Bunu daha önce de yazmıştım sanırım… Ya da çok sık aklımdan geçirdiğim için yazdığımı zannediyorum.Washington Irving’in Amerikan edebiyatının klasiklerinden sayılan bir hikâyesi var.Hikâyenin adı Rip Van Winkle.Hikâyenin adı aynı zamanda kahramanının da adı.Rip Van Winkle birgün avlanmak için dağa çıkar.Orada tuhaf giyimli, tuhaf görünümlü birilerine rastlar.Onların yaptığı eğlenceye katılır. Kendisine verilen içkiyi içer. Ve uykusu gelince bir kenarda sızar.Uyandığında o adamların hiçbiri yoktur etrafta.O da kalkar kasabasına geri döner.Evini arar bulamaz. İnsanları tanıyamaz.Hiçbir şey tanıdık gelmez…Her şey değişmiştir…Sonunda anlaşılır ki iki saat uyuduğunu sanan Rip Van Winkle yüz sene uyumuştur aslında.***Bizim de birer Rip Van Winkle olduğumuzu düşünüyorum ben.Yaşadıklarımıza, acılarımıza, hayatlarımıza, yalanlarımıza bakınca yüzyıl boyunca Rip Van Winkle uykusunda olduğumuzu anlıyorum.Ama bizi değişenler değil, değişmeyenler şaşırtıyor.Evler, arabalar, telefonlar, uçaklar, bilgisayarlar, elbiseler, konuşmalar hatta ülkeler bile değişmiş ama…Sorunlar, düşmanlıklar, yasaklar aynı.Türkiye’yi yönetmeye talip herkeste aynı İttihatçı zorbalığı, aynı ırkçılık, aynı sertlik, aynı “ben bilirimcilik”, aynı “benim dediğimi yapacaksınız”cılık, insan hayatlarına karşı aynı hoyratlık, aynı devlet hayranlığı, kendisine benzemeyene karşı aynı düşmanlık.Her şey değişmiş…Ama hiçbir şey değişmemiş.***Dünyanın Rip Van Winkle’ı gibiyiz…Birileri dünyayı değiştiriyor icatlarıyla, bizler de yüzlerce yıllık uykumuzdan uyanıp onun yarattıklarına bakıp hayatlarımızı değiştiriyoruz güya…Ama düşmanlıklarımız ve acılarımız hep aynı kalıyor…Biz evimizi bulabiliyoruz…Ama adaleti ve özgürlüğü hiç bulamıyoruz bu ülkede.***Size de olur mu bilmem, bazen tanımadığım ama tuhaf bir şekilde nedense çok yakından tanıdığımı sandığım insanların ölümü, gerçekten tanıdığım insanların ölümü kadar, hatta kimi zaman onların ölümünden bile daha fazla sarsarbeni.Çok yakınım olan birini kaybetmiş gibi hissederim.Ölüm oruçlarında olan herkesi çok yakınım gibi hissediyorum…İnandıkları şey uğruna ölüme kafa tutan o insanları aklımdan çıkaramıyorum…Daha yüzyıl önce sahip olmaları gereken haklar için bugün hâlâ ölmeyi göze almaları gerekiyor.O insanların ölme sınırına geldiği şu günlerde, içim acıyla kavruluyor, hâlâ yüzyıl öncesinin kavgasında insanları kurban ediyoruz diye.***Yeniden uyumak istiyorum.Uyandığımda adil, eşit, özgür, insan hayatına değer veren, savaşsız bir ülke bulmak istiyorum.Bunu da “yüzyıl sürmeyecek” bir uykudan sonra görmek istiyorum.***Ne bitmez bir yüzyılmış bu Türkiye’nin yüzyılı…Uyu, uyu, istersen yüzyıl uyu, hatta istersen yüzyıl yaşa…Hep aynı yılda, hep aynı günde uyanıyorsun.Hâlâ buna hayat diyoruz biz de işte…Siz bir şey söyleyeyim mi, insanlar sahip olamaları gereken hakları yüzünden öldüğü sürece bu ülkede, hiçbirimiz gerçekten yaşamış sayılmayacağız…
Ne düşünüyorum biliyor musunuz?Gelmiş geçmiş bütün büyük aşklara baktığımızda, bağlanılanların, uğruna hayatlar yakılanların hepsi ihanete, ölüme, bencilliğe, deliliğe, hoyratlığa yakın duranlar…Nedense büyük aşklar masumlar arasından çıkmıyor.En sevilenler en defolular oluyor genellikle…En zehirlilere, bizi en fazla yaralayacak olanlara bağlanıyoruz.Oysa hep en akıllı, en yakışıklı, en güzel, en masum, en zekiyi arayıp duruyoruz…Onları seveceğimizi, onlara bağlanacağımızı düşünüyoruz.Ama her seferinde gidip en güçsüze, en zalime, zayıflıkları, çarpıklıkları, hastalıkları, korkuları en fazla olana bağlanıyoruz.Ve artık neredeyse eminim ki insanları birbirlerine sevgileri değil, zayıflıklarının benzerliği bağlıyor…Zayıf yerinden benzersen, bu kopamayacağın en güçlü bağı yaratıyor.***Size de öyle olmuyor mu?Kitaplarda, filmlerde, gerçek hayatlarda bu böyle değil mi?Ölüme, deliliğe, zayıflığa, bencilliğe, kendini beğenmişliğe, vurdumduymazlığa kayıtsız kalamıyoruz.O gizli yerlerimize yerleşmiş, en karanlığımızda duran zayıflıklar birbirimize çekiyor bizi.Ama her karanlığa da bağlanmıyoruz tabii…En parlağını seçiyoruz.Hem ona bağlanıyoruz hem ona acıyoruz, hem onu çok kıskanıyoruz hem de bıyık altından küçümsüyoruz.Ve neredeyse her defasında, bu karışıklığın ortasında hep aynı tuzağa düşüyoruz.O en sevdiğimize, o en bağlandığımıza, o en zayıfına bir zaman sonra düşmanlık duymaya başlıyoruz.Yaralanmış oluyoruz çünkü…Zayıflıklar ağır gelmeye, o bağlandığımız hoyratlıklar sevimsizleşmeye başlıyor.Bir insanın sevdiğine düşman olması kadar taşınması zor bir duygu ikiliği yoktur herhalde.Bir ilişkiyi aşktan bile fazla hırpalayacak şey, bana sorarsanız bu karmaşa.Sevdiğine düşmanlık duyarsan, o birbirine benzeyen zayıflıklar her yanınızı kanatıyor…Ve bir defa kanamaya başlarsanız, o ilişkiden bir daha hayır gelmiyor.Biribirini seven ama birbirine düşmanlık duyan, yaralanmış, o yaranın acısıyla biribirini daha fazla acıtmak isteyen, acıttıkça ve canı yandıkça daha çok bağlanan, bağlandıkça düşmanlık duyan, içinden asla çıkabileceğine inanmadığı bir ilişkinin parçası haline gelen iki ayrı kişiye dönüyor insan…Geçenlerde sevmesini çok iyi becerdiğini düşündüğüm bir arkadaşım sevgilisi için ‘onu tüm zayıf yanlarıyla seviyorum ama onun çok da acı çekmesini istiyorum’ dedi.Bütün bunları, o anlatırken gözlerinde gördüğüm acı düşündürdü bana.Sakindi, sevdiğini söyleyebilecek kadar güçlüydü ama çok yaralanmıştı belli ki…Ona, onun sevgi zannettiği şeyin aslında zayıf yanlarının birbirine benzerliği olduğunu söylemedim.Belki söylesem rahatlayacaktı…Ama kırk yılllık hayatımda pek az şey bilmeme rağmen şunu çok iyi biliyorum ki, eğer o tuzağa düştüyseniz, eğer sevdiğinize düşmanlık duymaya başladıysanız, uzun bir süre hasta kalacak ama iyileşmek için o hastalıktan kurtulmak yerine o hastalığa sarılmak isteyeceksiniz.Hastalıktan kurtulmak, aradaki tek bağı da koparmak olacaktır çünkü.Halbuki o anda o kopmak istemez insan.Ne acısından ne geçmişinden ne öfkesinden ne düşmanlığından…İyiliği, hastalıkta aradığı bir dönemdedir.Onu zamanın şefkatli kollarına bırakmaktan başka çare yoktur.Bu hastalığı ancak zaman iyileştirecektir çünkü.
Üzerime yapışmış, içime sinmiş, bize ülke gerçeği olarak dayatılan tüm kir pastan uzaklaşabilmek, yenilenmek için bayramı da bahane ederek birkaç günlüğüne tüm gündemlerden uzaklaşmak istedim.Aslına bakarsanız kendimden de kaçmak istediğim bir dönemdeyim...“Bana yeni bir hayat lazım” dediğim bir zamandan geçiyorum.Neredeyse kırk yıldır biriktirdiğim hayata savaş açmış durumdayım...Kolay olmadığını da söylemeliyim.Ama bütün zorluğuna rağmen ‘ben bu dövüşü kazanırım’ inancı insanı nasıl heyecanlandırıyor inanamazsınız.İnsanın kendisiyle dövüşmesi, dövüşlerin en zoru sanırım...İşte böyle bir haldeyken, Türkiye’de yaşamak ise hem eğlenceli hem karabasan gibi...***Bir hafta herşeyden kaçmak istediğim için ülkede olanları da, araya epeyce mesafe koyarak izledim.Ve size şunu söylemeliyim ki uzaklastıkça neler olduğuna dair artan netlik, baş döndürüyor...Ne kadar uzaktan bakarsanız kafanız o kadar iyi çalışıyor sanki...Ülkeye de kendinize de...İnsanın kendisine kör olması da bu yüzden sanırım...Doğru algılamak için belki de arada bir biraz uzaktan bakmak gerekiyor.***Pazartesi ‘hayata’ döndüm ve gündem beni gündüz Ankara’da 29 Ekim’i kutlamak isteyenlere yapılan zulümle, gece İstanbulda yapılan köprü showla karşıladı.Bu tuhaf, gerçekten deli saçması karmaşanın aslında hepimizi körleştirme operasyonu olduğunu düşünüyorum doğrusu.‘AK Parti deli mi kendisine karşı bu düşmanlığı niye yaratıyor’ diye düşünüyoruz ya, en azından ben öyle düşünüyorum, galiba sebebini buldum.Lale Kemal’in 27 ekim tarihli Taraftaki yazısı...Diyor ki Kemal, ‘Türkiye’nin güvenlik, savunma ve istihbarat harcamaları, bilinen rakamlara göre geçen yıla oranla yüzde 57 artış göstermiş. İlk aklımıza gelen nedenler; PKK ile çatışmaların yoğunlaşması ve Suriye ile yaşanmakta olan kriz. Ama aklımıza getirip pek de tartışmadığımız ve ciddi maliyeti olan bir alan da keyfî silah alımları.Keyfi diyorum, zira silah alımları, diğer alanlardaki askerî harcamalarda olduğu gibi parlamento süzgecinden geçmediği için gerekli olup olmadığına bakılmaksızın satın alınmaya devam ediliyor.Bu silah alımları arasında, uzun yıllardır sürüncemede kaldıktan sonra yakında ihalesinin sonuçlanması beklenen yaklaşık 4 milyar dolar tutarındaki, kısa adı T-Loramids olan hava ve füze savunma sistemi bulunuyor.Amerikan yönetimi ve dolayısıyla Amerikan silah sanayinin de büyük önem verdiği Türkiye’nin füze projesi, Avrupa’nın son yıllardaki en pahalı ihalelerinden birini oluşturuyor.Proje, 120 kilometre mesafede balistik füzeleri tesbit edip imha edecek 12 adet sistemin tedarikini öngörüyor....Peki, NATO üyesi Türkiye’nin ittifak şemsiyesi altında balistik füzelere karşı korunma imkanı varken fazladan para verip bu füze sistemlerini satın almasına gerek var mı?Üstelik de, Amerikan yapımı ve NATO bünyesindeki balistik füzelere karşı Türkiye’yi korumakta olan radar sistemi Malatya Kürecik’te konuşlanmış iken.Türkiye’nin, ulusal füze projesinin yaklaşık maliyeti olan 4 milyar doları, ortalama 1.80 liralık kurdan çarptığımızda eder 7.2 milyar lira. Maliye Bakanlığı’nın yeni açıkladığı verilere göre, 2013 yılında Sağlık Bakanlığı bütçesi 2.6 milyar lira. Bunun Türkçe meali şu ki, Sağlık Bakanlığı’nın toplam yıllık bütçesinin neredeyse üç katına yakın bir para füze projesi için harcanacak. Füze için ayrılan 7.2 milyar lira, ayrıca Adalet Bakanlığı için öngörülen 7.7 milyar doların biraz altında, Jandarma Genel Komutanlığı için öngörülen 6.3 milyar liranın ise biraz üstünde.Türkiye, NATO şemsiyesi altında olası bir balistik füze tehdidine karşı korunmasına rağmen, aynı amaca hizmet edecek füze sistemlerini ayrıca almayı planlıyor ve bu projenin maliyeti, sağlık ve adalet dağıtmak için elzem olan iki bakanlık bütçesinin ya çok üstünde ya da biraz altında. Ortada, alışkanlık haline getirilmiş çok aleni yapılan fakat kabul edilemez nitelikte bir silah alımı politikası var ama sorgulayan yok.Türkiye’de silah alımlarına kimler karar veriyor, parlamento, siyasi irade denetimi var mı bu alımlarda?, Türkiye’de silah üretilmesi seçeneği varken, hangi komisyoncular aracılığıyla hep hazır silah alınmıştır?’***Gerçekten merak etmiyor musunuz, Türkiye bu kadar silahı niye alıyor diye...Üstelik de Kemal’in dediği gibi ‘NATO’nun koruma şemsiyesi” altında iken.Bütün sahneyi kaplayan bir gürültü patırdı var ama sahnenin arkasında milyarlarca dolarlar, gerekli olup olmadığı bilinmeyen silahlara harcanıyor.Biz gürültüye bakarken hepimizden habersiz bir işler yürüyüp gidiyor.Uzaktan bakınca, sadece sahnenin önü degil arkası da gözüküyor.Bazen biraz uzaktan bakmalı.Sahnenin arkasında başka gerçekler de yaşanıyor çünkü.Bu arada unutmadan belki size de yeni bir hayat lazımdır...
Tek başınıza olmaktan hoşlanır mısınız?Tek başına yemek yemek, sinemaya gitmek, dükkanlara girip çıkmak, parkta dolaşmak, evde koltuğa gömülüp iyi bir kitap okumak…En azından bazı anlarda hoşunuza gider değil mi?Benim genellikle gider.İnsanlarla olmayı, sohbet etmeyi severim ama bazen tek başına olmaktan da hoşlanırım.Güzel, temiz bir sabah vardı dün…Uyandığımda evde benden başka kimse yoktu, önce çok şaşırdım, her zaman olmaz bu çünkü, sonra ‘mutluluk benim gibi bir şeydir’ diyen bulutlu ama mavi gökyüzüne, yarısı sarı yarısı hala yeşil ağaçlara, üstü hafif buğulanmış denize bakıp, hızla evden çıktım.Sabahın koynuna girmek istedim…Hayatla oynaşmak…Her zaman göründüğünden çok daha farklı bir ışıltıyla başlamıştı gün sanki…Mutlulukların değilse de küçük sevinçlerin haritasını elinde tutan ama kımıldamayan biri gibi evde kalmak istemedim.Minik sevinç hazinelerinin yerini biliyorum çünkü…Işıklar, ağaçlar, filmler, sergiler, anılar, bir gülümseme o sevinçlerin yerlerini işraret ediyor aslında insana.Görmek istedim dün…“Gidip onları yerlerinden çıkartabilirim” dedim kendime.Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Monet Sergisi’ne gitmeye karar verdim.Doğayı en iyi resmetmiş ressamlardan biri…Evinde dört mevsim çiçek açan bir bahçesi ve 10 bahçıvanı varmış, daha önce bilmiyordum.Saçlarını sallayarak nehirden çıkan genç kızlar gibi kıpırdaşan söğütleri, esrarengiz nilüferleri, beyaz zambakları, sarı saman yığınlarını yerleştirmiş tablolarına.İyi bir kahvaltıdan ve Monet’nin resimlerinden sonra o sevinçlerden birini bulduğumu hissettim.Bir kahve söyledim müzenin bahçesinde.Gelip geçen şileplere bakarken, “ama insan her sevinci büyütmek istiyor aslında” diye düşündüm.Tek başına olmak harika…Ama tek başına bir sevinci yakaladığında insan yine de onu paylaşmak istiyor.Sonra düşündüm….Peki kiminle paylaşacağız bu sevinçleri, bu sabahı, bu eski ağaçları, söğütleri, nilüferleri, ışıkları?Kime göstereceğiz elimizdeki o sevinç haritasını?Kiminle bulacağız o hazineleri?Bir sigara yaktım.Twitter’da ‘İstanbul’un en iyi kahvaltı yeri neresi, sakin bir kalabalığı, iyi peyniri olan bir yer’ diye yazdığımda ‘Sanem Hanım siz kahvaltı için en güzel yeri ararken siyasi tutuklular açlık grevinde 39 gündür’ diye yazan arkadaşı düşündüm.Haklıydı.Ama güzel bir sabahı yaşamak isteyen ben de haklıydım…Bu sevinçleri ortaklaşa yaşamamıza engel olanlar, toplumun acılarını hep bizim gibi bireyleri ezecek düzeylere tırmandıranlar, sakin ve güzel bir sabahı bile bu topluma haram edenler, ortasında sakin bir hayat süreceğimiz geniş bir özgürlüğün oluşmasına izin vermeyenler, eşitliği yok edenler, hepimizi huzursuz bir kul kalabalığı halinde tutmak isteyenler, sorunları çözmek istemeyenlerdi haksız olanlar.Öyle acılar yaşanıyor ki bu toplumda güzel bir sergiyle sakin bir kahvaltı bile insanı utandıracak kadar lüks kalabiliyor.Açlık grevinde olanları düşündüm. Ölüm sınırına gelenleri.Monet’nin söğütlerini.Güzellik ve keder.Kedersiz bir güzelliği hiç yaşamamış bir toplumun insanıyız hepimiz.Biz belkide hiç göremeyeceğiz ama çocuklarımıza bari güzel sabahlar bırakabilsek diye geçirdim aklımdan.Zambakların ve sade bir kahvenin tadını çıkarabilseler.NOT: Birkaç gün yokum... Umarım bu bayram hepimizin acıları biraz olsun azalır. Hepinize şimdiden iyi bayramlar.
Bizim toplum olarak yaralı bereli, olmamış, ham kalmış, gelişmemiş, büyümemiş, toy pek çok yanımız var…Her birini bir yazıda yazmayı denesek, uzunca bir süre ‘acaba bugün ne yazsam’ derdine düşmeyiz…Ama bu konular yıllardır değişmeyen aynı konular.Hep aynı dertler.Yaşama heyecanı vermekten çok, ruhlarımıza bıkkınlık pompalayan bir ülke burası…Bazen dayanmak gerçekten zor oluyor…Çünkü bizim gibi toplumlarda aranılan mutluluğun formülü, değişimle uyum içinde olmak…O mutluluğun yolunu gösteren haritayı veriyor bize değişim…Ama hiç değişmeye niyetimiz yok gibi.Dünyanın değişmesini bile sevmiyoruz.Uzaydan atlayan adamı hep beraber canlı seyrettik…Acaba kaçımız gerçekten ne yaptıklarını merak ettik?Sosyal medyada bu ‘saçma’ atlayışı anlamsız bulan pek çok kişiye rastladım…Bir adam uzayın sınırından dünyaya atlıyor, ses hızını geçiyor, yaklaşık 39 kilometre iniyor, insanın dayanma gücünü test eden tarihi bir olay gerçekleştiriyor ve biz buna “saçma” diye burun kıvırıyoruz.***Uzayla ilgilenmemiz için herhalde uzaya bir Türk’ün gitmesi gerekiyor.Türkiye’de 68 milyon cep telefonu olduğu söyleniyor ama çağın bu en muhteşem buluşlarından birini böylesine istekle kullanan halk, çağın diğer gerçekleriyle, uzay macerasıyla pek ilgilenmiyor.Halbuki uzay yarışı insanlık tarihinin en büyük teknolojik devrimine neden oldu… Kullandığımız o cep telefonları bile insanoğlunun uzaydaki aranışlarının sonunda gelişen teknolojiler sayesinde gerçekleşti.O teknoloji, kullandığımız aletleri, toplumsal ilişkileri, yaşam biçimlerini değiştirdi.Biz galiba değişen teknolojinin hoşumuza giden parçalarını, değişmeyen bir hayat içinde kullanmaktan hoşlanıyoruz.***İnsanlar uzayın sınırından dünyaya atlıyor, kök hücreden insana “yeni” parçalar yaratmaya uğraşıyor, Mars’a araç gönderip araştırmalar yapıyor, genlerle oynuyor, hastalığı ve ölümü ortadan kaldırabilir miyiz diye tartışıyor.Türkiye ise sanki bu dünyanın bir parçası değilmiş, ayrı bir gezegenmiş gibi davranıyor.Biz hala demokrasinin bize gerekli olup olmadığını tartışıyoruz.Hala demokrasiyi fazla bulanlar var.Hala belli şartlarda demokrasiden vazgeçmeye hazır insanlar, bunu bir fikirmiş gibi söyleyebiliyor.Teknolojik gelişmelerden vazgeçtim, biz daha Avrupa Birliği’nin “insan hakları ve demokrasi” kriterlerini tuturamıyoruz.Suçu da Avrupa Birliği’nde buluyoruz.İktidar partisi üyesi olan bir anayasa profesörü, o raporu “çöpe” atıyor.“Daha demokrat ol, halkına iyi davran” diyen bir rapordan bir siyasetçi neden nefret eder?Niye her iktidar kendi halkına kötü davranmayı, kendi halkının haklarını reddetmeyi “bağımsızlık” diye yutturmaya çalışır?***Felix, uzayın sınırından dünyaya atladı.39 kilometre uçtu.Korkmadı.Biz, “demokrasiye” atlamaya korkuyoruz.Demokrasiden duyulan korku hiç bitmeyecek mi acaba?Demokrasiyi uzay maceralarından bile daha tehlikeli mi görecek bu toplum?Bu korkularla, çağın bu kadar gerisinde kalarak, bu toplum nasıl mutlu ve zengin olacak?Raporu çöpe atmak kolay.Demokrasiyi çöpten çıkarmak zor.Onun için bu kadar çok siyasetçi, bu kadar çok yalan var da bir tane bile teknolojik başarı yok bu ülkede.
Kötü olan acı çekmek değil, kötü olan hangi acıyı çekeceğimizi başkalarının bize söylemesi...Onlar ülkeyi nasıl yönetirlerse, bizim de acılarımız ona göre belirleniyor.Baksanıza bir etrafınıza…Bütün bu acıları biz mi yarattık, sebebi bizim yaptıklarımız mı?Şu kahredici pahalılık sizin kendi acınız mı?Bu savaş, ölümler,cinayetlersizin acılarınız mı?Yasakcılık, azgelişmişlik, işsizlik sizin acılarınız mı?Dün Milliyet’te okudum, işsizlik bir yıl önceye göre iyi ama bir ay önceye göre kötüymüş.İşsiz sayısı 97.000 artmış.Bu 97 bin kişinin bu acıları kendi acıları mı?Hepsi mi yeteneksiz, hepsi mi kötü, hepsi mi tembel?Bunun hiç mi ekonomideki yavaşlamayla, küçülmeyle ilgisi yok?Başkalarının yaptıklarını kendi acılarımız diye yaşıyoruz.Üstelik bu acıların nedenlerini, kimin hatasından kaynaklandığını sorgulamıyoruz, öylece alıp kabul ediyoruz.İşte bu kabullenmişlik, boyun eğmişlik, bizi gerçek ve iyi bir hayat istemekten alıkoyuyor…O hayat için savaşma isteğimizi köreltiyor…Korkutuyor…Sindiriyor…Kendi hayatlarımıza, kendi gerçeklerimize uzak, acı çeken mutsuz insanlar yapıyor bizi.***“Başkalarının benim hayatımı mahvetmesine neden izin veriyorum” diye soruyor musunuz bazen kendinize?Siz politikayı kaderiniz mi zannediyorsunuz yoksa?Tanrı bizi bir insan olarak yarattı ,şans ya da kader bizi Türkiye vatandaşı yaptı, devlet bizi kula çevirdi, politikacılar sürekli aldattı, sahtekarlar paralarımızı çaldı, katiller bizi öldürdü, korkaklar düşünmemizi yasakladı…Ama artık bizim de bir şey yapmamız gerekmiyor mu?Hiç değilse acılarımızın kaderimiz olmadığını anlayayabiliriz.Hiç değilse bu hayatı istemediğimizi söyleyebiliriz.Bunu değiştirebileceğimize inanabiliriz.***Hayatın içinde dolaşan ama arkasında hiçbir iz bırakmadan, sanki üzerine bastığı toprak tarafından emiliyormuş gibi yok oluyoruz hayatın içinde…Yaşadığımızın tek kanıtı başkalarının yarattığı acıları çekmek.Yoksa, yokuz biz aslında…Var mıyız?Var olsak,toplumun bütün emniyet kemerlerinin parçalandığı, ülkenin bir dağın tepesinden düştü düşecek bir halde titireyen bir kaya gibi uçuruma doğru kımıldadığı bir dönemde bu kadar sessiz kalamazdık, bu kadar yalan söylemeyezdik herşey güzel diye, bu kadar kör olamazdık..***Eskiden ‘Batılılar Serv istiyor’ diye bir laf vardı…Batı demokrasisini istemeyenlere göre, Batı bizi parçalamak istiyordu.Şimdi de Avrupa Birliği koyduğu kriterlerin üye adayı olan bu ülkede gerçekleştirilmesini istiyor ve bunları hayata geçirebilirsek biz demokratik bir ülke olacağız...Ama şimdi de iktidar çevrelerinde yeni bir Avrupa düşmanlığı başladı.Avrupa Birliği bizi kandiriyor onlara gore.Ne zaman ülkeyi yönetenlerin çıkarlarına ters düşecek gelişmeler ya da uyarılar olsa bizim yöneticiler bunları “düşmanlık” diye anlatıyor bizlere.Onlar öyle anlatsın…Ama biz inanmak zorunda mıyız?Gerçekten tek seçeneğimiz bu mu?Bizim ülkemizde her zaman olduğu gibi bugün de demokrasi düşmanı yöneticiler, gazeteciler, hukukçular var.Yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, söyledikleriyle ve tercih ettikleri körlükleriyle bizi özgürlüklerin olmadığı bir karanlığa mahkum etmeye çalışıyorlar, demokrasiye sırtlarını dönüyorlar.Hayat da onları sıkıştırıyor.Sıkışınca da kendilerini buldukları ilk sığınağa atıp bağırıyorlar “AK Parti’yi bu kadar sert eleştiremezsiniz, onlar PKK’yı bitirecek.”Acılarımız bizim değil ama yalanlarımız bizim, bunu unutmayın.
Hayat, gerçeklerden kurtulamamanın hikayesi mi, merak ediyorum…Ne zaman bir acıdan,bir anıdan,bir insandan, bazen kendimden kurtulmak istesem bütün hayatımı kaplayacak kadar büyüyor bu duygu…Her şeyi ve her şeyi ele geçiyor.Gerçekten merak ediyorum, insan kendi geçmişinden, anılarından, hafızasından, inançlarından, alışkanlıklarından nasıl kurtulur?Ya da kurtulabilir mi gerçekten?***Geçenlerde büyük bir ihtimalle çogunuzun bildiği ama ne tuhaf ki benim anca farkettiğim bir film seyrettim…Eternal Sunshine of the Spotless Mind.En iyi özgün senaryo Oscar’ı kazanmış 2004 yapımı bir film.İsmi bu olan bir filmi nasıl duymamışım bilmiyorum doğrusu.Türkçeye ‘Sil Baştan’ diye çevrilmiş.Jim Carrey ve Kate Winslet oynuyor.Şunu anlatıyor film;Clementine ve Joel kumsalda tanışır.Birbirlerinden çok farklılardır ama birbirlerini çok hızlı severler.Jim Carrey’nin oynadığı karakter, içine kapalı ve mantıklı; kadın ise, dışa dönük ve içgüdüleriyle hareketeden biridir.Her ilişki gibi zamanla sorunlar başlar…Tahammülsüzlük artar. Ve ayrılırlar.Clementine mutsuzdur.Joel’i unutarak mutsuzluğunu bitirebileceğini düşünür.İnsanların hafızalarını temizleyen bir doktora gider. Joel ile ilgili tüm anılarını sildirir.Bunu öğrenen Joel de aynı şeyi yapmak ister ama tam yaparken gözyaşı ve kızgınlık dolu anılarının altında sevgilisine karşı duyduğu büyük bir aşk olduğunu ve onu kaybetmek istemediğini farkeder.Ve vazgeçer ama artık geç kalmıştır.***Karşımızdakine zaten öyle bir insan olduğu için aşık olduğumuzu unutarak, ilişkileri bir iktidar çatışmasına dönüştürüp hayatlarımızı yok yere zehir ettiğimizi nasıl da güzel anlatıyor film.Filmin sloganı ise şu:‘Onu aklından attın peki ya kalbinden.’***Kadın erkek ilişkine dair seyrettiğim en iyi filmlerden biri.Soruları seviyorsanız size yeni pek çok soru sorduran bir film.Benim sorularımdan biri şu oldu işte, ‘hayat kurtulamamanın hikayesi mi?’Hafıza düşüncede midir yoksa duyguda mı?Hafızanı sildirmek isteyecek kadar acı çektiğin bir aşk, dayanamayacağın kadar büyük bir aşk mıdır yoksa vazgeçemeye razı olabileceğin kadar küçük bir aşk mı?***Anılarımı gözden geçirdim sonra.Acı çektiğim için vazgeçmek istediklerim var mı diye düşündüm.‘Filmdeki klinik burada olsa gider miydim’dedim içimden?Yoksa yaşadıklarımı herşeye rağmen acısıyla beraber hatırlamak mı isterim?Hepimiz aynı şeyi yaşarız aslında.Aşk bittikten sonra canımız yanmaya devam ederse aşka lanet eder,unutmaya çalışır,acıyı öldürmek için aşkı da öldürmeye uğraşırız.Unuttukça çoğalacağımızı zannederiz…Çektiğimiz acı bitsin diye anılarımızı bile feda ederiz, unutarak eksilmeye razı oluruz.***Ben ‘unutuyorum’ diye ağlayan birine rastlamak isterdim.Hepimizin yaptığını yapmayan birileri vardır değil mi?Aşkını, aşk ve acısı olarak ikiye ayırmayan birileri…Acısını da o adama ya da o kadına ait olduğu için seven birileri.Mutlaka var…***Güzel olan her şeyin bir de gölgesi var hayatta işte.Karanlık olan bir noktası…Gölgeyi sildin mi güzelliği de silersin.Issız ve anlamsız kalır o tablo sonra.Ama sen bilirsin…Ya acılarıyla aşk ya da gölgesiz ve anlamsız bir hayat…
Hepimiz, herkese ait ortak kelimeleri kullanarak konuşup yazıyoruz.Bir insanı diğerinden, bir yazarı öbüründen ayıran bu kelimeleri kullanış biçimi, kullanacağı kelimeleri seçişi, onları yanyana getiriş tarzı.Hepimiz kendi kelime seçimlerimize göre bir dili konuşuyoruz.Duygular ve düşünceler pörsüdükçe, arasından seçim yapacağımız kelimeler azalıyor…Herkes herkese benziyor…Aynı sığlıkta boğulup, kısa ipli bir tesbihin tek renkli boncuklarına benziyoruz en sonunda…Üstelik de kendimizi çok farklı sanarak.***Ben kelimeleri severim…Kelimelerin birbirleriyle oyunlar oynamasına bayılırım…Yaratıcılığın, zekanın, aşkın, kızgınlığın sınırlarını kelimelerle zorlamayı isterim…Duyguların ve düşüncelerin sefilleşmesi, kelimeleri de sefilleştirdiği için kızarım.Her ‘ölen’ kelimemde yaşamımdan da bir şey eksildiğini bilirim.Ama ne yazık ki son dönemlerde kendi diline tutkun çok az insan kaldı etrafta.Zekasızlığın ve sığlığın imparatorluğu kuruldu dilde… Üstelik aynı dilde büyük imparatorluklar yaşamışken.***Hiciv bizim en önemli dil hazinelerimizden biri.Divan edebiyatı, okulda öğretilen sıkıcılığını bir kenara bırakırsak, dilin zevkin doruklarında gezindiği bir dönemdir… Şimdilerde lafı gediğine oturtmak telaşı var ya dili sığlaştıran herkeste, Nefi’yi sevseler, okusalar, dil imparatorluğunu böyle böğründen mızraklamaya içleri sızlardı.Kızdıkça sığlaşan dillerinden utanırlardı.Dönemin Müftüsü görünüşte Nefi’yi öven, fakat içeriğinde Nefi’ye “kâfir”diyen bir söz söylemiş.Nefi buna kızmış… Tıpkı sizin, benim, onların birbirine kızdığı gibi…Ve demiş ki;“Müftü efendi bize kâfir demiş.Tutalım ben O’na diyem müselman.Lâkin varıldıktan ruz-I mahşere,İkimiz de çıkarız orda yalan.”***Bu zekayı, bu dil ustalığını seviyorsanız eğer, dikenleri plastikten yapılmış kaktüs gibi gözüküyor dilini iyi kullanamayan, zekasızlığı, kabalığı, seviyesizliği seçenlerin öfkeleri…Herkes birbirine kızıyor güya…Ama ben zekasız hakaretlerden başka bir şey görmüyorum ortada.Şiirini, ışığını, zenginliğini, parıltısını kaybetmiş bir dil, zekasını terketmiş bir anlatım, sizi de beni üzdüğü kadar üzmüyor mu gerçekten?Siz de benim gibi, zekasız bir kabalığı benimseyenlere şunu sormak istemiyor musunuz:Yaratıcılığınız bu kadar mı gerçekten?Madem dili kıvrak kullanmayı beceremiyorsunuz, madem kızgınlıklarınız zekanızın önüne geçiyor, o halde en azından cesur olun.Sığ gözükeceğinize en ağır sözü söylemeyi göz alın, hesapsız davranın.***Bilmiyorum belki ben kelimelere gereğinden fazla tutkunum.Aslında ne çok kelimemiz var…Ne çok yanyana, hiç akla gelmeyecekken gelebilecek kelime var.En başta yazıya, kavgaya ihanet bu zekasızlık.***Sheakespeare’in ünlü piyesini oynayan Müşfik Kenter, bir gece yine sahnede ‘bir at, bir ata bütün imparatorluğumu veririm’ demiş her zamanki gibi…Sığlık ordularının piyadelerinden olduğu belli olan bir seyirci alaycı bir şekilde ‘bir eşşek olmaz mı’ diye bağırmış.Müşfik Kenter başını kaldırmış seyirciye bakmış…‘Tabii olur, buyrun’ demiş.***Hazır cevaplılıksa mesele ben bu kıvraklığı seviyorum…Kızgınlıksa Nefi’ye bakmayı öneriyorum…Mesele düşmanlıksa…Ben yaratıcı, zeki, cesur düşmanlar görmek istiyorum.Siz de bunu istemez misiniz?