Barışa yakın olduğumuz şu günlerde düşünmeden edemiyorum, barışmak gerçekten ne demek diye.
Nedir barış?
İnsanların insanlarla insan gibi yaşayabilmesi sanırım.
Kürt barışı gibi tarihi bir olayı bir kenara bırakıp sadece kendi küçük hayatlarımızda biz ne kadar barış severiz diye bir bakarsak, çok şaşırırız herhalde...
Kimsenin kimseye tahammülünün olmadığı, birbirimizle düşmanlıklar üstünden ilişki kurduğumuz, negatif bir dilin çok yaygın kullanıldığı, kimsenin kimseyi beğenmediği hayatlar içinde, en sevdiklerimizi bile affedemezken toplumca barış yapıyoruz.
Silahların bırakılması ve kanın durması için gerekli olan barışın yıllardır peşindeyiz ama birbirimizle duygusal anlamda da barış yapmaya ihtiyacımız olduğunu düşünürsek, kendimize pek güvenim yok benim.
Zekanın öpmediği, yaratıcılığın aydınlatmadığı, duyguların korkusuzca yaşanmadığı, düşüncelerin büyümediği, ruhsal isyanların bastırıldığı bir hayattan geliyoruz hepimiz.
Siz bir hayat dükkanına girseniz, üzerinde bunlar yazan bir hayatı alır mısınız?
Biz hiçbirşeyin beğenilmediği, herşeyin küçümsendiği, kimsenin kimsedeki farklılığı hoş karşılamadığı topraklarda yaşıyoruz.
Mutlu olmak ya da bunu hissetmek bizler için çok zor bu duygu dünyasıyla.
O yüzden hepimizin sığınağı mutsuzluklarımız.
Bizler, mutsuzluklar olmasa mutlu olamayacak insanlarız.
Hiçbirimizin enerjisi gerçekten mutlu olmaya yetmiyor sanki…
Çünkü herşeyi küçümsüyoruz…
Kendimizi bile.
Bunun intikamını da başkalarını küçümseyerek alıyoruz hayattan... O yüzden barışmakta o kadar zorlanıyoruz.
O yüzden düşmanız kendimize...
Kendi yaptığımız herşeyi başkası yaptığında lanetleyerek mutlu olmaya çalışıyoruz.
Şolohov ünlü romanında bu duygu halini çok iyi anlatır.
Bizim buralar için neredeyse çok sıradan ve sıkıcı bir hikaye bile olabilir aslında…
Çünkü hepimiz o kadar öyleyiz ki…
Bu hikayeyi hemen sevemeyebiliriz.
Savaş zamanı çok az erkek vardır köyde… Sehvet şeytanı dolaşır köyün içinde…
Ama gündüz vakti herkes tanımamazlıktan gelir onu…
Geceleri ise, gizli gizli erkekler girer yalnız kadınların evlerine…
Herkes bilir ne olduğunu ama hep birlikte görmezlikten gelirler.
Yalnızca genç bir delikanlıyla evli bir kadın açıkca yaşarlar yasadıklarını…
Ve bütün köy onlara düşman olur, yaptıklarını ahlaksızca bulur, suçlarlar onları.
Kendileri de aynı şeyi yaparlar ama o ikisine kızarlar.
Solohov der ki ‘çünkü sadece o ikisi açıkca yapıyordu yapacaklarını.’
Bizler de Şolohov’un köylüleri gibiyiz.
Duygularını açıkça yaşayanlara, düşüncelerini açıkça söyleyenlere düşmanız.
Barışmıyoruz onlarla.
Korkarım bu toplumun, dürüstlükle, açılıkla, gerçek duygularla barışması, Kürtlerle Türklerin barışmasından da zor olacak.
Yıllarca küçük ve dünyaya kapalı bir köy gibi yaşamanın sonuçları belki de bunlar.
Dürüstçeyi yaşamayı günah ve ayıp gören ortak bir köylülük.
Böyle sığ bir köylülüğün “tek hayat biçimi” olarak kabul edilmesinin istendiği bir dönemde “büyük barışı” yaşamaya hazırlanıyoruz şimdi.
O barış umarım olur.
Ama biz kendimizle, gerçeklerimizle, duygularımızla nasıl barışacağız, duyguları, arzuları, mutluluğu ayıp sayan bir köylülükten nasıl kurtulacağız?
Biz bu çağla nasıl barışacağız?
Öyle çok düşmanlıklarla kuşatmışız ki kendimizi yapmamız gereken çok barış var.
Galiba en zoru da, kendimizle barışmak olacak…