Bu aralar çok sevdiğim seyler okuyorum… Okuyanus Yayınları’ndan çıkan Ralph Waldo Emerson’un İnsanın Görkemi kitabı çok etkiledi beni mesela.Amerikalı düşünür-şair-yazarın Türkçe’de ilk defa yayınlanan denemeleri… Ve aslında rahip…Çekici bir karışım değil mi, daha en baştan.***1882’de öldüğünü düşünürsek, Türklerin kendi dillerinde Emerson’u keşifleri bayağı gecikmiş.Kitabı okuyunca bu gecikmenin neye mal olduğunu çok iyi anlıyor insan…Hayatı ve insanı ve doğayı ve Tanrıyı o kadar merak etmememize rağmen hala keşfedemedik biz…Bütün çırpınışlarımız da bu yüzden belki de…Emerson’un denemeleri içinizi rahatlatacak…Cümleleri sizi yatıştıracak…***Esra Yalazan’ın Zaman’ın Kitap ekinde Emerson’la ilgili yazdığı yazıyı da çok sevdim. “Emerson’un Türkçe’de ilk kez yayımlanan denemelerinden oluşan ‘İnsanın Görkemi’ni okumaya başladığımda doğrusu edebi hazzı bu kadar yüksek ve aynı ölçüde incelikli metinlerle karşılaşacağımı ummuyordum. Daha evvel birkaç şiirini bildiğim yazarla ilk kez gerçekten tanışmış olmanın sevinciyle sayfaları çevirirken Amerikan edebiyatına, şiirine neden ilham vermiş olabileceğini de keşfettim.Peki aralarında Walt Whitman, Emily Dickinson, Wallace Stevens, Robert Frost gibi şairleri derinden etkilerken Nietzsche, William James gibi farklı ekollerden gelen felsefecileri neden heyecanladırmıştı?Netice itibarıyla ahlaki idealizmi, kavramları, tabiatı, sanatı, dini kendi ilkeleri ve inancıyla anlatan, 19.yy Amerika’sında yaşamış bir rahipten söz ediyoruz.Kitabın son denemesi, Harvard’da yaptığı ‘İlahiyat Fakültesi Söylevi’ döneminde oldukça tartışılmış.Sezgilerin başkalarından devralınamayacağına inanan Emerson ‘Gerçek inancın sınavı, elbette, ruhu cezbetmesi ve buyruğu altına alması, kudretle ilintili olmalıdır, nasıl doğa kanunları insanın elinin hareketlerini idare ediyorsa, inanç da öyle buyurgan olmalıdır ki ona itaat etmekten zevk ve şeref duyalım. İman, gündoğumunun ve batımının ışığı, gökyüzünde uçuşan bulut, cıvıldayan kuş ve çiçeklerin kokusuyla hemhal olmalıdır.’’’Ve diyor ki Emerson ‘İnsan Tanrıyla bir olduğunda yalvarmaz… Özel bir gayeye ulaşmak için dua etmek hırsızlık ve alçaklıktır… Bir başka sahte dua türü de pişmanlıklarımızdır… İnsanların duaları iradenin hastalığı ise inançları da zihinlerin bir hastalığıdır…’***Tanrı fikri hem felsefecilerin hem de edebiyatcıların ilgisini çekiyor kaçınılmaz olarak . Tıpkı bizim çektiği gibi…Tanrı fikrine sahip herkesin Tanrı’ya sormak istediği sorular var.Ahmet Altan da beni çok sarsan yeni romanı Son Oyun’da o soruları Tanrı’ya sorarken bütün kaderimizi sorgulamış, bütün hayatımızı, yaşadıklarımızı, günahlarımızı...Bazılarını bizim de düşündüğümüz, bazılarını hiç düşünmediğimiz, bazılarını sormaya cesaret edemeyeceğimiz sorular bunlar. Ve gerçekten çarpıcı olan o, kaçınılmaz soruyu da soruyor Ahmet Altan , günahlarımızdan kimin sorumlu olduğunu…“Bunca günahı yaratıp da masum kalabilmek ne muhteşem bir yetenek.Tanrım, sen bunun için mi büyüksün?Yarattığın günahlar arasında masum kalabildiğin için mi?”***Ve, biz masum kalamıyorsak bu kimin suçu?Masumiyetimizden ve günahkarlığımızdan kim sorumlu?Herşey Tanrının ‘yazdığı’ gibiyse…Kim gerçekten?
Duygularımız değişiyor mu sizce?Değişen duygulara göre mi hayatımızın rotasını değişik biçimlerde çiziyoruz… Yoksa duygularımız hiç değişmiyor ve biz kafesindeki küçük bir sincap gibi hep aynı çemberi mi döndürüyoruz?Pek çok sey değişiyor ama yeniden her defasında hayatlarımızı aynı şekide kuruyoruz genellikle.Sizce de öyle değil mi?Düşüncelerimiz değişiyor…Değişen düşüncelerimiz dekoru değiştiriyor…Kişiyi değiştiriyor…Hikayeyi değiştiriyor…Ama ‘oyun’ hep aynı kalıyor…***Sizce her seferinde farklı mı yaratıyoruz biz hayatımızı?Hiç sanmıyorum.Düşüncelerimiz değişiyor ama yaradılışımızda varolan içgüdülerimiz gibi duygularımız da hemen hemen hiç değişmeden devam ediyor.Ve bizler hayatlarımızı değişmeyen duygularımızla yönlendiriyoruz.Oyunu hep aynı duygularla oynuyoruz.Aşkın her yerde aşk olması…İktidar hırsının her yerde iktidar hırsı olması…Yarışma arzusunun, yenme istediğinin, sahip olma tutukusun hep aynı olması bu yüzden işte.Yaradılışımızdaki içgülerimiz, o içgüdülerimizin biçimlendirdiği duygularımız düşüncelerimizle değişmiyor çünkü.***Psikeart dergisi Mart Nisan sayısında bağlanma duygusunu kapak yapmış…Bağlanma nedir?Bir kadınla bir erkek arasında nasıl yaşanır?Hepimiz aynı mı bağlanıyoruz?Yakınımızdaki kişilere duyduğumuz bağlılık gerçek bir sevgiyi mi gösteriyor?Dergiyi merakla okurken, içgüdülerimizin bizi nasıl yönettiğini gördüm…Düşüncelerimizin hayatımızı yönetmekteki yetersizliğini…Hepimizin hayatımızı nasıl duygularımızla kurduğumuzu…Bir fark varsa eğer aramızda, o tek farkın, hepimizin farklı biçimlerde bağlandığını…Farklı sevdiğini, farklı korktuğunu…Ama hepimizin aynı olduğunu…***Belki kendi aramızda kadınlar ve erkekler diye ikiye ayrılıyoruz.“Kadınları sevgi, erkekleri korku yönetir” diyebiliyoruz belki istersek…“Kadınlar çoğalmak için, erkekler eksilmemek için uğraşıyor” diyebiliyoruz belki…Belki, “kadın kendi hayatını sevgiye ulaşabilmek için, erkek korktuğundan kaçabilmek için kuruyor” diyebiliyoruz…“Kadınlar sevgiyle vahşileşebiliyor, erkekler korkuyla çocuksulaşabiliyor” diyebiliyoruz istersek.Ama sahip olduğumuz duygular hep aynı kalıyor.***Bir kadın farklı farklı erkekleri aynı biçimde seviyor, bir erkek farklı farklı kadınlara aynı biçimde aşık oluyor.Aynı kıskançlıkları, aynı sevinçleri, aynı kızgınlıkları farklı farklı insanlarla ama hep aynı biçimde yaşıyoruz.Bazen bir insan on defa dünyaya gelse, on defa yaşasa hepsini de aynı yaşar gibi geliyor bana.Düşüncelerimiz yaşarken biçimlense de dugularımız sanki doğuştan belirleniyor.Kafesteki küçük sincap gibi aynı çemberi döndürüp duruyoruz.Duygularımız kaderimiz, düşüncelerimiz ise irademiz belki de.İkisinin çarpışıp durmasına da hayat diyoruz işte…
Geçen gün Kerem’le (Altan), başbaşa çok güzel, çok sakin bir öğleden sonra geçirdik.Bana hayvanları anlattı uzun uzun.Köpeği Cuma’nın maceralarını ve belgesellerde seyrettiği hayvanları.Ve o alaycı tebessümüyle, ‘ insanlar mükemmel insan diye birşeyin peşinde koşuyor ya, mükemmel diye birşey varsa, mükemmel insan hayvandır’ dedi.***Doğadaki o tekdüze ama mükemmel düzeni söylüyordu…Her hayvanın kendisine verilen role hiç sorgusuz uymasını, doğanın ritmini asla aksatmamasını…Tek tek mükemmel olmaları önemli değildi, bir parçası oldukları düzen mükemmeldi.Bir mükemmelliğin parçası olmayı içgüdüleriyle benimsemeleri onları da mükemmel yapıyordu.İnsanlar onlar kadar mükemmel olamıyordu ne yazık ki.Çünkü insanlar sadece içgüdüleriyle davranmıyorlardı.Akılları vardı, düşünceleri vardı, duyguları vardı, ihtirasları vardı ve doğanın işleyişindeki tekdüze mükemmelliğin parçası olmalarına engeldi bütün bunlar.***Aslında insanlar, doğaya bir şeyler katabilecek yetenektiydi.Bunun bedeli de doğanın mükemmelliğinden kopmak, çeşitli zaaflara ve hastalıklara sahip olmaktı…Üzerine kitaplar yazılacak bir çelişki değil mi?İnsanların hem doğanın bir parçası olmak, hem de o doğayı değiştirmek istemek gibi garip bir rolleri var yeryüzünde… Parçası oldukları doğayı değiştirip geliştirdiklerinde, aslında parçası oldukları bir düzeni de bozmuş oluyorlar…Parçası oldukları düzen bozulduğunda da kendileri de bozuluyor kaçınılmaz olarak.Mükemmellik bozuluyor.Zaaflar, acılar, ihtiraslar çıkıyor ortaya.***“Hayvanlar kadar mükemmel olsaydık doğa hiç değişmezdi, biz de hala mağaralarda yaşardık” dedim Kerem’e.“Doğru” dedi Kerem, “belki mağaralarda yaşardık ama akıl hastaneleri, hapishaneler, kışlalar da olmazdı.”Mağaralardan çıkmanın, doğaya hükmetmenin getirdiği bedeldi bu herhalde.Biz doğayı değiştiriyorduk, karşılığında da acı çekiyorduk.Garip bir alışverişti bu doğrusu.***Ya mağaralarda kalıp, sadece içgülerinle yaşayarak bir “içgüdüler imparatorluğu” olan doğanın parçası olmayı kabullenmek ya da o doğaya hükmetmek, onu geliştirmek ama mükemmellikten uzaklaşmak ve bunun bedelini çeşitli bozulmalarla ödemek.“Bu herhalde bir geçiş dönemi olmalı” dedim, “insanlar herhalde yeni bir mükemmelliğe ulaşacaklar.”“Ama yol çok uzun ve çok acılı” dedi Kerem.“Bu bedeli daha hafifletmenin de bir yolunu aramalıydı insanlık.”“Arıyor ama bulamıyor” dedim.“Bulana kadar da dünyada sadece hayvanlar mükemmel olacak işte” dedi.Hayatın mükemmel olmadığında ama mükemmelliği aramanın da çok eğlenceli bir yanı olduğunda fikir birliğine vardık sonunda.Doğa mükemmeldi…Ama insanlar da bütün acılarına rağmen sürprizli ve eğlenceliydi…Kerem ‘bence mükemmel insan hayvandır’ dedi gülerek tekrar…Ve yeniden konuşmaya başladık…Sakin ve huzurlu bir öğleden sonraydı…
Barışa yakın olduğumuz şu günlerde düşünmeden edemiyorum, barışmak gerçekten ne demek diye.Nedir barış?İnsanların insanlarla insan gibi yaşayabilmesi sanırım.Kürt barışı gibi tarihi bir olayı bir kenara bırakıp sadece kendi küçük hayatlarımızda biz ne kadar barış severiz diye bir bakarsak, çok şaşırırız herhalde...Kimsenin kimseye tahammülünün olmadığı, birbirimizle düşmanlıklar üstünden ilişki kurduğumuz, negatif bir dilin çok yaygın kullanıldığı, kimsenin kimseyi beğenmediği hayatlar içinde, en sevdiklerimizi bile affedemezken toplumca barış yapıyoruz.Silahların bırakılması ve kanın durması için gerekli olan barışın yıllardır peşindeyiz ama birbirimizle duygusal anlamda da barış yapmaya ihtiyacımız olduğunu düşünürsek, kendimize pek güvenim yok benim. Zekanın öpmediği, yaratıcılığın aydınlatmadığı, duyguların korkusuzca yaşanmadığı, düşüncelerin büyümediği, ruhsal isyanların bastırıldığı bir hayattan geliyoruz hepimiz.Siz bir hayat dükkanına girseniz, üzerinde bunlar yazan bir hayatı alır mısınız?Biz hiçbirşeyin beğenilmediği, herşeyin küçümsendiği, kimsenin kimsedeki farklılığı hoş karşılamadığı topraklarda yaşıyoruz.Mutlu olmak ya da bunu hissetmek bizler için çok zor bu duygu dünyasıyla.O yüzden hepimizin sığınağı mutsuzluklarımız.Bizler, mutsuzluklar olmasa mutlu olamayacak insanlarız.Hiçbirimizin enerjisi gerçekten mutlu olmaya yetmiyor sanki…Çünkü herşeyi küçümsüyoruz… Kendimizi bile.Bunun intikamını da başkalarını küçümseyerek alıyoruz hayattan... O yüzden barışmakta o kadar zorlanıyoruz.O yüzden düşmanız kendimize...Kendi yaptığımız herşeyi başkası yaptığında lanetleyerek mutlu olmaya çalışıyoruz.Şolohov ünlü romanında bu duygu halini çok iyi anlatır.Bizim buralar için neredeyse çok sıradan ve sıkıcı bir hikaye bile olabilir aslında…Çünkü hepimiz o kadar öyleyiz ki…Bu hikayeyi hemen sevemeyebiliriz.***Savaş zamanı çok az erkek vardır köyde… Sehvet şeytanı dolaşır köyün içinde…Ama gündüz vakti herkes tanımamazlıktan gelir onu…Geceleri ise, gizli gizli erkekler girer yalnız kadınların evlerine…Herkes bilir ne olduğunu ama hep birlikte görmezlikten gelirler.Yalnızca genç bir delikanlıyla evli bir kadın açıkca yaşarlar yasadıklarını…Ve bütün köy onlara düşman olur, yaptıklarını ahlaksızca bulur, suçlarlar onları.Kendileri de aynı şeyi yaparlar ama o ikisine kızarlar.Solohov der ki ‘çünkü sadece o ikisi açıkca yapıyordu yapacaklarını.’***Bizler de Şolohov’un köylüleri gibiyiz.Duygularını açıkça yaşayanlara, düşüncelerini açıkça söyleyenlere düşmanız.Barışmıyoruz onlarla.Korkarım bu toplumun, dürüstlükle, açılıkla, gerçek duygularla barışması, Kürtlerle Türklerin barışmasından da zor olacak.Yıllarca küçük ve dünyaya kapalı bir köy gibi yaşamanın sonuçları belki de bunlar.Dürüstçeyi yaşamayı günah ve ayıp gören ortak bir köylülük.Böyle sığ bir köylülüğün “tek hayat biçimi” olarak kabul edilmesinin istendiği bir dönemde “büyük barışı” yaşamaya hazırlanıyoruz şimdi.O barış umarım olur.Ama biz kendimizle, gerçeklerimizle, duygularımızla nasıl barışacağız, duyguları, arzuları, mutluluğu ayıp sayan bir köylülükten nasıl kurtulacağız?Biz bu çağla nasıl barışacağız?Öyle çok düşmanlıklarla kuşatmışız ki kendimizi yapmamız gereken çok barış var.Galiba en zoru da, kendimizle barışmak olacak…
Gençlik umursamazlığı…Bu duyguyu bilir misiniz?Bilirsiniz tabii…Özlersiniz değil mi onu?Ben özlerim.Gençlik umursamazlığım, onun içinden taşan dikbaşlılığım, cesaretim.Kadınlara da erkeklere de bu gençlik umursamazlığının çok yakıştığını düşünürüm ben… Sanki her insanda bu gençlik umursamazlığından olmalı… O cesaretten, o dikbaşlılıktan…*** Ama çoğumuzda o sevdiğimiz umursamazlık kalmıyor. Hayat, kadınları da erkekleri de korkutuyor.Nedense, Nazım Hikmet’in ‘hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim, yolda mağrur uzanan gölgesini çiğnedim’ dediği gibi, erkeklerin hıncını mağrur gölgemizi ezerek almak isteyecekleri kadar dikbaşlı olamıyor artık kadınlar… Erkeklerde ise o bıçkın dikbaşlılık çabuk kayboluyor, daha “güçlü”, daha “zengin” olabilmek için boyun eğmeye razı oluyorlar.Asilik kalmıyor ruhlarında.*** Evden kaçtıktan sonra, hafif utangaç ve tedirgin halde geri dönmüş yaramaz çocuk gibi hava dışarda…Güneşsiz ama aydınlık.Kadınları, erkekleri, duyguları, hayatı, sizi beni düşünüyorum.Hepimiz değişiyoruz…Ama duygular hiç değişmiyor…Eskiden de kadınlarla erkekler birbirlerini sevince ‘yalnız benim olsun, benimle eğlensin, başkasıyla gülmesin’ diyorlardı…Şimdi de öyle…Eskiden de insanlar sevdikleri kendisiyle yeterince ilgilenmediğinde yağan yağmurdan, açan güneşten nefret edip ağlıyorlardı…Şimdi de öyle…Binlerce yıl önce de kadınlarla erkekler birbirlerine hayatı zindan edebiliyorlardı…Şimdi de ediyorlar… Eskiden de insanlar aşkı kıskançlıklarıyla kuşkularıyla lekeleyip bozuyorlardı…Şimdi de öyle…Değişimin değiştiremediği tek şey duygular sanırım bu hayatta… Neden her şey değişiyor da duygular değişmiyor acaba?Neden hep aynı kalıyor?*** Duygular aynı ama onları ortaya koyuş biçimlerimiz farklılaşıyor giderek.Gençliğin umursamazlığı içinde duygular çok daha sahici çıkıyor ortaya.Belki daha çıplak.Daha yırtıcı ama daha masum.Yüzlerce yıl önce de öyleydi, şimdi de öyle oluyor. Gençler yaşlanıp bükülüyor ama gençlik hep genç kalıyor.İnsanların o gençlik umursamazlığını yaşlılıklarında taşımaya güçleri yetmiyor ama Allah’tan gençliği, gençlerin o umursamazlığını ortadan kaldırmaya da güçleri yetmiyor.Hangi filmde olduğunu unuttum ama gençlikle ilgili aklımdan hiç çıkmayan duyduğum en iyi yaşlı söylenmesiydi ‘gençlik gençlerin eline zayi oluyor’*** Yaşlandıkça, duygularını evcilleştirmeye, boyun eğmeye, çıkar hesapları yapmaya “akıllılık” deniyor.Gençlerin kanının “deli” olduğu da onun için söyleniyor herhalde.Yaşlıların aklıyla gençlerin umursamaz sahiciliği bir araya gelmez mi, diye dertlenmeden edemiyorum… Birkaç istisna dışında eskiden de gelmiyordu, şimdi de gelmiyor.*** Belki de insanlar sanatı, özellikle de şiiri bunun için keşfettiler.Aklı, umursamazlığı, sahiciliği, masumiyeti, “deliliği” bir arada var edebilmek için. Var edebiliyorlar da. Şiirde bunların hepsi var. Hep aynı soru dolaşıyor aklımda, kaçımızın hayatı bir şiire benziyor?Kaçımız bir şiire benziyoruz?Şiire benzemeyen bir hayat sanırım hiçbir şeye de benzemiyor.Buruşuk bir kağıda yazılmış sıkıcı bir metin oluyor yalnızca.
'Zamanı anlamak için çiçeklere bak.’Annem söyler bunu.“Mevsimlere bakma, çiçeklere bak zamanı anlamak için.”O yüzden ben erken açan manolyaya kanıyorum yine bu bahar.Ve dilimde François Villon’un o unutulmaz dizesi.Kelebeğin Rüyası şaiirleri hazır hayatımıza sokmuşken ben de yeniden François Villon’u hatırlıyorum çiçeklerin açtığı bu bahar...***15. yüzyılda yaşamış bir Fransız şair.Ama büyük bir şair.Eleştirmenlerin çoğu modern şiir çağını Villon’un başlattığını söylüyor.Fakir bir ailenin çocuğu olan François’yı bir papaz büyütüp okutmuş.Büyürken serserilerle soygunlara karışan Villon bir taraftan da en iyi şiirlerini yazmaya başlamış.Bir yandan yağmalara, soygunlara karışıyor bir yandan hanlarda, meyhanelerde şiirler okuyormuş.Anlaşılması zor, hem ürkütücü, hem çekici bir karanlıkla kaplı hayatı.***Belki de o insanların bu çelişkileri yüzünden biyografilerini okumaktan hoşlanıyorum ben.Başka hayatlarda dolanmayaseviyorum.Başka hayatların karanlığından ışığına, ışığından karanlığına geçmeye, gölgelerinin arasında kaybolmayabayılıyorum.Bir ara hapise girmiş Villon, o karanlığı yüzünden…Sonra XI. Louis’nin tahta geçmesiyle ilân edilen genel afla çıkmış.Ve yeniden eski hayatına dönmüş, yağma, kavga, soygun ve güzel şiirler...İki yıl sonra handa çıkan bir kavgada, bir adamı öldürmüş.İdama mahkûm olmuş.O sıralar 32 yaşındaymış.Şiirleri göz önünde bulundurularak cezası sürgüne çevrilmiş.Ve ortadan kaybolmuş.***Bu kadar karanlık, belalı bir hayatın içinde bu kadar güzel şiirleri yazmasını nasıl becerdiğini kimse anlayamamış. “Gözyaşlarıyla gülen bir şairdi” derlermiş onun için.Ölümle hayatın birleştiği incecik çizginin üzerinde korkusuzca dolaşırken şiir yazmayı hiç bırakmamış François Villon.Ve o ümidini.Babamdan bana yadigar Villon’un en o müthiş dizesi, “Meyveler çiçeklerin umdurduğundan da güzel.”***Çiçekler bize aldırmadan ama bizi umutlandırarak açıyor...Ben çiçekleri hayatımın iki önemli kadınından öğrendim…Annemden ve babaannemden…Ben daha kendi adımı yazmayı bilmezken menekşeleri tanırdım babaannemin gözünden.Pencerenin pervazında dizili küçük saksılar…Fulyalardan sonra açar menekşeler… Çiçeklerin en kaprislisidir bana sorsanız..Koyu mor yaprakları kibirlidir biraz.Yaldız sarardı babaannem bodur saplarına onların.Esrarengiz bir halleri vardır.Tutsak düştüğü halde başını hep dik tutan bir kraliçe gibi…Tam aşk çiçekleri değildir ama annemin zamanında sevgililer birbirlerine menekşe verirlermiş.***Zaman çiçeklerle geçiyor...Yakında erguvanlar açaçacak…Yine bahar geldi…Hayatı şairlerden ve çiçeklerdenöğrenmenin en güzel zamanı.Günler uzuyor artık...
Pazartesi günü, Prof. Ergun Özbudun’un NeşeDüzel’le yaptığı röportajı heyecanla okudum. Benim cevabını aradığım sorulara gerçek bir hukukçunun verdiği cevaplar vardı orada.Ama sadece röportaj değil hayat da o gün cevaplar verdi akla takılan sorulara.‘Özgürlük ve demokrasi olmadan barış olur mu’ demiştim… En ünlü yazarlarımızdan birinin işsiz kaldığı haberi geldi.Bu son gelişme “yazarlarına tahammül edemeyen bir hükümet Kürtlere hakkını nasıl verecek”sorusunu da ekledi hayatımıza.***Peki, demokrasisiz barış olacağına inananlar buna nasıl inanıyor?Niye bazılarımız her şeyin ‘iyi’ olduğuna bütün varlığıyla inanmış vaziyette?Çünkü buna inanmak mecburi.Her şeyin mükemmel olduğuna inanmadın mı işsiz kalıyorsun.Demokrasiyle ilgili kuşkuları bulunanlar, siyasi iktidarın baskıcı yöntemlerini eleştirenler derhal susturuluyor.Yazabilmek için siyasi iktidarın her lafına inanacaksın, sorgulamayacaksın, eleştirmeyeceksin.***Prof. Ergun Özbudun, tüm sorunları açıkçca ortaya koyan berrak bir anlatımla, yok sayılan gerçekleri bize gösteriyor.İşte bir okuyuşta bile akla kazınacak cümleler: ‘AKP’nin anayasa önerisi mevcut demokrasiyi geriletir.’‘Başkanlık sisteminin Kürtlere hiçbir yararı olmayacak.’‘Türkiye’de demokrasinin kalitesi başkanlık sistemi yüzünden zarar görebilir.’‘AK Parti’nin teklifinde olan başkana tanınan parlamentoyu fesih hakkı, bu başkanlık sisteminin ruhuna aykırı.’ ‘Başkana kanun gücünde kararnamelerle ülkeyi yönetme imkânı veriliyor. Bu tasavvur edilemeyecek bir durumdur.’***Prof Özbudun, bütün medyanın sorgusuz sualsiz inanmayı tercih ettiği, inanmaya mecbur olduğu bütün yalanların ardındaki gerçekleri ortaya çıkarıyor Düzel’le yaptığı konuşmada.‘AK Parti’nin kuvvetler ayrılığına karşı çıkarken aslında önerdiği şey “güçlü yürütme, zayıf yasama”dır.’‘Bu, mutlak bir iktidardır. Çünkü başkan çok önemli yetkileri, hatta yargı organını belirleme yetkisini bile kendinde topluyor.’Ve benim de pazartesi sorduğum soruya çok net cevap veriyor Ergun Özbudun. ‘ Başkanlık ve barış birbirinin olmazsa olmaz şartı değil ki! Bu, demokrasinin zararına olur.’‘Ben şahsen barış sürecini bütün kalbimle destekliyorum. Ama bu, başka alanlarda hükümet eleştirilmeyecek demek değildir. Barış ile başkanlık arasındaki alışverişe karşı çıkabilirsiniz. Bu alışverişe karşı çıkmak barışa karşı çıkmak anlamına asla gelmez.’***Vicdanı olan herkes barışın gerçekleşmesini, silahların susmasını istiyor.Ama silah sustuktan sonra neler olacak?İşte konuşulmamasını istedikleri, barışın arkasına saklamaya çalıştıkları konu bu. Ak Parti’nin getirmeye çalıştığı korkunç sistemde neler olacağını anlamayanlara hayat çok basit bir cevap veriyor.Yazarlar bu ülkede artık yazı yazacak gazete bulamıyor.Siz hâlâ “her şeyin iyi olacağına” nasıl inanabiliyorsunuz?İnanmaya mecbursunuz…İnanmazsanız o tutkuyla bağlı olduğunuz köşelerinizi, televizyon programlarınızı kaybetmekten korkuyorsunuz çünkü.
Barış sürecini izlerken bir çok soru beliriyor aklımda.Soruları yok etmesi beklenen barış tam aksine yeni sorular yaratıyor.Anlaşılamayan, karanlıkta bırakılan ve tartışılması istenmeyen konular gittikçe çoğalıyor.Her şeyden önce, bugün barış şartının demokrasinin yok edileceği bir başkanlık sistemine bağlanmasının nedenini anlayamıyorum.Barış ve başkanlık ne zaman birbirinin vazgeçilmez parçaları haline geldi?Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıracak ve yargının denetimini “başkana” verecek bir baskı rejimi neden barış için vazgeçilmez şart?Demokrasi ve barış niye birbirinin zıddı iki kavram gibi sunuluyor?Kavrayamıyorum…***Demokrasi olmadan barış nasıl olacak?Demokrasiyi yok ederek barış yapacaksak o “barıştan” sonra insanlar nasıl özgürleşecek?Özgürleşemeyecekse o barış nasıl kalıcı hale gelecek?Özgürlük olmadan barış olur mu?Bugün özgürlüğe doğru mu gidiyoruz?Bütün yönetimin ve iktidarın tek bir adamın elinde toplanacağı bir sistemde Türk ve Kürt vatandaşlar nasıl özgür olabilecekler?Yargının denetimini siyasi iktidara verirseniz muhalifler nasıl konuşacak, nasıl eleştirecek?Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun savunduğu “başkanlık sistemine” sahip bir tek demokrasi var mı yeryüzünde?Bütün bu sorular aklımda dolaşıyor ve kimse bu soruları konuşmuyor, kimse bu soruların cevabını vermiyor.Hatta bu soruların sorulmaması isteniyor.Niye sormamamız gerekiyor?Niye susmamız gerekiyor?Neden demokrasiyi savunmamalıyız?Neden demokrasiyi ve barışı birlikte istemeyelim?***Silahlar sussun.İnsanlar artık ölmesin.Bunu sağlayan her adım herkesin ortak arzusu, bu adımdan sonra da bir daha silahlara asla ihtiyaç duyulmayacak ortak bir demokrasi kurulması için elele verilsin.Herkesin eşit ve özgür olacağı bir demokrasiyi sağlayacak bir anayasa yazılsın.Anayasa yapılmadan gerçek barış olabileceğine siz inanıyor musunuz gerçekten?Anayasa yapılırsa barış gerçek ve kalıcı olur.Ne yazık ki bugün böyle bir gelişmenin işaretleri yok ortada.Tam aksine.Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştıracak bir anayasa süreci, barış süreci ile atbaşı gidiyor.İşte ben de demokrasisisiz bir barışın nasıl olabileceğini kavrayamıyorum.Hiçkimse eşit olmayacak, hiçkimse özgür olamayacak ama barış olacak.***Sanki savaş, bu ülkede çok fazla özgürlük ve eşitlik olduğu için çıktı.Sanki otuz yıldır insanlar başkanlık sistemini getirebilemek için ölüyor.Demokrasiyi tümden yok edip başkanlık sistemini getirince mi barışa kavuşacağız.Başkalarını bilmem, ben barışı ve demokrasiyi birlikte istiyorum.Siz istediğinizden vazgeçin, ben bu ikisinden de vazgeçmem.Çünkü biri olmazsa öbürünün dekalıcı olmayacağına inanıyorum.Çok mu abartıyorum sizce?Yoksa sadece bu sessizlikte çok mu sesim çıkıyor…