Haberin Devamı
Dedem sormuştu birgün ‘neden bu kadar çok yalnızlık şiiri yazılmıştır düşündün mü hiç’ diye... Ardından da Kemalettin Kamu’nun Kimsesizlik şiirini okumuştu…
‘Yıllardırki bir kılıcım kapalı kında,
Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi;
Muzdaribim bu duvarın dış tarafında,
Şefkatine inandığım biri var gibi.
Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el,
Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım;
Yan odadan biri ince ses diyor gibi gel!
Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.
Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,
Kulaklarım komşuların ayak sesinde;
Varsın yine bir yudum su veren olmasın,
Başucumda biri bana 'su yok'
desin de!’
Dedemin sesiyle daha da içime işleyen cümleler, hayat boyu peşimi bırakmayacak o yalnızlık hissini merak ettirdi bana…
Neydi yalnızlık?
Neydi kendini yalnız hissetmek?
Aşkın son zamanları...
Hiç bilmediğim bir şehre bir gece karanlığında gelmek...
Hiç tanımadığım insanlar arasında tek başına olmak...
Uzun yıllar yaşadığın evden ayrılmak...
Hayal kırıklıkları...
Ya da mevsim bitişleri...
Ya da tatil dönüşleri…
Hepsi bende aynı hissi bıraktı: Yalnızlık.
Nereden geldiğini tam da bilemediğim bir yalnızlık…
Kendini yalnız hissetmeyi bilirsiniz değil mi?
İnsanı yaralayan, içini paramparça eden bir histir.
Ve yalnızlık hissi insana kendini her defasında, olduğundan, zannettiğinden daha fazla yalnız hissettirir.
Yalnızlık hissi, yalnız olmayan insanların da hissettiği, kendi kederini kendi yaratan bir duygudur.
Tuhaf değil mi?
Yalnızlık hissi, yalnız olmaktan daha zor bir şeydir.
Hiç bitmeyen bir acıyı, başkalarının yanında unutmuş gibi yapıp derinlerde bir yerinde saklayan bir insanın, için için bıkmadan usanmadan söylediği gizli ve sessiz bir ağıt gibidir…
Ve bu his varsa sizde, o hiç geçmeyen bir yara izi gibi sizde hep vardır işte.
Geçmez ne aşkla, ne başarıyla, ne zenginlikle…
Belki de yalnızlığı yaşayarak öğrenmiyoruz diye düşünüyorum…
Ya onu bilerek doğuyoruz, ya hiç bilmiyoruz…
Ya ona dayanabiliyoruz, ya onunla dağılıp yok oluyoruz.
Ama işin belki de en çetrefilli yanı, yalnızlığa dayanacak kadar güçlü olanların, genellikle çevrelerinde insanlar olsa da hep o yalnızlığı içlerinde, varlıkların bir parçası olarak taşıyan insanlar olması.
Bazen yalnızlığa en dayanıklı olanların aslında en yalnız insanlar olduğunu düşünüyorum doğrusu.
Yalnızlığına kalabalıklarla çare bulamayan insanlar...
Güçleri yalnızlığa dayanmaya yeter de yalnızlıktan kurtulmaya yetmez onların.
Yalnızlık zordur…
Ama yalnızlığın çaresi bulunur.
Bir dostuna rastlarsın, bir sevdiğinle karşılaşırsın, bir insandan hoşlanırsın, sevgilinle buluşursun, arkadaşlarınla toplanırsın, yalnızlığın geçer.
Ama yalnızlık hissi…
O, yalnızlıktan da kötüdür.
Yalnızlık “başkalarının” olmamasıyla ilgilidir ama yalnızlık hissinin “başkalarıyla” hiç ilgisi yoktur.
Senin içindedir.
Başkaları ona birçare olmaz.
Bir parçan, içinde bir yerde, bilmediğin bir suçtan cezalı bir mahkum gibi duvarların arasına kapatılmıştır, ne kimse ulaşabilir ona, ne sen ulaşabilirsin.
“Kapalı kında bir kılıç” gibi durur orada.
Hep durur, yaralar, kanatır.
Bir mucize olmadıkça da onunla yaşar, onunla ölürsün.
Belki de bu yüzden “o hisle” yaşayanlar herkesten daha fazla mucizeye inanır, herkesten daha fazla mucizeyi bekler.