İnsanoğlu uzun yıllardır ölümün kara büyüsünü delmek için uğraşıyor.Galiba sonunda ölümü bitiriyorlar.Sanırım bütün efsaneleri, masalları, din kitaplarını bir daha okumamız gerekecek…Yeryüzünde kağıt üzerine ister Tanrı kelamı, ister yüzlerce yıldan süzülmüş efsane, ister masal olarak geçmiş ne varsa sonunda gerçekleşiyor…Yazılmış ne söz varsa bu dünyada etlenip kemikleniyor.Geçen gün ölümsüzlük üzerine bir belgesel seyrettim…DNA denen tılsımdan, her canlının hücrelerinde olan o bilgiden yani, o canlının aynısını yapmışlar.Sizin DNA’nızdan sizi tekrar yaratıyorlar.Siz ölüp bu dünyadan ayrılırken, yeni bir hayata bir daha bu dünyada başlıyorsunuz.Yeniden yaşayacağımızı gerçekten bilerek öleceğiz yakında…Tıpkı kitaplarda yazdığı gibi…***Bu, son otuz yıldır uğraşılan, zaman zaman gazete sayfalarında minicik kutu içinde bir haber olarak okuduğumuz tam nereye vardıklarını bilmediğimiz bir çalışma…En azından ben ucunun nereye vardığını bilmiyordum.Yapılanları hayranlıkla izledim…Gerçekten yaşam ve ölümle ilgili tüm düşünceleriniz ve duygularınız yerle bir oluyor bunu seyrettiğinizde…Ölümü bitiriyorlar çünkü…Ve asıl soru da o zaman ortaya çıkıyor zaten…Gerçekten ölümü bitiriyorlarsa “ölümüz bir yaşam” nasıl olacak peki?*** Ölümlü bir hayatın tüm kaideleri, alışkanlıkları, değerleri değişiyor.Ölümle ilgili bildiğiniz ne varsa değişiyor aslında.Ve yaşamın yeni kaideleri, ilişkileri, değerleri geliyor yerine.İnanılmaz bir şey oluyor hayat…Hatta oldu bile belki bir yerlerde ama biz bilmiyoruz henüz.Korkularımız aşklarımız isteklerimiz acılarımız bütünüyle biçim değiştirecek bu yeni hayatta…Bildiğimiz her şey değişecek.*** Belgeseli seyrederken o kadar çok heyecanlandım ki notlar almaya başladım.Onlarca soru birbirinin peşine takılarak aklımda dolanmaya başladı.Mesela DNA ile yeniden bizi yaratabiliyorlar ama yaşanan tecrübeyi de DNA ile geçirebiliyorlar mı acaba?Yoksa biz her seferinde hayatı yeniden mi yaşacağız?Hafızayı da aktarmayı beceriyorlar mı?Hangisi daha iyi ona da karar veremedim aslında…Hafıza iyi bir şey midir yoksa unutmak mıdır yaşamı sürükleyen? Ya da ölmüşlerin kemiklerinden onları yeniden yaratabilecekler mi?Siz dede olduğunuzda sizin dedeniz iki yaşında çocuk mu olacak yaşadığınız hayatın içinde?Aslında sadece bunları düşünmek bile yepyeni bir hayata hazırlıyor bize.Sizin hayatınızı yeni bir hayatla değiştiriyorlar.Size dedim ya tüm efsaneleri masalları din kitaplarını yeniden okumak zorundayız diye…Çünkü gerçekten orada ne yazıyorsa bunu siz yaşarken yapıyorlar…*** İnsanın ölümü yenmeye hazırlandığı bir çağda yaşıyoruz.Tanrının kendi yarattığı ölümlülüğe çare bulmamıza izin verdiği bir dönemde yaşıyoruz…Tanrının kurallarının bile değişeceği zamana geldik…Kendi ülkemizde yaşananlara baktığımızda ise herhalde iki soru sormamız gerekecek.Bu yaşadıklarımız bu çağa yakışıyor mu?Böyle bir çağda biz niye hala bunları yaşamak zorunda kalıyoruz?
Fenerbahçe, Emre Belözoğlu‘nu Atletico Madrid‘den geri almakla akıllı bir futbol ticareti yaptı mı acaba? Ne dersiniz? Emre’nin dönüş haberini duyduğumdan beri cevabını düşündüğüm soru bu...Aynı konuyu 1 Ekim’de yayınlanan yazımda başka bir açıdan ele almış ve Emre’nin gönderiliş hikayesiyle ilgili şunları yazmışım:“...Bana Emre Belözoğlu’nun çok yakın bir dostu anlattı.Geçen sezonun ortası, F.Bahçe- Bursa maçında takım çok kötü sahada, F.Bahçe devre arasında soyunma odasına sıkıntılı bir şekilde gidiyor. Baroni soyunma odası koridorlarında ertesi gün takıma vereceği barbekü partisi için davetlerini yaparken, zaten saha içinde öfke kontrolü neredeyse “sıfır” olan ve eski Gırgır dergisindeki karikatür kahramanı Zihni Sinir’e benzettiğim Emre, Baroni ile tartışıyor.Maç bitiyor. F.Bahçe ite kaka kazanıyor. Ve orada Emre ile Kocaman ilişkisini sonsuza kadar bitiren o olay yaşanıyor işte.Emre devre arasındaki kavganın etkisiyle Baroni ile sahanın ortasında da tartışmaya devam edip, kavgayı soyunma odası koridorlarına kadar taşıyor.Alex, çok sinirli olan Emre’yi sakinleştirmeye çalışıyor. Soyunma odasının kapısında takımı bekleyen Kocaman, Emre ile Alex’in kavga ettiğini sandığı için araya giriyor.Gereksiz bir adrenalin patlaması yaşanıyor. Aykut Kocaman, Emre’ye “Gir ulan içeri”diye bağırıyor. O sıradaki karambolde Alex’in dirseği Emre’nin kafasına yumruk şiddetinde çarpıyor. Kötüsü Emre, arkasında bulunan Aykut Kocaman’ın kendisine vurduğunu sanıyor ve hocasını yakasından tutup soyunma odasının içine itiyor.Hatta “Bana babam el kaldırmamış bugüne kadar, sen kim olduğunu sanıyorsun ulan?”diye bağırıyor.Bütün takım seferber oluyor, Kocaman odanın dışına çıkarılıyor, Emre sakinleştiriliyor. Ama öfkesinin kontrolü hiç olmayan Emre içerde hocasına saydırmaya devam ediyor.***Bana sorarsanız F.Bahçe’nin şu anki durumunun miladı bu olay oluyor.Aykut Kocaman, bu hareketi hiç unutmayıp sezon sonunda yönetime Emre’yi takımda istemediğini söylüyor. Emre gönderiliyor.F.Bahçe Emre’nin boşluğunu doldurmak için arıyor, tarıyor, aynı değerde birini bulamıyor. Emre tecrübesiyle özellikle Türk oyuncular arasında sayılan ve sevilen bir isim.En son Chelsea’den Meireles geliyor. Meireles belki futbol kalitesi olarak dünya standartlarında ama takım içindeki etkisi sıfır...F.Bahçe sezon başına 2.5 milyon Euro ödeyerek oynatabileceği Emre’yi o olayın faturası olarak gönderirken, toplam 20 milyon Euro harcayıp Meireles’i alıyor. Ancak takımın içinde“lider” oyuncu olma açısından önemli bir tecrübeyi kaybediyor. Emre sahada antipatik bir oyuncu ama lider özellikli neticede.”***Peki bunca olaydan sonra Emre’nin F.Bahçe’ye geri dönmesi ne anlama geliyor?Bence,Aziz Yıldırım, “Ben sezon başından yanlış tasarrufta bulundum. Emre bu takıma lazım bir adamdı, 5 milyon Euro’ya Topal’ı 10 milyona Meireles’i aldım ama orta sahadaki boşluğu ve takımdaki ağabey eksikliğini gideremedim.. O zaman hatamdan dönüyorum”diyor… Aykut Kocaman ise “Dün dündür, bugün bugündür... Ben gönderdim ama takıma tekrar ben alırım.”…Aslında Emre’nin dönüşü F.Bahçe açısından çok başarılı bir transfer operasyonu...Çünkü takımın Emre’nin sahadaki dinamizmi ve hırsına; saha dışında da karizması ve birleştiriciliğine ihtiyacı var.Davul zurnayla Madrid’e gönderdiğin 32 yaşındaki futbolcuya az da olsa bir bonservis ödeyip, 2.5 yıl için geri almak, “Emre artık bu takımın demirbaşı”demektir. Bu da Volkan, Gökhan, Kuyt, Sow, Baroni gibi F.Bahçe’nin etkin futbolcularına verilmiş bir mesaj aynı zamanda.***“Emre sezon başında gönderilmese daha mı iyi olacaktı?” sorusunun cevabı ise biraz daha karışık ama fikrine çok güvendiğim önemli bir teknik direktörün bu konudaki teşhisine katılıyorum.Diyor ki:F.Bahçe Emre’yi gönderdikten sonra Meireles ve Topal’ı aldı. Selçuk ve Baroni zaten var. Salih de piyasaya çıktı sayılır. F.Bahçe’nin eksiklik yaşadığı pozisyon 10 numara, yani Alex’in pozisyonu. Ordaki eksik yüzünden hücuma organize çıkamıyor. Aykut Kocaman, eğer Emre’yi 10 numarada oynatırsa; hem “Alex az koşuyor” diye lağvettiği bölgede her maç 10 bin metre koşan bir tecrübeli adamı olur. Hem de Emre’nin yaratıcı özellikleri ortaya çıkar. Ama Emre yine ön liberoda kalacaksa boşuna alınmış olur. Sadece takıma yapacağı ağabeylik ile katkı sağlar.Çok doğru değil mi?Neredeyse futboldan anlamanıza bile gerek yok ne dendiğini anlamak için…Ancak esas soru şu:Aykut Kocaman gerçekten Emre’yi affetti mi? Affedecek mi?Yoksa gölge tiyatrosu mu yaşanıyor F.Bahçe’de...Zaman bize bu soruların yanıtlarını nasılsa gösterecek… Çünkü Fenerbahçe’nin yaşadığı teknik sorunların altında, insan ilişkilerindeki yönetim hatalarının olduğu artık bir sır değil…
‘Gerçekleri sıradan cümleler söyler bize…Hayatımızı onlar belirler…Hayat o sıradan cümlelerin içinde saklıdır…Acılar, aşklar, özlemler, yalnızlıklar, kıskançlıklar hep o sıradan cümlelerin eteklerinin altındadır…Bir de büyük cümleler vardır…Kılıç kılıca değer gibi şakırdayan, meşaleler gibi parıldayıp alevler gibi yakan büyük cümleler…O büyük cümleler bize yalanları söyler…Aşklar sıradan cümlelerle başlar,ilişkiler sıradan cümlelerle biter,dostluklar sıradan cümlelerle terk edilir, acılar sıradan cümlelerle terennüm edilir…Bazen ‘bu akşam ne güzel deniz’ dediğinizde mutluluğunuz anlaşılır…Bazen ‘bu yıl kış erken geldi’ dediğinizde bir terk edilişin yalnızlığı çınlar kulaklarınızda…Bazen ‘biliyor musun özledim o uzun yürüyüşleri’ dediğinizde bu ‘ben seni hâlâ seviyorum’ manasına gelir…’Diye yazmıştı babam…***Sıradan cümleleri çok severim.Hayatı onların anlattığına çok inanırım.Bütün seslerin, bütün büyük lafların, bütün karmaşanın arasından duyarım onları.Galiba insanlar son zamanlarda kendilerini büyük cümlelerin ardına saklıyor.Kimse açıkca konuşmuyor, kimse sıradan cümleler kurmuyor.Belki o yüzden kimse kimseye güvenmiyor…Hatta insanlar sanki sıradan cümlelerden utanıyor.***Sıradan cümlelerle konuşulan kasabaları özler oldum hiç gitmediğim…‘Seni hâlâ çok seviyorum’ demek yerine, ‘o kır bahçesi hâlâ duruyor mudur’ diyen insanları özler oldum…Ne ‘seni seviyorum’lara, ne o büyük cümlelere inanıyorum artık…Sıradan cümleler, sıradan bir hayat, sıradan bir kadın, sıradan bir erkek özlüyorum.Büyük hayatlardan…Büyük yalanlardan…Büyük adamlardan…Büyük kadınlardan çok sıkıldım.Kapıyı çalıp elinde bir fincanla durup ‘ununuz var mı’ diyen komşuları özledim…‘Organik un geldi’ ilanlarından çok sıkıldım.***Sevgililer günü geliyor.Hoş bir şeydi belki de sevgililer günü, kimbilir… Bu kadar büyütmeselerdi eğer…Her şeyi bozuyorlar…Her şeyi büyütüyorlar…Küçük ve sıradan cümleleri sevmiyorlar.Düşünceleri hayallerini ezmiş, kızgınlıkları kahkahalarını bastırmış, yalanları yalanlarıyla çarpışan insanlar haline geliyoruz…Sıradan cümlesi olmayan hiç kimseye güvenim yok benim…Hayalleri olmayan hiçkimseye güvenim yok…Bir kahkahayı bölüşmeyen, sevdiğine hikaye anlatmayan, sabahları sevmeyen hiçkimseye güvenim yok.*** Sıradan cümleler anlatıyor her şeyi.O cümleler her şeyi anlatmaya yetiyor.Büyük cümlelere, büyük gösterilere hiç gerek yok bence.Bir demet fulya, birlikte yapılan bir salata, beraberce kurulan bir hayal yeter sevgililer gününü kutlamaya.Bir telefon edip “nasılsın” demek yeter annenin gönlünü almaya.‘İyimisin” diye sormak yeter bir dostu sevindirmeye.Sıradan cümleleri, sıradan hayatları özledim.Sıkıldım bu büyük laflardan, bu büyük gösterişlerden.Aydınlık bir gülümseme, sessiz bir gözyaşı, sıradan bir cümle…Yeter hayatı anlatmaya.O kır bahçesi hâlâ duruyor mudur?..
Hayat bazen birden garipleşir, sanki masalsı bir ışığın içinde çıplaklaşıp kaybolur…Siz, bütün yaşadıklarınız, hatta yaşamakta olduğunuz o an kaybolur gider o ışığın içinde.Geçmiş gelecek kendi zamanlarını kaybeder, var oldukları andaki renklerinden kokularından soyunur…Hep birlikte o ışığın koynuna girip erirler… Zamanı kaybedersiniz. *** Akşamları yürüyüş yapmayı sever oldum bugünlerde…Aslında korkuyorum da bir yandan…Şehirde akşam sokaklarda olmak ürkütüyor insanı nedense…Biraz da bu korkumu yenmek için korka korka da olsa yürüyüşe çıkıyorum…Yürüdükçe,yürüdükçe korkum kayboluyor.***Geçen akşam ışıkların yeni yeni yanmaya başladığı saatlerde eski bir bahçenin önünden geçtim…Yıkılmaya yüz tutmuş konakta, bakımsız bahçede, boyaları dökülmüş parmaklılarda hem karanlığı hem aydınlığı içinde taşıyan tuhaf bir ışık vardı.Başka bir çağa aitmiş gibi gözüken bir ışık.İçinde geçmişten görkemli hayaller taşıyan bir ışık.Hüzünlü bir ışık. ***Onu gördüğüm anda bir zamansızlık sardı her yanı sanki…Bir anda zaman incecik bir çizgi oldu önündeki ve arkasındaki tüm zamanları içine aldı…Hayat ve ben kaybolduk o zamansızlığın içinde…O garip ve masalsı ışık beni içine doğru çekti…Başka bir aleme geçtik…Gerçeklerden uzak…Belki de bu yüzden sihirli ve saf bir başka alem.Bugünle gelecek arasında ikisine de ait olmayan bir başka alem.***Sonra dün canımın sıkılacağı bir kaç haber aldım…Sanırım bugün siz de duyarsınız bir kaçını…Öfkeliyim aslında…Bugün benim canımı sıkıyor, öfkelendiriyor beni…***Ama öyle sihirli ışıkların içinden geçtiğimde bugünün sonsuz olmadığını, bugünün de geçeceğini biliyorum. Dün geçtiği gibi bugün de geçecek. Başka, belki hiç umulmayan bir gelecek gelecek.***Bugün sıkıcı, bunaltıcı, öfkelendirici…Ama bitecek bu günler.Bugünler de eski bahçelere karışacak ama bir ışığı olmayacak bugünlerin…Karanlık bir leke gibi kalacak geçmişin içinde…*** Akşamları yürüyorum bazen…Eski bahçelerin, sihirli ışıkların içinden geçiyorum.Geçmiş, bana bugünlerin de geçeceğini haber veriyor.O ışıkların içinde kayboluyorum.
Ülkemiz, belki de en büyük siyasal dolandırıcılıklardan birini solculuğun tarifinde yaratılan sahtekarlıkla yaşadı.Birçok insan yıllarca tutucuların en büyük destekçilerini gerçek sol sandı.Gerçi sonra, ne ordunun ordu, ne siyasal iktidarların gerçek iktidar olduğu iyice ortaya çıktı hatta son zamanlarda AK Parti’nin de sistemin partisi olduğu açıkça görüldü ama yine de bu ülkeyi sol üzerinden yaşanan sahtekarlık kadar kökten etkilemedi hiçbir şey bana sorarsanız.Her kıpırdadığında aynı yerden yanlış yapan bir sol var bizim ülkemizde…Başka hiçbir faktöre göre değişmeyen hep aynı kalan bir yanlış.***Neydi solculuk?Değişimin önündeki engellerle mücadele etmek, insanlığın sınıfsız, sınırsız, devletsiz bir topluma ulaşmasını önleyen engelleri kaldırmak için çaba göstermek.En basit haliyle tarifi bu.Bu engellerle mücadele ederken verilen kavgalar çağdan çağa, toplumdan topluma değişir…Bazen aristokratlara…Bazen derebeylerine…Bazen darbeci generallere…Bazen iktidarı ele geçiren kapitalistlere karşı savaşılır.Bunlar değişimi engellemek isteyen güçlerdir çünkü…Ama solculuğun hedefi bu dövüş bile değildir aslında…Hedefi, değişimin önünü açmaktır.***Hiçbir yerde gerçek solcular bizimülkemizdeki gibi ezilenlere göz dağı vermeye kalkmaz…Onlar, değişimi engelleyenlerle dövüşür…Çünkü değişimin gücü korkunçtur, bütün sahtekarlıkları siler süpürür.Değişime inanmış,bunun mücadelesini vermiş biri olmak, solculuğun ruhunu kavramak insana inanılmaz bir dayanma gücü,müthiş bir hayat sevinci,hiç bükülmeyen bir irade kazandırır.***Bazen düşünüyorum CHP gerçekten sosyal demokrat bir parti olsaydı hayatımız nasıl değişirdi acaba diye…Bence içlerinden biri böyle bir rapor hazırlasa CHP’nin tarihine geçer…“Gerçekten sosyal demokrat bir parti olsaydık Türkiye’de neler farklı olurdu” diyerek.***Birgül Ayman Güler’i takip ediyor musunuz?CHP’de son günlerde neler olduğunu biliyorsanız bu yazıyı neden yazdığımı da anlamışsınızdır aslında.Bu hanım, “Türk ulusu ile Kürt milleti eşdeğerde olamaz” diyen bir CHP milletvekili…Meclis kürsüsünden, ana dilde savunma hakkının tartışıldığı bir çerçevede bu konuşmayı yapan milletvekili, “sol” olduğunu söyleyen bir partinin mensubu.İki ırktan birinin diğerinden üstün olduğunu savunan “ırkçılığı” sol adına savunuyor.Eşitliği sağlayacak bir değişime karşı çıkıyor.Ezilenleri değil ezenleri destekliyor.Egemen yapının sürdürülmesini istiyor.***Tarih boyunca bir ırkın diğerini ezme hakkına sahip buldunduğunu söyleyenler, ırkçılar, değişime direnenler, sistem muhafızlığı yapanlar çıktı.Ama bunu “sol” adına yapanlara sanırım sadece bizim ülkede rastlanıyor.***CHP ırkçılık yapmak istiyorsa, ezenlerin siyasi bekçiliğini üstleniyorsa, değişime karşı çıkıyorsa neden bunun adının “sol” olması için ısrar ediyor?Irkçılığı solculuk diye yutturmaya kalkmak, bütün günahlara bir de “siyasi dolandırıcılığı” eklemiyor mu?Kendisinin ırkçılıkla kirlenmesi yetmiyor, bir de “solculuğun” adını lekelemek istiyor.***Bu ülkede solculuğun ana düşmanları, solun adını “sol kılığına girerek” lekeleyenler bence.CHP gündemiyle ilgili pek çok şeyokuyorsunuz… Okumaya da devam edeceksiniz ama ben böyle bir gündemle karşılaşınca aklıma sadece şu basit küçük soru takılıyor:İyi de bu siyasi dolandırıcılığa karşı çıkacak “gerçek solcular” nerede?Onlar nereye kayboldu?Nereye kayboldu gerçekten?
Bu yazıyı Galatasaray Beşiktaş derbisine saatler kala yazıyorum.Maçı heyecanla bekleyen arkadaşlarımdan biri, sohbetederken ‘Galatasaray giderek enteresan bir takım olmaya başladı, oluşturulan kadroya bak sana neredeyse teknik adama ihtiyaç kalmadı… Sence bu iyi birşey mi?’ diye sordu.Sneijder’li, Drogba’lı, Melo’lu, Muslera’lı, Eboue’li, Elmander’li, Burak’lı, Selçuk’lu kadroyu düşününce ne demek istediğini daha iyi anladım.Galatasaray çoğumuzu şaşırtacak bir transfer atağı yaptı son günlerde gerçekten…Ama ne olduğunu pek de anlayabilmiş değiliz.***Önce toplam maliyeti 25 milyon Euro’ya denk gelen Wesley Sneijder...Şimdi 1.5 yılda 10 milyon Euro’luk kabarık bir faturası olan Didier Drogba…Hatta söylentilere bakarsanız Manchester City’den Kolo Toure... Onun tutarı da nereden baksanız 7-8 milyon Euro…Beşiktaş “FEDA” diyerek tarihi bir mali daralmayı yaşarken; F.Bahçe banka kredisine gösterecek teminat bulamadığı için Belhanda transferini günlerdir ertelerken; Trabzon en flaş devre arası transferini pilot takımı 1461’den A takıma çıkardığı gençlerle yaparken G.Saray’ın bu transferleri çoğu kişiyi şaşırtıyor.Çünkü kulüplerin yıllık bilançolarına bakarsanız, üç aşağı beş yukarı hepsinin mali durumu aynı…300’er milyon dolarlık borçları var.Ama bu dörtlü arasında sadece G.Saray, dünya çapında yankı yaratacak transferler yapıyor.Üstelik bu transferleri Fatih Terim’in de öyle fazla istediğini sanmıyorum çevrede konuşulanlara bakınca.“Başkan transferi“ bunlar...***Peki iki yıldır dilinden düşürmediği “çilek” hayalleri yüzünden dalga geçilen Ünal Aysal, ne oldu da birdenbire G.Saray’ı çilek Tarlası’na çevirdi?Harcanan bu paralar, önümüzdeki yıllarda G.Saray’ın mali tablosunu ne hale getirecek?Çevremdeki en fanatic G.Saraylılar bile hem transfer haberlerine seviniyor, hem de G.Saray’ın bu transferleri hangi parayla yaptığını merak ediyor doğrusu.***Bence şöyle oldu:G.Saray Başkanı Ünal Aysal’I bıraksalar, aynı oyuncuları sezon başında da transfer edecekti.Çünkü küçülerek değil aksine büyüyerek mali krizi atlatabileceklerini düşünen biri o. Ancak o dönemde hem FatihTerim hem de Ali Dürüst bu astronomiktransferlere karşı çıktı.Flaş yabancı transfer yapmayan G.Saray, çoğunluğu yerli yıldızlarla geniş bir kadro oluşturdu.Ama sonuç istedikleri gibi olmadı. Takım, Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finali zorlayacak durumda olmasına rağmen ligde arayı açamadı.G.Saray (dünkü derbi hariç) 18 maçta 21 puan kaybetti… Kaybetmese bugün ortalıkta ne Beşiktaş kalmıştı ne de F.Bahçe açıkcası...Sanırım Aysal bunun üzerine Terim’in “ucuz ama etkili” transfer arayışlarına karşılık “Parasını verip en iyisini alalım” düşüncesinin daha doğru olacağını anladı…Bence büyük bir kumar oynamasına rağmen doğrusunu da yaptı.***Düşünün:G.Saray, transferin ilk hamlesini Milano’da Inter Başkanı Moratti ile öğle yemeği yiyerek yaptı.Onların Milano’da bulunduğunu duyan Milan’ın CEO’su Galiani de G.Saraylılar’la ayrıca görüştü.G.Saray, Sneijder transferini gerçekleştiremese bile Avrupa’nın firma kulüpleriyle görüşecek, onlarla ciddi manada pazarlık edecek boyuta getirdi kendini.Sneijder’ı “normal” bir transfer olarak görmek çok yanlış olur bence...Sneijder sayesinde dünya medyasında çıkan G.Saray haberlerinin değerini sıradan bir PR şirketine hesaplatsanız, bu transferin G.Saray’a ve dolayısıyla Katar’a benzetilen Türk futboluna yaptığı muazzam katkıyı hemen kavrayabilirsiniz.Sneijder 29 yaşında...Türkiye’ye gelen diğer yıldızlara gore daha genç ve önün de daha uzun yıllar var… Onun Türkiye’ye gelmesi, başka yıldızların da bizim ligimizi seçmesini sağlayacak.Nitekim Drogba ve Toure’ye kadar uzanan transfer listesi de bunun kanıtı.Reklam ve imaj hakları, piyasaya çıkarılacak formalar, tribune çekilecek seyirci, Avrupa ve Türkiye’de yaratacağı sempati olarak bakarsak Sneijder transferine; Aysal harcadığı parayı fersah fersah çıkaracak gibi gözüküyor.***G.Saray’ı yeniden dünya markası haline getirmek isteyen Ünal Aysal yaptığı bu transferlerle FatihTerim’e de bir mesaj veriyor sanırım:- Senin istediğin oyuncuları aldım ama futbol olarak karşılığını göremedim... Bu sefer benim istediğim yıldızları aldım, haydi artık bunları oynat ve bana hem Türkiye’de hem Avrupa’da başarı kazandır...Ama bol çilekli pastadan Aysal’ın beklediği sadece şampiyonluk değil:Herkese parmak ısırtacak derecede bir futbol ve Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalden ötesi.Aysal futbol dünyasının otobanına girdi şu anda...Bana önümüzdeki günlerde futbolda çok heyecanlı günler olacakmış gibi geliyor…Umarım bu heyecanın faturası Fatih Terim’e çıkmaz…
Bunu söylediğimde çoğu arkadaşım direnir, kabul etmez.Beni aldırmaz olmakla suçlarlar hatta...“Karşınızda duranı en gizlisine kadar anlamak vahşiliktir” derim.“Kimse o kadar anlaşılmak istemez aslında” diye düşünürüm.Onlar sevgililerinin kendilerini anlamadığını söyleyip yakındıklarında, ağladıklarında, canları çok yandığında, onları teselli etmek için bunları söylerim ama kızarlar bana...“Anlamak ve anlaşılmak önemlidir” derler.Bense bir türlü anlamam bu tuhaf isteği...Ben ne o kadar anlaşılmak, ne de o kadar anlamak isterim.Hayatın çekiciliğinin sırlarına borçlu olduğunu düşünürüm.Merak ederim tabii karşımdakini.Ama onu, ruhunu çırılçıplak bırakarak en saklısına kadar anlamak istemem.Sırların sır olarak kalması oyunu güçlendirir çünkü...Herkes küçük ya da büyük, önemli ya da önemsiz bir sırdır başkası için...Sonuna kadar anlaşılmak ya da anlamak ise oyunu bozar.“Beni anlamıyor” sitemi bana her zaman biraz yapay bir sitem gibi gelir.Bizi anlamasını istemeyiz aslında.Bize anlayış göstermesini isteriz.Kabalıklarımızı, küçük yalanlarımızı, tembelliğimizi, oyunlarımızı, sahtekârlıklarımızı anlayışla karşılasın.“Beni anlasın” derken gerçekten bütün kusurlarımızı görüp anlamasını mı istiyoruz?Hiç sanmıyorum.Hiç birimiz o kadar da anlaşılmak istemeyiz.Ben de sevmem o kadar anlaşılmayı...Hatta bir ilişkide biri bana “Seni anlıyorum” derse korkarım.Neyi anlıyor ya da neyi anladığını sanıyor diye.Sorarım arkadaşlarıma:“Göstermek istediğinizden daha fazla görülmek, anlatmak istediğinizden daha fazla anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?”Dürüst olanlar kahkaha atarlar:“Tabii ki hayır, beni benim istediğim kadar anlasın.”Her yerinizi saklarken birbirinizden, hiçbir şey gizlemiyormuş gibi davranmak, anlaşılmak istemek ikiyüzlülük gibi gelir bazen bana.Bunu söylediğimde de kızar arkadaşlarım.Ben de onlarla dalga geçerim, “Bak, anlıyorum seni, niye kızıyorsun ki” derim.Gülmeye başlarız ve o önemli soru gelir kahkahaların ardından...Gerçekten her şeyi saklarken birbirimizden niye bir de anlaşılamıyoruz diye yakınıyoruz?Çünkü asıl yakındığımız şeyi açıkça söyleyemiyoruz.“Benim kusurlarımı, eksikliklerimi anlayışla karşıla, onları görmezden gel” diyemiyoruz.Görmesini değil, görmezden gelmesini isteriz.“Beni anlamıyor” derken, “Benim kusurlarımı görmezden gelmiyor” demek isteriz.Sırlarımızdan vazgeçmek değil niyetimiz.Bütün o sırların ve onların nedenlerinin anlaşılması değil.Tam aksine...Onların görülmemesi, görülenlerin anlayışla karşılanması, sorgulanmaması.Belki de ilişkileri en mahveden nokta burası, dürüstlüğü kutsarken hiçbirimizin gerçekten dürüst olamaması...Oysa o kadar doğal, o kadar içten, o kadar dürüst olmadığımızı söylesek birbirimize, belki de çok daha fazla “anlayış gösteririz” birbirimize...Öyle değil mi?Birini en saklısına kadar anlamak, bilmek sarsar insanı...En sonuna kadar bilinmek ürkütür...İstemeyiz onu hiçbirimiz.Bizi öyle anlayan biri olsa belki kaçarız.Zaten onun için “Beni anla” derken aslında “Beni sakın anlama ama anlayış göster” demeye uğraşırız.
Ne çok insan öldü bu aralar… İçimi yakan her ölümle, ölümü daha fazla düşünür oldum ben de.Ölümü her düşündüğümde hayatı da düşünüyorum.Ölümü düşündüğüm kadar, sonu ölüme varacak bu hayatı nasıl yaşadığımızı da düşünüyorum sonra.Kendim gibi olmadan ölmek istemem doğrusu.İnsanın kendisi gibi olması, kendisi gibi yaşaması zor…Sanki hayatın çözülmesi en zor sırrı bu…Ne kadar uğraşsan da ne kadar bilsen de kendin gibi olamıyorsun…Kendin gibi olmadan ölme fikri, kötü geliyor bana.Ölmekten bile kötü…Ne çıkarsa içinden…Tüm kiri pasıyla, tüm kaygılı, ümitsiz yanlarıyla, tüm beceriksiz, yetersiz taraflarıyla kendin olmak…Bu toprakların, belki de dünya üzerindeki tüm toprakların ama en fazla bizim buraların en büyük lüksü bu.Belki de en büyük sorunumuzun gerçek duygularımızı, gerçek düşüncelerimizi söyleyememek, gerçekten istediklerimizi yaşayamamak olduğunu düşünüyorum ben.Özgürce istediklerimizi söylemenin ağır bir cezası olacağını düşünüyoruz sanırım.O yüzden kendimiz olmaktan korkuyoruz.Bu ülkede kimsenin gerçekten istediği gibi yaşayamadığı fikrine kapılıyorum bazen.Sanki hiçbirimiz kendimiz gibi değiliz…Sonra da ölüyoruz.Bazen öldüğümüzü bilmeden ölüyoruz…***Bu anlatacağım gerçek bir hikâye…Belki daha önce anlattım size…Afrika’da ava çıkan bir grup avcı diz boyu otların arasından dört ayak yürüyerek bir zebra sürüsüne yaklaşır.Zebralar birilerinin geldiğini fark eder ama bakarlar aslana benzemiyor gelen, rahatlarını bozmazlar.Avcılar zebralar arasından iri bir erkek zebrayı seçer ve avcılardan daha acemi olan nişan alıp ateş eder.Daha usta olan avcı, merminin ete değdiğini duyar ama kafalarını kaldırıp baktıklarında bütün zebraların aralarında o iri erkek zebra da bulunan bütün grubun kaçıştığını görürler.Usta avcı yaralı olduğunu düşündüğü erkek zebrayı vurmak için tüfeğini doğrultur…Afrikalı iz sürücü “ateş etme”diye bağırır.“Ateş etme, zebra öldü ama öldüğünü bilmiyor.”Avcılar gerçekten biraz daha ilerledikten sonar zebranın ölüsünü bulurlar.Afrikalı anlatır “kurşun kemiğe çarpsa hayvan olduğu yere yıkılır, ciğerine girse hemen kan kaybedeceğinden koşamaz ama sizin arkadaşın attığı kurşun kaburgaların arasından girip kalbini delerek geçti…Hayvan ne olduğunu anlamadı. Koşmaya devam etti…Kurşunu yediğinde ölmüştü ama fark etmedi.”***Bu hikâyeyi bizim hayatlarımıza benzetiyorum.Sanki vurulup öldük ama bunun farkına varmadan yaşamaya devam ediyoruz.Tek fark, seçtiğimiz hayatlarla kurşunu başkası değil biz sıkıyoruz kendimize.Kendini vuran zebrayız biz.Her kendimiz olmaktan vazgeçtiğimizde ölüyoruz, öldüğümüzü bilmeden…Vuruluyoruz.Zebranın vurulduktan sonra koşması gibi, nefes almaya yaşamak diyoruz ezberden…***Bazen kimim acaba diye merak ediyorum.Ben kimim acaba…O kim?Öbürü kim?Göründüğümüz insanlar mıyız?Yoksa yaşamak istediğimiz hayatlardan vazgeçerek o hayatları öldürüyor muyuz?Yürüyen ölüler miyiz?Yaşadığını zannederken aslında öldüğünü bilmediğini düşünmek canımı acıtıyor benim.