Acılara aldırmamak habercilik mi!

Haberin Devamı

O avukatın adını yazmak zorunda mısınız gerçekten?

Yapış yapış bir sıcağın içindeyiz günlerdir…

Sizin de sıcaktan bunaldığınızı biliyorum.

Bu sıcakta anlatmak istediğimi hafif gözükmeden, bayağılaşmadan, aslında hepimizden, insanlardan bahsettiğimi hissettirerek nasıl anlatırım onu düşünüyorum.

Son birkaç gündür gazetelerde bir haber var…

Ankaralı bir avukat otel odasında ölü bulundu.

Sıradan bir ölüm gibi gözükmediği kesin…

Erkek olan avukat üzerinde jartiyerle ölü bulundu…

Olayda bir de erkek bir masör olduğu ortaya çıktı.

Buraya kadar okuduğunuz her şey bir haberden çok bir hayatla ilgili aslında…

Üstelik özel hayatla ilgili…

***


Sizin, benim, onun “özel hayatında” ne yaptığı bir başkasını ilgilendirmediği gibi, öldüğümüz zaman da ilgilendirmez sanırım, öyle değil mi?

Avukatın adının açık ve net şekilde ilk günden beri yazılması, fotoğrafının konulması, ardında bıraktıkları için çok rahatsız edici ve üzücü değil mi?

Hiç tanımadığımız bir avukatın bizi ilgilendirmeyen özel hayatı neden çarşaf çarşaf, ismi açıkca yazılarak ortada?

Çocuğu, eşi, annesi, babası şimdi neler yapıyordur hiç düşündünüz mü?

Böyle bir olayın “haber” olduğu söylenebilir ama o zaman da o insanın adını açıkça yazmak, resmini yayınlamak zorunda mıyız?

Haberi verirken mahremiyetine ve geride kalanlara biraz daha saygı gösteremez miyiz?

***


Haberi okuduğum ilk andan beri keşke yaşadığımız memleket, sorunları az olan bir yer olsaydı da hepimiz bu avukatın ihlal edilmiş insani hakları için uğraşsaydık diye düşünüyorum.

Ama ne buna mecalimiz var, ne de ülkenin acıları buna izin veriyor.

Her an, bundan daha önemli pek çok şey oluyor…

Ama inanın, ben bunu her şeye rağmen çok önemli buluyorum…

Onca başka acıya rağmen bu avukata ve ailesine yapılanı içime sindiremiyorum.

Başkalarının acılarına hiç aldırmadan yaşıyoruz.

Malraux’nun çok sevdiğim bir sözü var: “Bir hayat hiçbir şeydir ama hiçbir şey bir hayat değildir.”

Bizim ülkemizde sadece bir hayat değil, bizimkinden başka bütün hayatlar hiçbir şey…

***


Ahmet Şık’ın Pusu kitabını okuyorum…

Kendisine nasıl pusu kurulup, Ergenekon üyesi gibi gösterilip hapse atıldığını anlatıyor…

Hapishane günlerinden bahsediyor.

Ahmeti okurken de, Kürtlerin çektiği zulmü okurken de, Ankaralı avukatın eşini merak ederken de aynı acıyı hissediyorum…

Birbirinden farklı acılar ama hepsi insanların çektiği acılar sonunda.

Ama bir acı sadece bir acı olduğu için acıtmıyor bizi nedense…

Kimin acısı olduğuyla da ilgileniyoruz.

Bize “yabancı” olanların acıları da bize yabancı.

Onlara pek dönüp bakmıyoruz.

Otel odasında ölen avukatın ailesinin çektiği ve büyük bir ihtimalle çekmeye devam edeceği acılar bizi hiç ilgilendirmiyor…

Siyasi meselerde çekilen acıların gene paylaşanı bulunuyor da böyle “özel” acılar öyle sahipsiz orta yerde bırakılıyor.

O insanlara hoyrat davranılıyor.

Bana öyle geliyor ki o avukat bir defa öldü ama ailesini biz her haberle, her resimle defalarca öldürüyoruz.

Buna kimsenin hakkı olmamalı, resmi öyle yayınlanmamalı, ismi açıkça yazılmamalı.

Başkalarının acıları böyle yağmalanmamalı.

Başkalarının acılarını çoğaltmak değil ki bizim işimiz.

Bir haberle bir aileyi perişan ettik, kimse de “böyle olmamalı” demedi.

Vurduk geçtik.

Yarattığımız acıya dönüp de bakmadık bile.

Ama asıl acı olan ne biliyor musunuz?

Acıtmayı böylesine olağan karşılamamız…

Asıl büyük acı bu belki de…

DİĞER YENİ YAZILAR