Her işte bir hayır vardır derler.
Gerçekten de her işte bir hayır var galiba.
Gezi direnişi benim en merak ettiğim, tartışılmasını en istediğim konulardan birisinin de kapısını aralıyor…
Müslümanlığıyla övünen bir başbakan tarafından “iyi” Müslüman olmaya zorlandıkça, başbakan “içki yok, öpüşme yok, Allah’ın emrettiği gibi yaşayacağız” dedikçe, bu ‘dayatma’ taşınması zor bir hale geldi hepimiz için sanırım.
Bir Müslümanın diğer Müslümanlar üzerinde otorite kurmak istemesi ve din adına dünyevi bir güç edinebilmek için Müslümanlığı şiddetli ve ceberrut bir uygulamaya dönüştürme çabası hepimizi bunalttı…
“Gezi direnişi ağaçlar için başladı” diyorlar ya, evet ağaçlar için başladı ama aslında içimizde biriken ‘bize karışma’ duygusundan dolayı büyüdü.
Dinin bu kadar konuşulduğu bir toplumda ahlakın sadece cinsellikle özdeşleşmesi, yatak odası dışında ahlaksızlığın böylesine yaygın kabul görmesi, yalanın ve zorbalığın dindar olduğunu söyleyenleri rahatsız etmemesi, bana her zaman dinin gerçeğinin zedelendiğini düşündürürdü zaten.
Ve işte sonunda o beklediğim tartışma konusunun da eşiğine geldik.
Din nedir?
“İyi” bir Müslüman nasıl olur?
Siyaset “iyi” Müslümanlıkla yan yana gelir mi?
Kimin daha iyi Müslüman olduğuna bu dünyada karar verebilecek bir merci var mıdır?
Herkesten daha iyi Müslüman olduğunu düşünerek kibirlenmek Müslümanlığa uygun mudur?
Çoğumuz dinin saf kaynaklarını keşfetmek istiyoruz artık…
Dinin içine karışmış yalanlardan, çıkar hesaplarından arınacağı bir gerçeklik istiyoruz.
Farkındasınız değil mi?
Atatürk’ü nasıl Atatürkçüler elimizden aldılarsa, dinimizi de dinciler elimizden alıyor.
Ne Atatürkü zaaflarıyla kabul etmemize izin veriyorlar, ne dinimizi istediğimiz gibi yaşamamıza.
Atatürk’ü onların dediği kadar büyük bulmak, Müslümanlığı onların dediği gibi uygulamak zorundayız.
Ama akıllarına şu gelmiyor, ya gerçekten sözlerini dinlersek?
Ya Müslümanlığı gerçekten onlara bakarak uygularsak?
Ya kendi mezhebimizi, tarikatımızı, cemaatimizi diğerlerinden üstün görürsek; ya kibirlenirsek; ya kendimiz gibi olmayanları ezmeye kalkarsak; ya şikeyi ve ihale yolsuzluğunu ahlaka aykırı bulmayıp ahlakı sadece cinsellikle ilişkilendirirsek; ya rakiplerimizi fişlemeye kalkarsak; ya bize benzemeyenlere karşı zorbalaşırsak; ya kızdığımız insanlar öldüğünde onlardan bir “Allah rahmet eylesin” lafını bile esirgeyecek kadar öfkelenirsek; ya herşeyi sadece kendimizin bildiğine inanırsak; ya “camide içki içiyorlar” diye yalanlar söylersek; ya doğruyu söyleyen imamları bile işten kovarsak; ya insanların ölümleriyle sonuçlanan şiddeti bile kendi iktidarımız için savunursak…
Bundan memnun kalırlar mı sizce?
Ya da şöyle sorayım, bizler onlara bakarak Müslüman olursak “iyi” Müslümanlar olur muyuz gerçekten?
Ne olursa olsun zorbalığın bittiği, insanların kendilerine ait küçük sevapları ve küçük günahları rahatça işlediği, Tanrı’yla kulun arasına kimsenin girmediği, haksızlığa bütün dindarların karşı çıktığı bir toplum, “iyi” dindarlar için de daha uygun olmaz mı?
Ben hep dinde çaresize çare, dertliye derman, güçsüze merhamet olduğuna inanıyorum.
Kendisine verilen bu büyük şifa karşısında insanın da borcunu, elinden geldiğince diğer insanlara, kendisinden daha güçsüz olanlara sevgi ve merhamet göstererek, bundan dolayı asla böbürlenmeyip tevazuu benimseyerek ödemesi gerektiğini düşünüyorum.
Dinden bunu anlıyorum.
Böyle bakınca dindar olmak büyük bir sevgi ve yardımlaşma çemberinin parçası olmak anlamına geliyor benim için.
Ama din hiçbir zaman bu kadar yalın olamıyor bazı ülkelerde….
Neden sizce?
Din böyle bir şey olmadığı için mi yoksa bazı insanlar kendi çıkarlarını korumak amacıyla dindarlık kalkanının arkasına saklandıkları için mi?