Biz Türkler kendimiz olmayı beceremediğimiz için, tarihimiz yalanlarla dolu olduğu için, Bizans ve saray entrikalarından geldiğimiz için, kadın ve erkeği ne ibadette ne sosyal yaşamda yanyana getiremediğimiz için, başkalarının bize düşman olduğuna inandığımız için, hep parçalanmaktan korktuğumuz için, bize sürekli yalanlar söylendiği ve biz de sürekli aynı yalanları tekararladığımız için kendimize güvenmediğimiz gibi başkalarına da hiç güvenmeyiz.
Gerçekleri söyleyenleri de düşman kabul eder, onlara düşman oluruz. Bize göre biz süperizdir çünkü.
Buna inanmaktan hoşlanırız ve herkesin de buna inanmasını isteriz.
Toplumsal kimliğimizin temelinde yatan bu garip çarpılma sanıyorum teker teker hepimizin kişiliklerine de sızıyor, bizi gerçeklerden ve kendimizden koparıyor.
Sadece toplumsal olaylarda değil kişisel ilişkilerimizde de bize göre hep öteki suçlu oluyor.
Başımıza gelenlerin sorumluluğunu almak bize göre değil.
Hep bir başkası, en olmadı kaderdir yanlış olan.
İşte bu yüzden korkarım burada kurulan ortaklıklardan, yazılan biyografilerden, otobiyografilerden…
Kavgalar çıkar, küslük olur ,kitap yalan söyler, gerçek hep uzakta kalır çünkü.
Can Dündar’ın Mehmet Ali Birand’ın hayatını yazdığını duyduğumda da bunlar geçti aklımdan…
Dündar neyi, ne kadar ‘gerçek’ yazabilirdi?
Yazmak istese bile dostu Mehmet Ali’yi kırmak istemezdi.
Birand neyi ne kadar gerçek anlatabilirdi?
Bu endişeler Can Dündar’ın Birand kitabına karşı heyecanımı köreltti.
Ta ki İzzet Çapa’nın Mehmet Ali Birand ve eşi Cemre Birand’la yaptığı televizyon röportajını seyredene kadar. Uzun zamandır izlediğim en gerçek röportajdı.
Bu, Çapa’nın soruları kadar, onlara neredeyse insanı ürkütecek bir açıklıkla cevap veren Cemre Birand sayesindeydi.
Seyretmeye doyamadım…
Kahkahalar attım…
İzzet’e telefon ettim, Cemre Hanım’a sokakta rastladım, tanışmamamıza rağmen yanına gidip programa bayıldığımı söyledim.
Bana kalırsa Cemre Birand bir televizyon programı yapmalıydı.
Ben de hemen kitabı okumalıydım…
Seyrettiğim gerçeklik Birand’ı bana gerçekten merak ettirdi çünkü…
Bütün endişelerimden bir anda sıyrıldım… Ve hemen Birand kitabını okumaya başladım.
Mehmet Ali Birand’ın o aldırmaz ama sevgi dolu, olgun ama çocuksu gülüşünün ardındaki hayatı gördüm.
Acı…
Acı varmış o kahkahanın ardında.
Daha bir yaşındayken babasını kaybetmesi, ardından annesinin ruhsal sorunları, iki yaşına gelmeden sol diz kapağının ve bacağının yanması ve bir ömürsürecek ameliyatlar, bacağının kısa kalması…
Büyüyüp yetişkin olurken tüm hayatını, duygularını şekillendirmiş.
Aslında her fazla mutluluk gösterisi genellikle bir acıyı saklar…
Bunu biliriz…
Bunu hızlı anlarız da hatta.
Mehmet Ali Birand’da bunu bu kadar hızlı anlamamamızın, o ardındaki acıyı görmememizin nedeni şuymuş;
Mehmet Ali Birand yaşadığı acıları yelkenine rüzgar yapmış.
Ne zaman daha çok acı çekse, daha hırsla bir şey yapmış.
Kitabın arkasında ‘Birand kaybetmeyi de, kazanmayı da, başarızlığı da, başarıyı da bilmeyen biri aslında. Onun tek bildiği ilerlemek, devam etmek, yeni olanı yapılmamışı yapmak’ yazıyor.
Gerçekten de tüm hayatı böyle.
Siz ona üzülürken, sizin gözyaşınız daha kurumadan, o, onu alkışlayacağınız bir şey yapmış
oluyor bile. Kitaptan öğreniyorsunuz ki bunu Abdi İpekçi’den öğrenmiş.
Abdi İpekçi demiş ki Birand’a ‘yediğin gole ağlamayı bırak, gol atmaya bak.’
Ben kitabın her sayfasında
Birand’ın kahkasını duydum…
Acılarla geçmiş bir hayat değil, acılarını her defasında eline alabilmiş bir adam gördüm.
Bu toplumdan çıkmış ama ortak hastalıklarımızı aşmış bir adam buldum.
Ben kitapta hepimize örnek olacak bi adam okudum…