Geçen gün bir başka şey ararken karşıma çıktı birden bire...Xavier de Maitre’in Odamda Seyahat kitabı... Babam vermişti bana... Ona da babası vermiş okuması için.Büyük bir ihtimalle aynı kitap hatta.Fransa’nın Moskova Büyükelçisinin kardeşi olan genç aristokrat, düello yüzünden kırk iki gün ev hapsine mahkum edilir, daha önce hiç kitap yazmadığı, böyle bir şeyi de düşünmediği halde sıkıntıdan evdeki eşyalarıyla hayatını anlatır... Kısacık bir kitap yazar.O incecik kitapla Maitre, edebiyat dünyasının utulmaz klasikleri arasına girer.Kitabı tekrar okudum.Ve merak ettim, eşyalarımla anlatsam size hayatımı acaba dışarıdan gördüğünüze benzer mi diye?Ya da siz bana anlatsanız içerideki hayatınızı, dışarıdan gösterdiğiniz hayatınıza benzer mi acaba diye?***Çünkü... Eminim siz de farkındasınız...Hayatımızla başka hayatlar arasına, içeride dışarıdan bakanın özeneceği bir hayat varmış izlenimini veren yüksek, kalın ama süslü duvarlar örüyoruz genellikle.Ama bir süsleme sanatçısı gibi başkalarının dışarıdan gördüğü duvarları süsleyip,içeride kendi hayatımıza o kadar iyi bakmıyoruz...Nedense başkaları bizim hayatımızı beğensin çok istiyoruz ama kendi hayatımıza o derece önem vermiyoruz... Bana öyle geliyor yani....Ve ben kendi baktığımız o duvarları çok merak ediyorum...Duvarlarımız şeffaf olsaydı...Hepimiz birbirimizin nasıl yaşadığını, nasıl odalarda oturduğunu görseydik...Nasıl bir hayatımız olurdu acaba?***Acaba eşyalarımız, başkaları da bizimle beraber onlara baktıklarında değişik bir anlam ve görüntü alırlar mıydı bizim için?Sanırım bunu anlayabilmek için bugün kendi odama sizinle birlikte bakmak istedim.Sessiz ve sakin bir odam var benim.Duvarlarında kitaplar, her biri başka macera anlatan, her birinin yazılması ayrı bir macera olan kimisi eski,kimisi yeni kitaplar.Ortaya saçılmış kağıtlar, sesi neredeyse hiç kesilmeyen kısık bir müzik, masanın üzerinde soldukça tazelenen çiçekler... Fotoğraflar... Duvarda tablolar...Kütüphanenin kenarında Leyla’nın yaptığı resimler... Yerde Leyla’nın oyuncakları.Geniş pencerelerden içeri ışık giriyor...Balkonun kenarında yeni ekilmiş çiçekler hala toprak kokuyor.Bu odadaki her eşyanın bir hikayesi, benim hayatımda bir yeri, bir anlamı var.***Sizin için sıradan bir koltuk, benim içinse kızımın ilk söylediği kelimeyi duyduğum yer, sizin için sıradan bir masa, benim içinse, benim ve başka insanların harflere dönüştüğü bir simya laboratuvarı, sizin için sıradan bir kütüphane, benim içinse yeni bir hayatı kurarken aldığım ilk eşya...Oysa biz başkaları beğensin diye masalar başkaları hayranlık duysun diye koltuklar alıyoruz...Biliyor musunuz, duvarları kaldırmanın, insanın yaşadığı yeri göstermesinin önemli bir yararı varmış, size bunları yazarken o eşyaların değerini, o eşyalarla oluşan kendi sıradan hayatımın kıymetini daha iyi görüyorum sanki.Eşyaların her biri bir anlam kazanıyor, kendi macerasıyla hayatıma yeniden bir derinlik katıyor.Sizin sayenizde odamda seyahate çıkıyorum...Bütün o sıradan gözüken eşyalar şimdi bana koca bir hayat gibi gözüküyor.Sanırım kendi duvarlarımızı süslemenin zamanı geldi artık...Dışarıdan nasıl gözükürlerse gözüksünler...
1 Mayıs görüntülerini izlediniz değil mi? Olayları takip ettiniz.Kiminiz belki de biber gazının tam ortasında kaldınız, kiminiz bir sevdiğiniz için endişelendiniz bütün gün, kiminiz maç seyreder gibi taraf tuttunuz, kiminizse hiç bir şeyden haberdar olmadan başka bir hayatın cennetindeydiniz belki de...Ama hangisi olursa olsun, yani bizim ne yaptığımıza bağlı olmayan büyük bir gerçek çıktı ortaya.Bizler zekanın ve demokrasinin çok uzağında çadırlar kurmuş ilkel bir kabilenin insanları gibiyiz.Geleneğimiz böyle.Bu ülkede hangi mazlum grup iktidarı ele geçirdiğinde diğerlerini şiddetle ezmiyor? Şiddetle ezmeyi savunmuyor?Kim demokrasiyi ve hukuku sadece kendisi için değil herkes için istiyor?***İşte dünün mağduru olan AKP’nin hali. İstanbul’u cehenneme çevirdiler.Valisi, gaz bombasıyla vurulan genç kız için “örgüt üyesi” diye açıklama yapıyor.“Öldürelim” öyleyse.Kafatasını parçalayalım.Gücümüz yetmeyene kadar öldürmeyi sürdürelim.Sonra barış yaparız.Gücümüzün yetmediğiyle barışır sonra gücümüzün yettiklerini öldürmeyi sürdürürüz.PKK ile barış yapmaya hazırlanan bir iktidarın valisi, genç bir kızı kafasından vurmayı haklı gösterebilmek için “örgüt üyesiydi” diyebiliyor.Barış anlayışı bu.***Demokrasi olmadı mı, kimin ne yapacağını, bayramı nasıl kutlayacağı siyasi iktidarın keyfine bıraktın mı sonuç bu oluyor işte.Demokrasi sözcüğünden korkanların yaşadığı bu ülkede, 1 Mayıs’ta yaşananlar demokrasi olmamasının ne anlama geldiğini herkese göstermiştir sanırım.Demokrasi, güçsüzü korumak için var.Güçsüzü koruyan bir düzen kuramazsan toplumsal barışı da bu ülkeye getiremezsin.“Barış” diye bağırırken en büyük kentini savaş alanına çevirirsin.“1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak şart mı” diyebilirsiniz şimdi, şart değil.Peki, “sadece benim dediğim biçimde kutlayacaksınız bayramı” demek şart mı?Taksim sadece bu ülkenin iktidarlarına ait bir alan mı?Oraya kimin gidip gidemeyeceğine siyasi iktidarlar mı karar verecek?***Taksim’de çukur varmış, oraya giderlerse çukura düşerlermiş.“Çukura düşüp bir yerlerini kırmasınlar diye biz onların kafasını kıralım.”Ne mantık.Ne barışçı bir mantık.Askerler iktidara geldi “Taksim bizim” dedi, dindarlar iktidara geldi, “Taksim bizim” dedi, bir başkası iktidara gelse o da “Taksim benim” diyecek.İktidar olmayı padişah olmak sanıyor hepsi çünkü.Sadece Taksim değil bütün bu memleket hepimizin, siyasi iktidarların görevi de bu memleketin her yerine, her istediğimizde güvenlik içinde gitmemizi sağlamak.Biz böyle bir iktidar hiç görmedik.Askeri, dindarı hiç fark etmiyor.Bu ülke böyle acıları hep yaşadı, hep yaşayacak, genç kızlar hep vuruldu, hep vurulacak.Ta ki bu ülkeye demokrasi gelene kadar.Gerçek bir demokrasiyi kurana kadar Ceylan’ın yanına Dilan’ın da resmini ekler, vurulan kızlarımızın resimlerini “vahşet müzemizin” duvarlarına asarız...Yaşaşın barış geliyor!
Mustafa Denizli, Spor Toto Ligi’nde 5’nci sıradan aldığı Rize’yi 8 yıl sonra ilk kez Süper Lig’e çıkardığından beri bu sorunun cevabını düşünüyorum:Üst düzey oyunculardan oluşan bir takımı Süper Lig’de şampiyon yapmak mı daha büyük başarıdır yoksa orta seviyedeki bir takımla Spor Toto Ligi’nde şampiyonluğa ulaşmak mı?Futbol bilgisine güvendiğim bir arkadaşım, ’ Dünyanın her yerinde başarı için iki şey gerekli; ekonomik güç ve tecrübeli bir teknik direktör. İkisi birden olmadan başarı gelmez’ dedi. ‘Mustafa Denizli o ligde Kartal’la anlaşsa Kartal’ı şampiyon yapamazdı. Fatih Terim de Akhisar’ın hocası olsa 8’inci olmak bile alabileceği en büyük başarı olurdu sanırım.’diye de ekledi. Düşününce, bu gerçekten doğru.Türkiye’nin transfere en çok para harcayabilen takımı G.Saray. 2’nci Lig’de de parasal açıdan en rahat takım Rize.İki takım da borçlarını zamanında ödeyebiliyor, futbolcuların ekonomik sıkıntısı olmuyor, tek konsantrasyonları futbol.F.Bahçe de Avrupa Ligi ve Türkiye Kupası’nda finale koşarken, lig ikincisi oluyor. Sadece para da yetmez tabiii ki. Barcelona Guardiola gittikten sonra aynı başarıyı sağlayacaklarını düşündü ama olmadı ya da Chelsea mesela. Abramovich kulübün başında ama iyi teknik direktör bulamadıkları için sürekli canları sıkılıyor.Tecrübeli ve kaliteli bir teknik direktöre olanakları sağlarsan, başarı kaçınılmaz oluyor. İkisinden biri eksik olursa, olmuyor…Ben ikna oldum bu fikre doğrusu… ***Fatih Terim’in ilk yarısını 1-0 mağlup kapadıkları Mersin İdman Yurdu maçında çıkardığı olayların şampiyonluk yarışında pozitif katkısı oldu mu gerçekten?Bana kalırsa yüzde 50’den fazla... Hatırlayın, G.Saray takımını o gün iyi oynamıyordu, küme düşmesi garanti olan Mersin ise oyunun kontrolünü eline almıştı.Terim belki de bilerek, tribünleri ya da takımını ateşlemek için topu yere vurdu. Sonrasında hakeme, gözlemcilere küfretti; durdurulamaz hale geldi…Ondan sonra tribün birleşti; futbolculardaki gerginlik yerini motivasyona bıraktı ve G.Saray Mersin İY’nu olaydan sonra attığı gollerle 3-1 yenerek ligin gidişatını değiştirdi. O hafta G.Saray kaybetse, F.Bahçe kazansa ligin zirvesi bugün farklı şekillenecekti büyük ihtimalle...Fatih Terime verilen 9 maçlık cezayı fazla bulmakla beraber boşa gitmediğine inanıyorum…Peki F.Bahçe’nin 1-0 öne geçtiği 3-2 kaybettiği Beşiktaş derbisinde Aykut Kocaman aynı çıkışları yapsa; F.Bahçe de o maçı kazanabilir miydi? Bence sonuç değişebilirdi.G.Saray Mersin maçında şampiyonluğa uzandıysa, F.Bahçe de Beşiktaş yenilgisinde kaybetti.Aykut Kocaman’ın G.Saray ile ilgili serzenişlerinin altında da bu var galiba: Stil farkı... Zaten başka birşey olsa komik olurdu öyle değil mi?***F.Bahçe Başkanı Aziz Yıldırım, üst üste iki sezon şampiyonluğu kaybeden bir teknik direktörü görevinde tutar mı?F.Bahçe şike travmasının ardından geçen sezon şampiyonluğu G.Saray’a son maçta, üstelik Kadıköy’de kaybetti.Bu sezon da iş Kadıköy’e bile kalmayacak ve G.Saray muhtemelen bu pazar 19’uncu yıldızı takacak göğsüne.Böyle bakılınca, Aykut Kocaman’ın görevde kalması zor gözüküyor.Ama Aykut Kocaman, bu sezon üç cephede hedefe koşarken sezonu iki kupayla kapamaya çok yakın.Yeni bir teknik direktör ve transfer çılgınlığı Fenerbahçe için felaket de olabilir doğrusu… İyi düşünmek gerek…
Benim çok sakin bir arkadaşım var.Hayatı olduğu gibi kabul etmeyi her defasında şaşırarak izlediğim bir sükunetle başarıyor.Onu neredeyse hiç bir şey öfkelendirmiyor…Hiç kimse kırmıyor…Hiç birşey çaresiz hissettirmiyor…Hayat ona göre, ona ‘karşı’ hiç olmuyor.Herşey normal.Hatta o kadar normal ki, bizlerden birinin başına gelse öfkeden kulaklarımızdan duman çıkartabilecek bir olayı o en sakin haliyle ve onunla ilgili değilmiş gibi anlatıyor.Şaşkınlıkla ama büyük bir hayranlıkla izliyorum onu.***Geçen gün yine ben heyecanlı heyecanlı hayatın tatsız yanlarından bahsederken, o “Ücra kasabaları merak eder misin hiç?” diye sordu bana.Sonra da ekledi “oradakiler çocukları öldüğünde ‘bizim oğlan öldü’ diye anlatırlar, sonra da durur başka bir şey anlatırlar… Canları acımadığından değil, canlarının yanmasını hayatın bir komplosu olarak algılamadıkları için olduğu gibi kabul etmelerinden böyle anlatırlar”dedi.“Oraları merak etmelisin hatta oralara bi gitmelisin” dedi sonra o sakin sesiyle.***Yol boyu sustum.Bunu düşündüm.Yoksa dertlerimizin çoğu şehirli insanın egosundan kaynaklanan uydurma dertler mi diye.Bilmem siz o kasabaları, o köyleri merak eder misiniz?Oralarda hayat daha farklıdır.Büyük kentlerde ne olup bittiği, oralarda insanların neler konuşup neler tartıştığı “kahvedeki amcalardan” başkasını pek ilgilendirmez genellikle.Büyük şehirlere kıyasla daha küçük, daha dar ama daha sahici bir hayat yaşanır sanki oralarda.Herkes herkesi tanır, herkes herkesi bilir, kimse her gün yeniden kanıtlamaya uğraşmaz kendisini, kimse olduğundan başka biriymiş gibi davranmaya çabalamaz.Herkes neyse odur.Ben severim böyle hayatları.Oralarda hayatın gerçeklerine daha sık rastlarsınız çünkü.Şehirdeki yapaylıkların çoğu yoktur orada.İnsanlar birbirlerini severler, birbirlerine kızarlar ve beraber yaşarlar.Bu sahicilik nefes aldırır insana.***Arkadaşımın dediği doğru galiba, dertlerimizin çoğunu onları bize karşı yapılmış komplolar olarak gördüğümüz için büyütüyoruz.Aklımızda büyüdükçe büyüyorlar.Her şey çok önemli bizim için.Her şey dert.Onlar kendi küçük kasabalarında oturup küçük, sıradan cümleleriyle konuşurken, bizler sehirde “neden hayat bu kadar kasvetli, ben kimim” türü dertlerimizle egolarımızı her gün biraz daha kabartıyoruz.Bunları şehirlileri küçümseyelim, köylülerle kasabalıları önemseyelim diye söylemiyorum.Kasaba insanlarının da bize benzeyen bir çok ‘kötü ve zayıf’ yanı vardır elbette ama sorun bizim onlardan güçlü gözükmemize rağmen onlara benzeyen güçlü yanlarımızın olmaması sanki.Şehirlerde sahte bir şey var.Hepimizi biraz sahteleştiren, sahte sorunlar yaratan bir sahtelik sızıyor sanki şehirlerin sokaklarından içimize.Yanılıyor da olabilirim.Ama yanılsam da… Bazen o küçük kasabaların dingin sahiciliğini özlememe engel olmuyor bu yanılgı.
Bu ülkede hiç savaşı övdüğü için, savaşın devam etmesi gerektiğini söylediği için yargılanan yazarlara, politikacılara, hukukculara rastladınız mı siz?Rastlamadınız değil mi?Peki, yıllarca mahkemelerde Kürt sorununun yalnızca barışla, demokrasiyle çözüleceğini söyleyenlerin yargılanması bir tesadüf müydü?Tabii ki hayır.Bu ülkede bir kesim insan yıllarca savaştan para ve güç kazandı.Barış ve demokrasi kelimelerinden nefret ettiler, bilinçli olarak toplumu da ettirdiler.Bunu da açıkca söylemeyemedikleri için yıllarca savaşla vatanseverliği, barış ve demokrasiyle hainliği bir tutan kurallar, kanunlar yarattılar, mitingler, açıklamalar yaptılar.Biz de hepsine boğun eğdik.Barış çağında savaşa dolanan bir toplum olarak yaşadık.***Sorunları barışla çözmek günahların en büyüğü ilan edildi.Barış isyetenler ‘PKK ağzıyla konuşuyor’ diye lanetlendi.Kürt sorununu kendi elleriyle yaratıp, sonra yarattıkları sorunu bahane edip çıkartıkları savaşla kendi egemenliklerini pekiştirdiler, para ve güç tutkusu yüzünden genç insanları ölüme gönderdiler.Sonra, fırtınanın ardından aniden açan güneş gibi etraf aydınlandı, hepimizin içi ısındı. Gökkuşağı da durur mu, o da geldi peşinden…Etraf şenlendi.Barış artık korkulacak bir söz olmaktan çıktı.‘Barış olsun’ diyen insanlar arttı.Günah,barışı istememek oldu.Öcalan ve PKK kanadıyla müzakereler başladı.Tüm ülke barış için pervane oldu…Hatta bizim ülkeden 63 akil insan çıktı…‘Aslında 63 değil 163 ama biz kadroyu dar tuttuk’ havası yerleşti, insanlar akil seçilmediklerine küstüler bile.Ama değişmeyen bir şey kaldı; demokrasi korkusu.***Yıllarca barış ve demokrasi sözlerini lanetleyenler, bugün barışın arkasına saklanarak demokrasiyi çok daha güçlü, çok daha rahat bir şekilde lanetliyorlar şimdi.‘Barışı yapıyoruz yetmez mi’ cümlesinin ardına sığınarak bizim de demokrasi taleplerimizden vazgeçmemizi istiyorlar.‘Barış geliyor ülkeye siz hala demokrasi derdin demisiniz?’ bile diyorlar.Çocuklar ölmüyor belki şu sıra ama çocuklarımızın geleceği ölüyor.Demokrasinin olmadığı bir ülkede yetişen, düşünmeleri, sorgulamları yasaklanan çocuklar, demokrasilerde yetişen çocuklarla rekabet edemezler.İlerde girecekleri bir yarışı, o yarışa girmeden kaybederler…Bakıyorum da, barışla beraber demokrasi isteyenlere karşı yaratılmaya çalışılan nefret dalgası, patlayan küfür salvoları, gerçek ortaya çıkacak diye duyulan telaş artıyor.***Ben demokrasi olmadan istenilen barışın yeterli olduğunun söylenmesini sahtekarca buluyorum.Hatta çok sahtekarca buluyorum…Silahları susturarak çocuklarımızın bugününü kurtardık.Onların yarınlarını ise ancak demokrasiyle kurtarabileceğiz. Onları bugün kurtardığımız için mutluyum, evet...Ama bugünkü sevincin karşılığında onların geleceğini satmayı kabullenmeye yatkın durduğumuz için de üzülüyorum.Hatta çok öfkeleniyorum…İstiyorum ki bugün gördüğümüz güneş hep ışısın, çocuklar artık aydınlıkta yaşasın bu ülkede.Bugünün sevinci, yarının kederi olmasın.
Gazetelerin hepsinde ya Kandil’den bir haber ya PKK’dan bir röportaj ya BDP’den bir açıklama var.Ülke tamamen barışa kilitlenmiş durumda.Silahlar bırakılacak mı?En büyük adım bu.Öyle söylüyorlar.Silahların bırakılmasını “barışın” tek ve en önemli adımı saymak, kalıcı bir barış için “demokratikleşmenin” hayati rolünü görmemek, baskıcı bir ortamda barışın “doğsa” da yaşayamayacağını anlamamak konusunda direnenler var.“Demokrasi” sözcüğünü kelime dağarcığından çıkaranların “barış” merakı bana gerçek bir barışseverlik gibi gözükmüyor doğrusu.Oksijenin olmadığı bir ortamdadoğan bebek nasıl yaşamazsa demokrasinin olmadığı bir ortamda doğan barış da yaşamaz.Barışı büyütecek, geliştirecek, olgunlaşıp yaşatacak olan demokrasidir çünkü.Bunun tersi bir örneği ben bilmiyorum yeryüzünde, bilen varsa anlatsın.***Türkiye’nin hiçbir zaman vizyonu sağlam kadroları olmadı aslında ne yazık ki...On yıl sonrasını görecek, on yıl sonrayı hedef alacak politik kadroların bu ülkede doğması yasaktı sanki...On yıl önce Kürt meselesine on yıl sonrasına bakılarak yaklaşılsaydı ne çok insan hayatı kurtulmuş olurdu bugündeğil mi?1999 yılında da ateşkes yapılmıştı.Silahlar tam beş yıl boyuncasusmuştu.PKK sınır dışına çekilmişti.O dönemde hükümetler demokrasi için adım atsalardı, o ateşkesin 10 yılsonrasını görebilselerdi, bugün 50 yıl ilerde olabilirdik.Olamadık çünkü o zamanki siyasiler ve gazeteciler “demokrasinin” barışiçin ne kadar önemli olduğunu anlayamadılar.Bugün de aynı eksiklik devam ediyor.Ak Parti’nin barış planında ben demokrasiyi göremiyorum.***Demokrasiden değil yargıyı ve yasamayı kendine bağlayacak bir “başkanlık” sisteminden söz ediyorlar.Bu koşullarda barış nasıl kalıcı olacak, anlayamıyorum...Selahattin Demirtaş’ın Taraf’ta Neşe Düzel’e verdiği röportajda biraz olsun aradığım cevaplara rastladım.Demirtaş açıkça “PKK’nın geri çekilmesinin barış demek olmadığını”söylüyor.Demokrasisiz barış olmayacağını ısrarla vurguluyor.Demirtaş diyor ki:“Kandil şunu söylüyor. ‘Barış, PKK’nin geri çekilmesi değildir. Barış, Kürt sorunun çözülmesidir. Yani Türkiye’nin demokratikleşmesidir. Biz, buna barış diyoruz, eğer hükümetin barıştan anladığı, sadece bizim geri çekilmemiz ise bu ciddi bir kriz yaratacak’ diyorlar.PKK’nin silah bırakması, barış sürecinin ‘silahsızlanma ve normalleşme’ denilen son aşamasında olacak. Düşünün ki... Biz barış sürecinin daha birinci aşamasının hazırlığındayız. Birinci aşamadan sonra, Türkiye’nin demokratikleşmesi denilen ikinci aşama var. Bu aşamada yasal reformlar ve anayasal değişiklikler yapılacak. Ancak ondan sonra PKK, silahını bırakacak ve dağdan inecek.”Demirtaş Türk medyasının ve siyasetçilerinin görmek istemediğini herkesin gözüne sokuyor, “demokrasi olmadan barış olmaz.”Barışı bu kadar çok isteyenler neden demokrasiyi aynı kuvvette istemiyorlar?Beni meraklandıran soru bu işte.Cevabını bilen var mı?
Geçen gün Boğaz’ın kenarındaki mahallelerden birinde, bir cafede yangın çıkmış.Cafe o sırada kalabalıkmış.Yangın alt kattaki mutfakta başlayıp, hızla yukarı doğru yayılıyormuş.“Yangın var” diye bağırmış orada çalışanlardan biri.Ama insanlar yangın başladığını duyduklarında beklenmeyen bir şey yapmışlar, oradan hızla kaçacaklarına, yangına hiç aldırmadan, cafenin içine doğru iyice girip ne oluyor diye bakmaya başlamışlar.Arka arkaya mutfaktaki tüp gazlar patlayınca da sayısız insan yaralanmış.Ben de aynı şeye şaşırdım.“Yangın var” çığlığını duyan insanların niye hemen kaçmadıklarını anlamak kolay değil.Biz nedense yangından, trafik kazasından, fünyesi çıkarılmış el bombasından, son sürat giden trenlerden, telleri açıkta duran elektrik kablolarından pek korkmuyoruz...Buna karşılık, müdürlerden, jandarma onbaşısından, hastane kapıcısından, otobüs şoföründen çok çekiniyoruz..Eminim yangın çıktığında otoriter bir ses ‘kaçın’ diye bağırsaydı, bugün o yaralıların hepsi sağlamdı...***Tuhaf işte, bir otoritenin verdiği emirle kaçmak yiğitliğimize dokunmaz da bizim, kalabalığın için de kendi başımıza kaçmak ayıp gelir.Her şeyi emirle yapıyoruz biz.Buna alışmışız.Yüzyıllardır bedava asker olarak dünyanın dört bir yanında ‘padişah emriyle’ dövüşüp ölmüş atalarımızdan, bize kalan bir alışkanlık bu herhalde.Kendi başımıza hiçbir şeyyapamıyoruz.Birinin mutlaka emir vermesigerekiyor.***Geçen gün de bunu anlatmaya çalışıyordum, belki de bu yüzden demokrasiden hoşlanmıyoruz.Çünkü demokrasi insanlara sorumluluk yüklüyor, hakkını savunma görevi veriyor, mücadele kulvarı açıyor...Bizler emir alıp itaat etmeye çok alışkınız ve bundan çok hoşlanıyoruz.Kul olmanın o acıklı sorumsuzluğuna, boynu büküklüğüne çok alışmışız...Hep bir büyük adamın işleri bizim adımıza çözmesini istiyoruz...’ diye.Barışı bile emirle yapıyoruz...Barış emirle de olsa itiraz edilecek bir şey değil tabii ama acıklı değil mi bir başkası söyledi diye bunu yapmamız?Ne kadar az insan barış için ortaya çıkmıştır şimdiye kadar, değil mi?Ne kadar azımız bunun için mücadele etmiştir.Biri “barış olacak” diye emir verirse buna uyuyoruz ama kendiliğimizden ‘barış olsun’ diye ortaya çıkmıyoruz.***Bize ‘savaş’ için, ‘barış’ için, laiklik için, muhafazakârlık için, cumhuriyet için emirler verenleri bulabiliyoruz ama bu emirleri verenlerin hepsi de emirlerine bir de ‘demokrasi gelmesin” emrini ekliyorlar.Kimse ‘demokrasi gelsin’ diye emir vermeyince demokrasi isteyen deolmuyor.Demokrasi de emirle olacak bir iş değil zaten, onu sen isteyeceksin.Ama ne yazık ki kendi başımıza tehlikeleri görüp olabilecekleri değerlendirmek, kararlar almak, özgürlük ve demokrasi istemek bize imkansız geliyor.O yüzden bir yangının kenarında ya da bir savaşın içinde durabiliyoruz hiçbir şey yapmadan...Ölmeyi göze alıyoruz da doğruyu söylemeye korkuyoruz...Biz barışı bile emirle yapıyoruz...
Yogaya başladım…Bedenimi tanıyıp özgürleştirmeden kendimi özgürleştiremeyeceğime inandığım anda yaptım bunu.Bedenin sınırsızlığını, özgürlüğünü keşfetmek, ruhun ve aklın kapılarını açmak anlamına gelecekti, bu konuda okuduklarımdan böyle bir sonuç çıkarmıştım...Yanılmamışım.Daha ilk gün şunu anladım, vücutlarını tanımayan bizler bunu başarmadan kendimizi nasıl tanıyabiliriz ki…Kendini tanımayan bizlerse, bunu önemsemeden birbirimizle anlaşmayı nasıl umabiliriz ki?***Uçurumun kenarında tek ayağıyla zıplayan bir insan gibi, kaçınılmaz bizim için aşağıya düşmek, birbirimizle savaşmak.Hakkımızda hiç bir şey bilmiyoruz…Kendimizi tanımıyoruz…Kendimizi düşündüğümüz şey sanıyoruz. Kötü şeyler düşünürsek mesela o an kızgınsak, öfkeliysek, ondan sonra kendimize bir ömür gizliden gizliye, kızgın ve kötü biri muamelesi yapıyoruz.Kendimizi kötü biliyoruz…Hakettiğimizden fazla iyi şeyler düşünürsek bu sefer kendimizi sürekli kandırıyoruz… O aslında biz değiliz ki…En azından bütünüyle biz değiliz.O bir duygu, o bir hal, o bir an.***Yogada insan kendi özüne yaklaşıyor işte.Vüdudun yapabileceklerini gördüğünde, aslında kim olduğunu anlıyor…Biz ne bekliyoruz hayattan?Bir karanlıktan çıkıp bir başka karanlıkta biten ışıklı ve kısa bir zaman parçasını nasıl değerlendirmek istiyoruz?Bunun aydınlık, açık bir cevabı var mı aklımızda? Yoksa ipi kopmuş uçurtma gibi savrulmaya mı hayat diyoruz?Özgürlük, yaratıcılık, para ve aşk…Elimizdeki zamanı en iyi şekilde değerlendirmek, o zaman parçasına olabildiğince tat katmak için bize sunulan olanaklar... Bu olanakları kullanabiliyor muyuz sizce biz?Ne kadar özgürüz, ne kadar yaratıyıcız, ne kadar zenginiz, ne kadar aşığız?***Bazılarımız zengin ama toplumda ortaklaşa bir zenginliğin ferahlığı yok… Özgür de değiliz…Yaratıcı, hiç değiliz. Bazılarımız aşık ama ortak hayatımız öyle aşk ekseninde şekillenmiyor. Şöyle bir kuş bakışı baktığımızda kendimize, özgürleşememiş, yaratıcılıktan yoksun, fakir ve aşktan uzak bir toplum görüntüsü veriyoruz biz.***Hayatı güzelleştirmek, ona bir lezzet katmak için bize sunulanlar arasından en çok parayla ilgileniyoruz. Ama özgür ve yaratıcı olmadan istediğimiz kadar çok parayı kazanamayacağımızı, aşık olmadan da kazandığımız parayı çok keyifli harcayamayacağımızı görmüyoruz.Özgür ve yaratıcı olmayan bir toplum zengin de olamıyor ne yazık ki…Özgür ve yaratıcı olmayan bir beden de mutlu olamıyor siz ne yaparsanız yapın.Bedenimizi özgürleştirmemiz için de onu tanımamız gerekiyor.***Ben bikram yogaya başladım…40 derecede yapılan bir yoga…26 temel hareket var…Okuduğuğunuzda, ki merak edip ineternetten bakmanızı çok isterim, tamamen vucudu iyileştirmek için yapılan 26 hareket.“Omurganız ne kadar esnekse o kadar sağlıklısınız” diyor yoga kitapları. Omurga ve sağlık, beden ve ruh, hayat ve huzur… Bütün bunları anlamak, kendini, bedenini, ruhunu tanımakla mümkün gibi gözüküyor.Binlerce yıl öncesindeki Yunan felsefesinin o müthiş emri hiç değişmiyor.“Kendini tanı.”Yoga, bu tanışmanın önemli bir adımı işte, tanımaya bedeninle başlıyorsun.Bakalım omurgayı esnek, bedeni sağlıklı, ruhu huzurlu tutacak mucizeyi gerçekten buldum mu?İhtimali bile insanı neşelendiriyor.Hadi bakalım ben gideyim de bir iki hareket daha yapayım…