Siyasi partiler seçim hazırlığı için ilk iş olarak vitrin yenileme faaliyetine ağırlık veriyorlar. AKP de CHP de DP de vitrine kamuoyunun tanıdığı sürpriz isimleri çıkararak, seçmenin ilgisini çekmeye çalışıyor.
Bu durumu, büyük giyim mağazalarının sezon açılışlarında yaptıkları vitrin süslemesine benzetenler yok değil. Belki bu yanlış da değil, mağazalar nasıl satışlarını arttırmak için albenisi en yüksek ürünlerini vitrinlerdeki mankenlere giydiriyorsa, partiler de seçim öncesinde, seçmenin ilgisini çekebilecek adayları ön plana çıkarmaya özen gösteriyorlar.
Bu noktada ilginç olan, siyasetteki sağ-sol yelpazesinin geldiği son aşama.
Hala partiler merkez sağ, merkez sol diye sınıflandırılıyor ama bugün, 22 Temmuz seçimlerinin en iddialı iki partisi; CHP ile AKP’nin vitrin yarışına bakın. Yelpazenin sağındaki AKP, sol geçmişi olan adaylarla seçmen çekmeye çalışırken, merkez sol, sosyal demokrat CHP de, merkez sağın etkili isimlerini kendi safına çekiyor.
Türkiye’de bölücü terör eylemlerinin tırmanışa geçtiği hemen her dönemde Kuzey Irak’a, Kandil Dağı’na operasyon tartışmaları gündeme geliyor. Birkaç yıldan beri kanıksanan bir durum oldu bu. Ama sonuçta değil sınırötesi operasyon yapmak, Kuzey Irak’a yönelik caydırıcı bir mesaj dahi verilemiyor.
Oysa yakın tarihte askeri operasyona dahi gerek kalmadan baskı politikasıyla, caydırıcı güçle sonuç alabildiği bir örnek olay var Türkiye’nin önünde. 1998 yılında Suriye’ye yönelik olarak uygulanan baskı politikası...
9 sene öncesine kadar bölücü terör örgütünün ana karargahı Suriye’deydi, elebaşı Şam yönetiminin himayesi altındaydı.
Türkiye 1998 yılı ortalarından itibaren öyle kararlı bir politika ve strateji izledi ki sonuçta Abdullah Öcalan önce Suriye’den kovuldu, ardından bir kaç ay sonra da paketlenip Türkiye’ye getirildi.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararının ardından Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilemeyeceğinin anlaşılması üzerine erken seçim kararını açıklarken “milletin önüne çift sandık koyacağız” demişti.
Yani o güne kadar elinin tersiyle ittiği ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönündeki önerisini kabul ettiğini açıklamıştı. Aslında hem Anayasa Mahkemesi kararına, hem Genelkurmay’ın 27 Nisan bildirisine hem de muhalefetin tavrına karşı bir tepki çıkışıydı, bir meydan okuma idi Başbakan’ın açıklaması.
Başbakan’ın o günkü ifadelerinin tercümesi özetle şuydu:
“Abdullah Gül’ün seçilmesini engellediniz. Bugüne kadar hiç olmayan bir usul geliştirdiniz. Anayasa Mahkemesi sırf bizim cumhurbaşkanı seçebilmemizi engellemek için Anayasa değil yerindelik denetimi yaptı, kural dışına çıktı. Asker demokrasi dışı bir yöntemle bildiri yayınlayarak siyasete müdahale etti. O zaman biz de millete, yetkinin, egemenliğin asıl sahibine gideriz. Her türlü siyaset ve demokrasi dışı yolu deneyerek parlamentoda seçtirmediğiniz Abdullah Gül’ü millete seçtirmenin yolunu açarız...”
Siyasi partiler 22 Temmuz seçimleri için müthiş bir yığınak seferberliği içinde. Bir yandan vitrinlerini yıldız isimlerle süsleme yarışı içine giren partiler diğer yandan da slogan ve vaat yarışına hazırlanıyor.
GP Genel Başkanı Cem Uzan’ın vergileri indirme, mazotu ucuzlatma yönündeki vaatleri düne kadar espri konusuydu. Ama bugün iktidar partisi AKP dahi vergi oranlarında indirim vaat ediyor. Katma Değer Vergisi oranlarını bazı temel gıda maddeleri için hemen, turizm sektörü için de 2008 yılından geçerli olmak üzere indirim müjdesi veriyor seçmene.
Yeni ekonomik ve sosyal program hazırlıklarını sürdüren CHP’de de benzer bir vergi indirimi ve ucuz akaryakıt formülü hazırlığı var.
Bunlara ek olarak önümüzdeki dönemde işsizliğin ve yoksulluğun nasıl azaltılacağına ilişkin olarak bütün partilerin iyi niyetli ve iyimser vaatlerine tanık olacağız.
Başbakan Erdoğan dün TÜSİAD’da konuşurken eleştiri oklarını yönelttiği üç ana hedef vardı: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Anayasa Mahkemesi ve CHP.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde uğradığı başarısızlığı, bu üçlünün hukuku ve anayasal çerçeveyi zorlayarak çıkardıkları engellere bağlıyor Erdoğan.
Tabii ki bir dördüncü hedef daha var ama en azından açık biçimde o hedef üzerine gitmiyor, gitmek istemiyor Başbakan. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde uğranılan siyasi başarısızlıkta 27 Nisan bildirisinin çok önemli rolü olduğunu düşünüyor ama Genelkurmay ile Türk Silahlı Kuvvetleri ile açık bir polemiğe, tartışmaya girmemeye en azından şimdilik özen gösteriyor. Sadece demokrasi vurgusu yapmakla, “Demokrasinin arkasında eğilmeden bükülmeden dimdik durulması gerektiğini” söylemekle yetiniyor.
Bu noktada yine açıkça ifade etmiyor Başbakan ama başta TÜSİAD olmak üzere iş dünyasının 27 Nisan bildirisine karşı demokrasinin gereği olarak hükümetin arkasında “dimdik durmamış” olmasına da sitemi var.
Siyasi partilerin şu anki önceliği vitrin takviyesi. İktidara aday bütün partiler kamuoyunun tanıdığı etkili isimleri seçim kozu olarak vitrinlerine almaya özen gösteriyorlar.
Çok ilginçtir, sağcı diye tarif edilen partiler solcu veya en azından sol geçmişi bulunan isimleri (Örneğin AKP’nin eski solcu Ertuğrul Günay’ı aday göstermesi), liberal isimleri, Alevi ve Kürt kökenli aydınlarla listesini süsleyerek “Milli Görüş” partisi olmadığını, toplumun tümünü kucaklayan bir merkez partisi olduğu iddiasını pekiştirmeye çalışıyor. CHP de klasik sol, sosyal demokrat parti olmasının yanısıra düne kadar merkez sağ partilerde siyaset yapan İlhan Kesici’yi kadrosuna kattı. Bugünlerde muhtemelen merkez sağ ve liberal kanattan bir iki ismi daha aday listesine alacak CHP. Böylelikle ulusalcı, cumhuriyetin temel değerleri ve laiklik konusunda duyarlı merkez sağ seçmenin de oylarına talip olduğu mesajını verecek. Aynı şekilde DP de Celal Doğan, Hikmet Çetin veya benzeri sosyal demokrat isimleri vitrinine koymaya çalışacak.
Böylelikle bütün partiler hem sağ hem sol eğilimleri bünyesinde barındırdığı, dolayısıyla en iyi merkez partisinin kendisi olduğu iddiasıyla seçmenin karşısına çıkacak.
Partilerin seçmenin beğenisine sunacağı kadro, vitrin, kuşkusuz önemli ama seçim kazanmak için yeterli değil. AB ile ilişkilerde, terör ve asayiş sorunları konusunda, son dönemde yaşanan krizler hakkında ne diyecekleri, seçmene nasıl bir Türkiye vadedecekleri de çok önemli.
Siyasi partiler en heyecanlı, en hareketli ve aynı zamanda da en zor günlerini yaşıyorlar. Bir yandan kapıya dayanan binlerce aday adayına listelerde yer bulabilmek, küskünlükleri, kırgınlıkları asgaride tutabilmek için gayret sarfediliyor, diğer yandan da seçim kampanyasında işlenecek ana temayı, propagandanın ana çizgisini belirlemeye çalışıyor parti kurmayları.
Erken seçime gidiş nedeni, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27 Nisan Bildirisi, Türkiye’nin ilk defa tanık olduğu milyonluk mitingler, parlamento içinde iktidarla muhalefet arasında iplerin kopmuş olması, toplumda esen müthiş bir cumhuriyet ve laiklik duyarlılığı, bunun yarattığı kutuplaşma belirtileri, seçimin ve seçim kampanyasının kritik önemini arttırıyor.
İşte böyle bir atmosfer içinde ve 350’nin üzerinde milletvekiline sahip olmasına rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde başarısız olmuş bir iktidar partisi... Üstelik de devletin temel kurumlarıyla kavgalı ve ordunun muhtıra diye nitelendirilen bildirisine muhatap olmuş bir iktidar.
İktidar partisi ne yapacak, nasıl bir strateji izleyecek? Seçim kampanyasını bir hesaplaşma, rövanş alma mantığı ile mi dizayn edecek? Varolan toplumsal kutuplaşmayı, laik-anti laik ayrışmasını körükleyerek çatışma ortamından, gerilim ortamından azami fayda sağlamayı mı hedefleyecek?
Her seçim döneminin beylik sözüdür; “Bu seçim kritik, bu seçim ülke ve demokrasimiz için hayati önemde” denir.
Her seçim, önemli siyasal sonuçlar doğurmuştur ve 23 Temmuz’da da öyle olacaktır.
Ancak 22 Temmuz seçimlerini kritik kılan birden çok faktör var. Birincisi, parlamentonun zorunlu erken seçime gidiş nedeni ve bunun sonuçları. Diğeri, sonuncusu dün Samsun’da yapılan mitingler, sayıları milyonları bulan kitlelerin gösterileri. Toplumsal gerilim ve kutuplaşma eğilimleri...
Seçimin önemini artıran bir başka önemli nokta ise, Cumhurbaşkanlığı. Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesine ilişkin Anayasa düzenlemesi muhtemelen bu dönemde hayata geçirilemeyecek. Ve 22 Temmuz seçimlerinde seçmen iktidar tercihini yaparken, aynı zamanda Cumhurbaşkanı tercihini de ortaya koymuş olacak.