Kendi kendinden kaçan herkes gibi bozguna uğradık işte sonunda… Başımıza gelmeyen kalmadı.Hele şu 2012 nasıl geçti değil mi?Aramızda şu son bir yılda yaşananlara şaşmayan birileri var mı?Toplum beklenmedik şoklarla sarsılıyor…Ve biz şaşkınlık içinde baka kalıyoruz olanlara.Hayatı yanlış bir macera olarak yaşıyoruz ne zamandır.Yanlış av ve yanlış avcı oluyoruz…Hayatın karşı kıyısında duruyoruz sanki…Sahte hayaller yaratıyoruz kendimize.Ve her kaybolan hayalimizde de biraz daha yaralanıp çıldırıyoruz…Yeni hayaller yaratamayacak kadar güçsüzleşiyoruz.Her güçsüzlükde kendimize bir yalan daha söylüyoruz…Yalan söyledikçe kendi kendimizin avcısı oluyoruz…Ve kendimizden kaçmak için her gün biraz daha geçmişin müphem karanlığına çekiliyoruz…Geçmişimizi bir yalana çeviriyoruz ….Hatta çevirdik bile…***Ama geçmişin ve ölümün derinlerinde yine ve hep kendimizi buluyoruz değil mi?Kaçamıyoruz kendimizden…Aynı çağı paylaştığımız pek çok insanla aramızdaki anlamakta zorlandığımız korkunç fark bu yüzden açıldı işte.Hayatını eline alan onlar ve kendisinden kaçan bizler.Kendi gerçeğinden kaçan herkes, yaralı, çıldırmış bir sürü gibi dünyanın her yerinde öfke, savaş, çirkinlik ve acı yaratıyor.***Bugün 21 Aralık…Mayalara göre bir dönemin bitişi…Değişimin müjdecisi.Benim anladığım ya da daha doğrusu anlamak istediğim şu:Yalanın, riyanın, kötülüğün, dedikodunun, art niyetin, kıskançlığın bittiği,pek çokları için kıymetin günü bugün.Değişimin günü.Artık kendi kendimizden kaçamayacağız…Artık yalan söyleyemeyeceğiz.Değişimle uyum içinde olmak için aranan mutluluğun yolunu gösteren haritayı ele geçireceğiz.***Yüz yılardır mutluluğa ve zenginliğe giden doğru yolu bulabilmek için dünyanın dört yanında kanlı mücadeleler yaşandı,insanlar öldürüldü, insanlık büyük acılardan geçti.Zenginlik bulundu ama mutluluk bir türlü bulunamadı.İçinde milyonlarca mutsuz ve huzursuz insanın kıpırdandığı koca bir karanlığı hangi ışık aydınlatacak diye bekliyor insanlık uzun zamandır.Mayalara göre bugün o ışığın, insanlık denen karanlığı aydınlattığı gün.İnsanoğlu beklediği bir üst evreye geçiyor bugün…Hayatı kavrayan sihirli yasanın başladığı gün.***Ben bunu anladım.Bunu hepimiz için diliyorum.Bu kadar kötülüğe bulaşmış insanlığın kıyamet gününün, dünyanın havaya uçması değil, iyiliğin kazanması olarak görüyorum.Hem son zamanlarda yolunu şaşırmış bu toplum, hem de bütün insanlık, kendine yeni bir yol çizmek için çabalıyor.Buna “kürselleşme”, bütünleşme, yeni bir çağ yaratma dönemi de diyebilirsiniz, Mayalara göre kıyamet de.Ama bu hayat değişecek.Mayalara gore bugün olacak bu.Daha gerçekçi bakanlara gore ise önümüzdeki on on beş yıl içinde bitecek insanlığın sınırlarla, iktidar mücadeleleriyle, yanlış savaşlarla lekelenmiş karanlık dönemi.Ama bitecek…İster bugün isterse on yıl sonra...İnsanlığın karanlığı aydınlanıyor…
Ben hep acılarımı isterik çığlıklarla ortaya dökmekten, sevinçlerimi seviyesiz gösterilere dönüştürmekten çekindim hayatım boyunca.Duygularıma hakim olamamanın içine düşüreceği sefaletten korktum hep...İnsanları düşünce farklılıklarının değil, içinde bulundukları duygu dünyalarının farklılıklarının derin uçurumlarla ayırdığını gördüm.Hayatı, başına gelenlerle değil,başına gelenlere nasıl tepki verdiğinle yönettiğini anladım...Ve yenilgilerime ağlamamayı, gerektiğinde vazgeçebilmeyi, neredeyse erkeklere aitmiş gibi duran katılığı orada öğrendim.Ve en çok vazgeçebilmeyi sevdim...Ve en zor vazgeçebilmeyi öğrendim...Ve en fazla vazgeçtim.***Vazgeçebilmek...Bana kalırsa tüm hayatı belirleyen en güçlü gerçek bu işte.İnsanlık sanki bununla ikiye ayrılıyor, vazgeçebilenler ve vazgeçemeyenler.Bu güce sahip olanlar ve olmayanlar.İnsanlara pek çok olağanüstü yetenek ve güç, pek çok şaşırtcı zaaflarla birlikte verilmiş...Vazgeçememek bu şaşırtıcı zaaflardan biri işte...Pek çoğumuzda var.Küçücük bir iktidar ihtimaline hayatını satanlar, iktidarın aslında vazgeçebilmek olduğunu bir türlü kavrayamıyor.Sevdiği kadını kaybetmeyi göze alamayan bir adam, sevdiği kadını bu yüzden kaybedeceğini anlayamıyor...Gitmesi gerektiğinde gidemeyen bir kadın, hayatını o anda tutuşturup yaktığını sezemiyor.***Hayat bazen karanlık bir girdap gibi kendi içine doğru boşalır...Bütün varlığımızı,ruhumuzu da kendisiyle beraber dibe çeker.Böyle anlarda, yaratıcılığı iğdiş edilmiş, düşündüğünü söyleme cesareti kökünden kazınmış, zekası ayrı bir parça gibi sanki vücudunu terketmiş bizler de bu ölümcül burgunun çekimine direnecek hiç bir güç geliştirmediğimiz için vazgeçemeyiz hiçbir şeyden.Vazgeçemediklerimizin içine çekilip koca bir hayatı yakarız da, yine de o girdaptan bile vazgeçemeyiz.Ne aşklardan, ne koltuklardan, ne paradan, ne hayatlarımızdan, ne acılarımızdan vazgeçebiliyoruz.Belki de vazgeçebilmenin zevkini hiç tatmadı bile bazılarımız...Belki de, hayatı boyunca kendini kandırdı ‘vazgeçmek akıllıca olmaz’ diye.Bazen ‘akıllı” olmanın, vazgeçememenin insanı nasıl zavallılaştırdığını bile göremeden.***Size bir şey söyleyeyim mi?Vazgeçmemenin adı savaşmak değildir.Kendimizi kandırmayalım.Vazgeçebilme gücüne sahip olanlar,vazgeçemeyenleri içleri acıyarak, biraz üzülerek, biraz acıyarak, keşke vazgeçebilse diyerek, bir yerden sonar güçsüzlüklerinden sıkılarak anlar.Ama vazgeçemeyenler, asıl gücün vazgeçebilmekte olduğunu hiç anlayamaz nedense.***İnsanlık tarihinde, gerektiğinde vazgeçmeyi göze alabilecek kadar güçlü olmayan hiç kimse bir mücadeleyi kazanamadı.Bir savaşı kazanacak güç, vazgeçebilme direncinde ve iradesinde yatıyor çünkü.Vazgeçemiyorsan kaybedeceksin demektir.İktidardan vazgeçecek irade yoksa, mücadeleyi kazanacak güç de yoktur çünkü...
Hayat ancak onun uğruna dövüşenin olur…Mutluluk ancak ona cesaret edenin...Hayatın değerini bilen, onun için dövüşen, herkesin hayatı için de dövüşür.Başkalarının mutsuzluklarıyla kendi mutsuzlukları arasındaki bağlantıyı bir türlü kuramıyor bazıları.Sanıyorlar ki ölüm sadece başkalarının çocuklarını esir alır, acı sadece başkalarının hayatlarına dokunur, haksızlıklar yalnızca başkalarının hayatlarını yok eder…Bunların hepsinin bizim tek kişilik hayatlarımızı boğduğunu, mutluluklarımızı kuruttuğunu fark etmiyor onlar.Hepimizin hayrına olmayan hiçbir duanın kabul görmeyeceğini bir türlü sezemiyorlar.***Hiç düşündünüz mü ne kalacak bizden geriye?Bizim sahip olduğumuz bugünden geleceğe ne kalacak?Bütünün hayrına hareket etmeyen bizlerden, aslında kendi kötülüğümüzle kendimizi vurduğumuzu bilmeyen bizlerden ne kalacak?Zulmün bu kadar bayağılaştığı, güçlünün bu kadar vurdumduymaz olduğu,yalanların bu kadar pespayeleştiği, hayatın bu kadar seviyesizleştiği bugünden geriye ne kalacak?Izdırapların manasızlaştığı, düşüncelerin cesetleştiği, entrikaların sığlaştığı bu dönemi pek az kişi hatırlayacak herhalde.Bu toplum bugünleri uğursuz, zekasız bir bencile dönüşen uzak bir akrabayı unutur gibi istekle unutacak…Ve o unutuluşun içinde bizler de olacağız…Tarih hepimizi unutacak…Tarihi tarih yapan her kötülük bizde de olmasına rağmen tarih bizi unutacak…***Neden mi?Çünkü hiçbir zaman kendini ortaya koymaya cesaret eden gerçek kötüler olmadık da ondan...Başkasının kavgasına aradan karışıp, fırsatlardan yararlanıp, bir yumruk atıp kaçmaya çalışan sünepelerden olduk…Kötülüğün maskaraları olduk…Kötülük diye sadece başkasının mutsuzluğunu isteyen zekasızlar ordusu olduk.İyiliğin meşalesini kötülüğün ateşi tutuşturur, kabul…Ama korkaklığımızla zekasızlığımız yüzünden sadece sönük, pörsümüş, sığ kötülükler yapabildiğimiz için, iyiliğimizi de bir türlü ortaya çıkaramıyoruz…Kötülük bile korkutucu ihtişamını kaybediyor bizim ellerimizde.***Beş yılık Taraf macerası bitti işte sonunda…Taraf bitmez gerçi ama benim yakından bildiğim Taraf macerası bitti işte…Ne kalacak ondan geriye diye düşündüm?Kimler ne hatırlayacak?Kimsenin kolay kolay unutacağını sanmıyorum Taraf Gazetesi’ni…Bunu onu kutsadığım için söylemiyorum…Gerçi, gerçekten kutsanacak işler yaptı Taraf ekibi bu ülkede…Bunu kimse yok sayamaz.Taraf Gazetesi’ni kimse kolay kolay unutmayacak çünkü, onlar korkaklığın, çıkarcılığın sefaletini hiç çekmediler.Hayat için dövüşmekten korkmadılar.Herkesin hayatı için dövüştüler.Kötülüğün sefaletine ragmen iyiliğin meşalesini parlak tuttular…Tarih bugünleri unutacak.Ama hayat için dövüşenleri her zaman hatırlayacak.
Geçen akşam müzisyen bir dostumla sohbet ederken konu Bülent Arınç’ın vagina denmesinden utandığından başlayıp, çeşitli konulardan geçerek Kürt sorunun neden çözülemediğine geldiğinde…Evet kesinlikle haklısınız tuhaf bir yazı başlangıcı oldu.İnsan neden müzisyen bir dostuyla bunları konuşur ki?Hadi konuştu bunları niye yazar ki?Çünkü başka bir şey konuşamaz olduk.Toplumun sorunları hepimizi kuşattı, aklımızı boğdu.***Kürt sorununa geldiğinde müzisyen dostum birdenbire bana ‘sen bile hala Kürtlerin hakkı diyorsun Sanem, ya bizim hakkımız’ dedi.***Ne kadar duyarsız gözükse de, aslında ne dediğini anlamıştım dostumun.“Biz” derken Türkleri kast etmiyordu, teker teker bütün bireyleri, insanların kendilerine ait yaşamlarını kast ediyordu.Herkeste yaşamın elinden kaçtığı duygusu belirmeye başlamıştı.Herkes yaşamı yakalamaya, kendi bireysel sorunlarını çözmeye uğraşıyordu.Ne yaşanan iç savaş, ne ölen çocuklar, ne insanların içine düştüğü sefalet, ne işsizler, ne sahipsiz hastalar, ne kaybettiklerini arayan kadınlar yakıyordu artık canımızı…Hepimiz yavaş yavaş tıpkı müzisyen dostum gibi yaşananlara boş gözlerle bakıyor, duyarsız, kaba nutuklar atıp ‘bana ne onlardan, ya ben’ noktasına geliyorduk yavaş yavaş.Sorunların çözümsüzlüğü herkesi bencilleştirmeye başlamıştı.Kendi dertlerinden konuşmak, kendi dertlerini çözmek istiyorlardı.Toplumsal sorunların içinde ezilip yok olduklarına inanıyorlardı.***Mevzu adaletsizlikse, ne Türk, ne Kürt, ne Alevi, ne Ermeni, ne kadın, ne erkek, ne zengin, ne fakir, kim olduğunuz hiç önemli değildir bu ülkede, herkes payına düşen adaletsizliği alır.Bazıları daha fazla alır.Ama artık haksızlıklar o kadar arttı ki insanlar başkalarının uğradığı haksızlıkla uğraşmaya güç bulamıyorlar.Sorunların çözümlenmemesi, çözümlenmeyeceği inancı yaratıyor, umutlar azalıyor ve insanlar başkalarıyla ilgilenmemeye başlıyorlar.***Bu bir dağılma hali bence.Toplumun çeşitli halkalarını birbirine bağlayan zincir kopuyor.Tespih taneleri gibi dağılıyoruz.“Bana ne onlardan, ya ben ne olacağım” bencilliği, kendi hayatını kurtarma telaşı bir hastalık gibi yayılıyor.***Bu hastalığın yayılması, hiçbirimiz kurtulamayacağız anlamına geliyor.Hiçkimse tek başına kurtulamaz.Kurtulabilmek için, herkesin birlikte kurtulmasını sağlayacak ortak yolu bulmak gerekiyor.Ama artık “ortak yol” arama çabaları tükeniyor bu toplumda.Sanki birisinin “herkes başının çaresne baksın” diye bağırdığı batan bir gemideyiz.***Bir okyanusun ortasında kimse “başının çaresine” bakamaz.Çare gemiyi kurtarmak.Ama geminin kurtulacağına olan inanç bitmişse ne yapacağız?***O inancı bu toplum yeniden yaratamazsa kurtuluş zor gözüküyor bana.Bence ilk işimiz o inancı yeniden yaratmak olmalı…Ama o inancı yaratacak olanlar herkesten once o inancı yok ediyorsa ne yapacağız?Hepimizi çaresiz kılan soru da bu işte.
Hiçbir yerimiz doğru olmadığı gibi korkularımız da doğru değil bizim.Yanlış korkuları olan bir toplumuz.Korku, cesaret kadar önemli bir canlığının varlığını koruyabilmesi için...Ama biz her zaman kedinin fareden korkması gibi yanlış şeylerden korkuyoruz.Yıllarca komunizmden korktuk.Komünist olma ihtimalimiz yoktu.Şeriattan korktuk.Namaz saatlerinde bu ülkenin meyhaneleri, kahvehaneleri her zaman camilerden kalabalıktı, o korkularla bizi korkuttukları zamanlar...Ama hep ‘korkardık’Türkiye hep korkar...Ve hep yanlış şeyden korkar...Sanırım Türkiye’nin sırrı bu...Şeriattan korkmamızı söyledikleri zaman şeriat tehlikesi yoktu, şimdi de ecdadımız alay konusu oluyor diye korkutmaya çalışıyorlar mesela...Halbuki belki de ilk kez bu toplum tarihinin gerçeklerine bu kadar ilgi duyuyor.Bu yanlış korkular, hemen hemen her zaman asıl korkmamız gereken gerçekleri gözden saklıyor.Sır dediğim işte bu...***Vatan gazetesinde Mine Şenocaklı’nın Murat Belge röportajını zevkle okudum.Murat Belge, Osmanlı’yı ve bugünkü AK Parti yönetimini anlatmış.Ve çok ilgimi çeken birşey söylemiş:‘Başbakan korkmuyor ama ben korkuyorum... Askerler geri gelirse bu şartlarda tam bir temizlik yaparlar, her şeyi yok ederler. Bu gayet de normal... Başbakan hezeyan içinde ülkeyi geriyor.’İrkildim birden, ne kadar doğru bir korku diye.*** Hayatla siyasetin bağları birbirinden iyice koptu...Hayatın gerçekleri içinde yaşayan insanlar, karşılaştıkları sorunların cevaplarını siyasette bulamıyorlar uzun zamandır.Siyaset adına seyrettiğimiz şey, dokunduğu her şeye çaresizliği getirenlerin, giderek hiç bir ciddi sorunla ilgilenmeden acı ve umutsuzluk yaratarak dövüşmesi.Bu düzende hayatın aradığı cevaplar bulunmuyor.Kendi hayatlarındaki sorunlara bugünkü siyasi sistemin içinde çözüm arayanlar şaşkınlaşıp ‘demokrasi için kime oy vereceğiz peki’ diye çaresizleşiyorlar.Ve bunların içinde artık dindarlar da var...Bu ülkenin aklı başında insanları bu ülkenin gidişatından korkuyor.Ve sanırım uzun zamandır duyduğumuz en doğrukorku bu.*** Hayatı yaşlı bir tavuk gibi karanlık kümeslere hapsetmemizi istiyorlar...Seyretme, içme, düşünme, eğlenme, padişahına tap.Hayatın, hele 2012 biterken ki hayatın genç bir tay olduğunu, koştuğunu, koşmak istediğini, özgürlükler istediğini, geniş bir alana ihtiyaç duyduğunu görmezden gelmek istiyorlar...Hayatı sünepeleştirmek, sessiz, tatsız tutsuz bir şey yapmak istiyorlar.Siyaset bizim ülkemizde hayatımızı çalan sistemin adı şimdilerde.*** Hayatla siyaseti bağlayan özgürlük damarını koparmayı başardılar.Özgürlüğün olmadığı bir yerde siyaset hayata cevap veremez.O zaman ya siyaset ya hayat fazla olur.Şimdiki düzenin yöneticileri hayatın fazla olduğunu söylüyorlar.Yaşamamızı, düşünmememizi, konuşmamımızı, zevk almamamızı istiyorlar.Bizi hayattan koparmak için toplumu zorladıkça da gerginlik artıyor.***Korkacaksak bu gerginlikten korkmalıyız.Sonu ne olur bilmem ama bu gerginlikten hayırlı bir son çıkmayacağına neredeyse eminim.
Geçtiğimiz pazartesi, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’nun Uğur Mumcu suikastiyle ilgili yazdığı kitapla ilgili ‘Bu kitap cinayetin haritasını veriyor’ diyen bir yazı yazmıştım.Yazıda Güldal Mumcu’nun satırlarından alıntı yaparak Uğur Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu’yla ilgili, ‘ hep merak ederdim merak ettiğim kadar varmış’ demiştim.Salı günü de Milliyet gazetesinde Ceyhan Mumcu’nu kitapla ilgili serzenişlerini okudum...Aynı gün bana da Ceyhan Mumcu’nun kızı Evren Mumcu’dan bir mail geldi.Kızgındı.Diyordu ki: ‘yazinizi hayretle okudum ve neyi, kimi sucladiginizi anlayamadim. Babam ailede tek bu konuyu irdeleyen, katilin, katillerin bulunmasi icin tek kendini riske eden insandir ve ağabeydir. Acımızı anlamaniza imkan yok sizin. Bu konularin neye hizmet ettigi tarafimizdan cok iyi biliniyor ve gayet aciktir. Babamin amcam oldugunde burnundan gunlerce kan geldi ve tek insandi bu konuyu arastiran. Guldal hanim degil!!!!! Tehditleri alan hep babamdi GULDAL hanim degil. Bu boyle bilinsin. Gercek disi zavalli yorumlarla ailemize, babama saldirmak sadece kucuk dusunceli insanlarin isidir.Saygilarimla Evren MumcuCeyhan Mumcu kızı’***Ben de, ‘Sizi anlıyorum… Mailinizi yayınlamak istiyorum ayrıca. İsterseniz babanız isterseniz siz başka bir şey yazmak isterseniz de bunu da yayınlarım’ diyen bir cevap yazdım.Bunun üzerine Ceyhan Mumcu’dan bana uzun bir mail geldi… Olduğu gibi yayınlıyorum.***‘Sn. Sanem ALTAN“Bu Kitap Cinayetin Haritasını Veriyor” başlıklı yazınızda, Sn. Güldal MUMCU’nun bana yönelik eleştirilerini benimsediğinizi anladığımdan, aşağıdaki savunma ve yanıtlarımı sunuyorum.TBMM Uğur Mumcu Cinayeti Araştırma Komisyonunun suikastla ilgili raporunu temin etmiştim.Rapor, bizim haklı mücadelemizi destekler nitelikte olduğu için sevindim ve müjdelemek için Güldal MUMCU’yu aradım.O sırada çıkan Danıştay kararıyla da Uğur MUMCU’nun korunmadığı ve soruşturmanın özenle yürütülmediğinin tespiti ile Devlet kusurlu bulunmuştu. Hem bu Danıştay kararıyla hem de Meclis Araştırma Komisyonu raporuyla, yargı organı ve TBMM bizden yana olmuş ve hukuksal bir başarı sağlamıştık.Benim Güldal’I kutlamak için sarfettiğim tümcelerin anlamından çok farklı olarak “Bu işi yarıda bıraktı” anlamında ki eleştiri, haksız ve dayanaksızdır.***Bu kitap, Güldal MUMCU ile yaptığım konuşmadan seneler sonar anlamı da değiştirilerek kamuoyuna sunulması gibi bir şaşırtıcı gelişmenin tipik bir örneği oluyor.Suikasttan bu yana, bu cinayetin aydınlığa çıkması için elimden ne geliyorsa ardıma koymadım.Yaptığım faaliyetler ve sonuçları Kaynak Yayınlarınca yayınlanan “Kardeşim Uğur MUMCU” kitabında detaylı olarak açıklanmıştır.Kitapla ilgili eleştirilerimi de size ayrıca gönderiyorum.Sizden ve Güldal MUMCU’dan soruyorum. Uğur MUMCU suikastı ile ilgili yapmadığım ne var?Bu açıklamayı ikinizden de istiyorum.Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine dava açmamayı da Güldal’la ortak kararlaştırmıştık.***Bunun dışında, 2007’den bu yana milletvekili ve Meclis Başkan Yardımcısı olan Sn. Güldal MUMCU’nun suikastın aydınlanması için nasıl bir çalışma yaptığını tüm Uğur MUMCU dostları gibi ben de merak ediyorum.“Ben Muhalefet Partisinin milletvekiliyim ne yapabilirim ki”den daha fazla açıklama bekliyorum.’Uğur Mumcu’nun AgabeyiAv. Ceyhan Mumcu
Bazen düşünüyorum da, kim daha korkak acaba diye?Bu ülkeyi yönetenler mi yoksa onların suladığıçamuru alıp eline yüzüne bulaştıranlar mı?Kim daha güçsüz aslında?Manasızlığını bildikleri halde onurlarını hiçe sayarak Ankara siyasetinin parçası olanlar mı yoksa o siyaseti ülkeye “demokrasi” diye yutturmaya çalışanlar mı?Bazı insanların yazılarını okuyunca bu soruları sormamak imkansız.Sahte savaşlar, sahte kızgınlıklar, sahte onurlarla gerçeklerden kaçıyorlar.***Ve merak ediyorum… Hangi gerçekten kaçıyorsunuz siz?Neden gerçeklerden kaçıyorsunuz?Hangi menfaat size gerçeklere karşı kör ediyor?Neden gerçeklere karşı uyuşmak için damarınıza sahte kızgınlıklar enjekte ediyorsunuz?Bile isteye bir körlüğün parçası olup zavallılaşıyorsunuz, neden?*** Belki de çok kızgınsınız kendize…Kendi yetersizliğinize duyduğunuz öfkeyi saklayabilmek için sağa sola saldırıyorsunuz.“Asalet zorlayıcıdır” lafını çok seviyorum.Çünkü gerçekten zordur bir beladan geçerken, çıkarlarımız, duygularımız, geleceğimiz ağır bir şekilde yaralanmışken, ismimizi, onurumuzu korumak için gerçekleri söyleyebilmek…Yaralanmışken gülümseyerek sanki yaramız yokmuş gibi davranabilmek…Geleceğimiz için geçmişimizi satmamamız gerektiğini bilmek.***Farkında mısınız, utanma duygusu bizde hiç gelişmemiş bir sanat gibi…O yüzden ne adam gibi ayrılabiliyor aşıklar,ne siyaset kavgaları bayağılıktan kurtuluyor, ne de kavgalar pusu zihniyetinden düelloya geçebiliyor.Ne de köşe yazarları gerçekleri yazabiliyor bu ülkede.Bazıları neredeyse onursuzluğunu madalya olarak taşıyor yakasında.Kendileri dürüst olamadığı için dürüst olanlara akıl vermeye çalışıyorlar.‘Birinin buna dur demesi gerekiyor.’Bu lafa bayılıyorlar.‘Birinin başbakanın yanlışlarını söylenmesine dur demesi gerekiyor…Çünkü ben söyleyemiyorum… O da söylemesin…’***Kimseye gazetecilik öğretecek halim yok, gazeteciliği benden çok daha iyi bilen çok sayıda insan var.Ama gazeteciliğin onursuzluk olmadığını biliyorum.Dalkavukluk olmadığını da biliyorum.Gerçekleri söyleyemeyen bu korkak ve onursuz dalkavuklar iğrendiriyor beni.Hangi kılığa girerlerse girsinler o iki büklüm yağlı kayganlıklarıyla iç bulandırıcı geliyorlar bana.***“Dur denecekse” gazeteciliği dalkavukluğa çevirenlere “dur” denmeli.Bunu da dürüst ve mesleğini seven gazeteciler söylemeli.Çünkü bu insanlar sadece kendi isimlerini değil, gazeteciliği de kirletiyorlar.