutmadan dışımızda akan hayata inanmalıyız…İnsan gibi yaşamak bizim de hakkımız…İçimizdeki yaşama isteğine sahip çıkalım…Sahip çıkalım ki…Ölüp giden insanlarımızı kurtarmak için güç toplayıp, onları ve kendimizi kurtarmak için mücadele etmenin ne kadar anlamlı olacağını görebilelim.

Devamını Oku