Ben her insanın özel tarihini merak ederim… İlk aşkını, ilk öpüşmesini, ilk ümidini, ilk hayalkırıklığını, ilk kırgınlığını, ilk sevişmesini, ilk acısını.
İnsanlar pek merak etmez birbirlerini nedense. Daha ziyade merak ettiğimiz şey, biribirimizi kolayca yargılayabilmek için açıklarımız, eksikliklerimiz, hatalarımız olur genellikle.
O yüzden zalimizdir zaten…
O yüzden öfkeliyizdir…
O yüzden hainizdir…
O yüzden anlamayız birbirimizi…
Onu oluşturan insanların kimliksizleştiği kalabalıklar olarak görürüz kendi dışımızdaki hayatı.
Kalabalıkları oluşturan insanların her birinin ‘özel tarihi’ olduğunu, o özel tarihin de insanlık tarihi gibi serüvenlerle dokunduğunu, aşkla, acıyla, özlemle, sevinçle, kederle, zaferlerle, yenilgilerle, beklentiyle bezeli olduğunu unuturuz.
Kalabalıkların içindeki o küçücük hayatları, o hayatların içine kıpırdaşan duyguları, hayalleri, umutları, kırıklıkları önemli bulmayız. Nedense en basit gerçeği en kolay unuturuz, karşımızdakinin de bir tarihi olduğunu.
Bizim dışımızdakiler, geçmişi ve geleceği olmayan belirsiz kıpırtılardır bizim için… Bir türlü kalabalıkların insanlardan oluştuğunu, her insanın da bir hayatı olduğunu, o hayatın başka hayatlara dokunup, dokunduğu yerde sevgiler ve öfkeler yarattığını dikkate almayız.
Hepimiz o insanlardan biriyiz birbirimiz için ama hepimiz başkasını önemsemeyiz. Şikayet ettiğimiz dünyanın bir parçasını da kendimizin yarattığını asla kabul etmeyiz. O yüzden severim biyografileri…
O yüzden bayılırım otobiyografi okumaya… O yüzden insanların özel tarihlerine meraklıyımdır.
Geçen gün yakın bir dostum, gençliğinde tuttuğu günlüğünü hediye etti bana.
‘Belki de “biz” başkalarında saklıyız, kimbilir’ dedi verirken…
Bundan daha heyecan verici ve daha cömert bir hediye olamazdı benim için…
Eve gelip o koca koltuğa gömülüp,sayfaların arasında nasıl saatlerce kaybolduğumu bilmiyorum.
Saatlerce oturmuşum orada…
Ağlamışım…
Kahkahalar atmışım…
Uzun uzun camdan dışarı bakmışım…
Şaşırmışım. “Hiç tahmin etmezdim,” demişim defalarca. Gerçekten de başka bir hayatın içinde bu kadar büyük bir heyecanla kaybolduğumu hatırlamıyorum uzun zamandır.
15 sene önce, 9 Nisan’da yazmış bunu:
“Nasıl da erteliyorum herşeyi… Tüm inançlarımı, tüm hislerimi tüm kararlarımı… Ne çok şey yapabilirim ya da hiçbir şey belki ama herşeyi erteliyorum…Hayatla kavgayı, aşkı, başkaldırışı… Boşuna yaşıyorum ben…İnsanları ne çok önemsiyorum… Aptallıkları bile acılar bırakıyor bana… Ama değişmeye karar verdim… Hayatımın karşısına dikildim,ondan alamadığım ne varsa savaşmaya karar verdim… Ertelemeyeceğim artık… İçimdeki coşkuyu, acıyı, aşkı neşeyi çıkaracağım,kendime izin vereceğim… Erteleme! Bekleme! Ve en önemlisi üzülme artık olmayanlar için… Sahip oldukların yüzünden özür dileme kimseden, annenin hatırı için sil gözyaşlarını… Hayata dürüst ol…Şartlar ne olursa olsun kendine dürüst ol… Bunu yap artık.’
Kendini başka insanda göremeyen, çok şey kaçırıyordur bence. Arkadaşımın 15 sene önce kendine yazdığı bu satırlar nasıl da çoğumuzu anlatıyor değil mi?
Tanrı bizi kendimize ‘kör’ yarattı…
Belki de istediği, kendimizi bulmak için önce başkasını görmemizdi. Belki de başkasına baktıkça kendimizi göreceğiz. Belki de o kendimize bakarken “kör” olan gözlerimiz başkalarına baktıkça açılacak.
Belki de arkadaşımın dediği gibi “biz” gerçekten başkalarında saklıyız, kimbilir…