Dışişleri Bakanı Ali Babacan, yaklaşık bir ay önce AB troyka toplantısına giderken uçakta yaptığımız sohbet sırasında yeni yılın ilk günlerinden itibaren reform sürecinin yeniden hızlandırılacağını açıklamıştı.
O gün yapılması öngörülen reformların ayrıntıları konusunda bilgi vermemiş ancak şunu demişti:
“Şaşıracaksınız... ‘Vay be Türkiye’de bunlar da oluyormuş’ diyeceksiniz...”
Yapılması öngörülen reformların önemini belirtmek için bu sözleri söylemiş Dışişleri Bakanı ama ne yapacakları konusunda ipucu vermemişti.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geçen hafta içinde gerçekleştirdiği iki büyük sınır ötesi hava harekâtıyla beli önemli ölçüde kırılan terör örgütü PKK’ya ait hedefleri vurmaya devam edeceği anlaşılıyor.
Sınır ötesi harekât konusunda aylardan beri yürütülen diplomasinin sonuçları da açık biçimde görülüyor. İlk defa bu konuda AB ülkelerinden Türkiye’ye yönelik olumsuz bir tepki gelmediği gibi zımni destek havası devam ediyor. Asıl önemli olan, Irak’ı işgalci güç olarak kontrolü altında tutan ABD’nin tam desteği dün Başkan Bush ile Başbakan Erdoğan arasında yapılan telefon görüşmesiyle bir kez daha teyit ediliyor.
Harekâta karşı Irak’ın Kürt Cumhurbaşkanı Talabani dahi “Türkiye bu harekâtı bizimle işbirliği halinde yapmadı. Olmasa daha iyi ama Türkiye’nin de kendini koruma hakkı var” gibisinden yuvarlak açıklamalarla geçiştiriyor.
Tepki, “Büyük Kürdistan” rüyaları gören, Mesut Barzani’den geliyor. Barzani “Köyler bombalanıyor, vatandaşlarımız öldürülüyor” diye feryat ediyor ama ortada bombalanan ne bir sivil hedef var ne de öldürülen Irak vatandaşı. Tek akla gelen, öldürülen PKK’lı teröristleri kendi vatandaşı görüyor olabilir Barzani. Ya da ikinci ihtimal, PKK’nın tehditlerinden, kendisine yönelik olarak başlatabileceği olası saldırılardan çekindiği için tiyatro yapıyor.
Hangi saikle yapıyor olursa olsun ABD’nin verdiği tam destekten sonra Barzani’nin bağırıp çağırmasının Türkiye bakımından pek de önemi yok.
Türkiye, terör mücadelesinde gelinen bu noktadan sonra kim ne tepki verirse versin artık devletin zirvesinde çizilen strateji doğrultusunda bu harekâtı kesintisiz sürdürecek. Ta ki terör örgütü Irak’ın kuzeyinden tasfiye edilinceye kadar.
Ancak uygulamaya konulan terörü bitirme stratejisinde askeri harekâtlar işin sadece bir yönü. Askeri operasyonlara paralel olarak stratejinin ikinci ve üçüncü ayakları da önümüzdeki günlerde devreye sokulacak.
DTP Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve yasaları çerçevesinde kurulmuş, normal olarak iktidar partisi AKP’den de CHP ve MHP’den de farklı olmayan bir siyasi parti.
DTP’li milletvekilleri uyguladıkları olağanüstü başarılı bir seçim taktiği sonucunda Meclis’e girdi. Diğer 530 milletvekilinden hiçbir farkları yok. Partilerinin barajı geçemeyeceğini bildikleri için bağımsız seçildiler ve ardından DTP’ye katılıp grup oluşturdular.
Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde uygulanmayan yüzde 10 gibi yüksek bir seçim barajını aşabilmek için iyi de yaptılar.
DTP’nin Meclis’te olması, demokrasi, terör sorununun üstesinden gelinebilmesi, Kürt halkının aidiyet duygusunun güçlendirilmesi açısından önemliydi.
DTP eğer normal bir siyasi parti gibi terör ve terör örgütü ile arasına mesafe koyabilseydi, terörü lanetleyebilseydi, Türkiye’nin geçmekte olduğu zorlu süreçte katkısı büyük olurdu.
Ama bunu yapamadı DTP. Adeta terör örgütü tarafından esir alındı. Terör örgütünün taktik manevralarından kendini kurtaramadı. Ya da başından beri legal siyaset oyununu İmralı’daki bölücübaşının çizdiği sınırlar içinde oynadı.
Seçimlerden sonra yapılan ilk kongrede iyice açığa çıktı; sanki gizli bir el bu partiyi bir yerlere doğru sürüklemeye başlamıştı. DTP yönetimi baştan aşağı değişti. Siyaset deneyimi olan, ılımlı kanat tasfiye edildi. Genel Başkanlığa Ahmet Türk’ün yerine milletvekili dahi olmayan genç bir isim, birçok hukuki problemi olan Nurettin Demirtaş getirildi.
Beyaz Saray’da 5 Kasım günü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı George Bush ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından yapılan açıklamalarla artık bölücü terörle mücadelede yeni bir evreye girilmekte olduğunun ilk sinyali verilmişti. ABD Başkanı Bush ilk kez o zaman “PKK ortak düşmandır” ifadesini kullanmış ve Türkiye’nin sınırötesi operasyonuna yeşil ışık yaktığı gibi istihbarat paylaşımına gidileceğini açıkça ifade etmişti.
Washington’da açıkça ifade edilmeyen bir başka işlem de ABD yönetiminin öteden beri PKK’ya yardım ve yataklık yapan Kuzey Irak’taki yerel otoriteyi hizaya sokma sözü idi. Çok değil bir iki ay öncesine kadar Türkiye, “PKK elebaşılarını teslim edin” dediğinde “kedi bile vermeyiz” diye küstahlaşabilen Kuzey Irak’taki yerel otoritenin tavrı da bugün çok farklı.
Kuzey Irak’taki yerel otorite, yani Barzani ve ekibi önceki gün itibariyle Türkiye’nin kararlılığını çok net ve somut biçimde gördü. Türkiye PKK’yı her hal ve şart altında ininde vurma kapasitesine hakim.
PKK hedeflerine yönelik olarak gerçekleştirilen önceki günkü harekat ve ardından Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklamalarla PKK’ya verilen dersin yanısıra Kuzey Irak’taki yerel idareye de çok önemli mesajlar verildi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün YÖK’e yeni başkan atamasıyla birlikte yeniden alevlenen üniversitelerdeki türban yasağını kaldırma tartışmasına farklı bir öneri ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de katıldı.
MHP ve Bahçeli’nin öteden beri üniversitelerde türban yasağı uygulamasına karşı olduğu biliniyor. Koalisyon ortağı olarak iktidar oldukları 1999 seçimlerinde “Bu sorunu çözeceğiz” diye taahhüdü de vardı MHP’nin seçmene. Ama iktidarları döneminde çözemediler. Konunun görüldüğü kadar basit bir YÖK uygulaması olmadığını gördüler.
O nedenle dünkü basın toplantısında yeni YÖK Başkanı ve üniversitelerdeki türban yasağının kaldırılıp kaldırılamayacağına ilişkin soruyu yanıtlarken sözcükleri son derece dikkatli seçti Devlet Bahçeli. Yasaktan yana olmadığının altını çizdi. Eğitim hizmetinin devletin asli görevi olduğunu belirttikten sonra, sırf başörtüsü taktıkları için bazı gençlerin eğitim hakkının ellerinden alınamayacağını da söyledi ve ekledi:
“Yüksek öğretimde öğrenciler için türban yasağı olmaz, olmamalıdır. Türban eğer bir siyasi simge olarak ifade ediliyorsa, bu devletin görevlileri var, siyasi simge olarak, irticai faaliyetin bir simgesi olarak türban takanları ayırt edip gereğini yapabilirler. Bunun dışında MHP türban ve başörtüsünün yasak olmasına rıza göstermez...”
Anayasa Mahkemesi’nin 1989 yılında verdiği karara dayanarak üniversitelerde uygulanan türban yasağına karşı olan kesimler uzunca bir süredir 8 Aralık’ı, Prof. Erdoğan Teziç’in görev süresinin dolmasını ve yeni YÖK Başkanı’nın belirlenmesini merakla bekliyordu.
Çünkü, eşi de bu yüzden mağdur olmuş, hatta konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıyıp, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine dava açmış olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün türban yasağını gevşetecek, kaldıracak bir başkan seçeceği öngörülüyordu.
Bu öngörü şaşmadı.
Yeni YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan, önceki gün göreve başlarken yaptığı ilk açıklamasında, üniversitelerde bütün yasakların kaldırılacağı mesajını verdi. Ama hemen bugünden yarına değil, zaman içinde.
YÖK, 12 Eylül rejiminin bir kalıntısı, 1982 Anayasası’ndan önce icat edilen bir anayasal kurum. Askerlerin üniversiteyi, üniversite öğrencisini, hocasını disipline etmek için oluşturduğu bir kurum. Kurulduğu 6 Kasım 1981 gününden beri tartışılıyor.
Çeyrek asrı aşan bir süredir YÖK tartışması hiç bitmedi. Ama tartışmanın tarafları hep yer değiştirdi. İlk oluşturulduğunda üniversite özerkliğini, bilimsel özekliği, özgürlüğü yok etti diye YÖK’ü eleştirenler, gün geldi bu kuruma sahip çıkmaya başladı, destek safına geçti. Laik demokratik cumhuriyet rejimi tehdit altında diye.
Kurulduğu günlerde YÖK tartışmasına ilgisiz kalan, bilimsel özerkliği, özgürlüğü pek fazla önemsemeyenler de bir süre sonra YÖK’e karşı bir yeminli düşmanlar safı oluşturdular. Türban yasağı yüzünden, bireysel özgürlüklerimiz elimizden alınıyor diye dava üstüne dava açtılar, konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar taşındı. Hem de şu anda Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül bile bu davacılar arasındaydı...
80’li yılların sonlarına doğru üniversitede türban sorunu yavaş yavaş kitleselleşmeye, siyalallaşmaya başladığında YÖK’ün önceki bütün günahları unutulmaya başladı.
Bölücü terör örgütü PKK’ya karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır içindeki ve gerektiğinde de sınır ötesi operasyonları ile askeri imha harekatı sürerken, diğer yandan da örgütün dağılma sürecini hızlandırmak için hükümet, yeni bazı önlemleri uygulamaya koymaya hazırlanıyor.
Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda da görüşülerek başta TSK olmak üzere güvenlik birimlerinden alınan görüş ve öneriler doğrultusunda geliştirilen planın ana hatları büyük ölçüde belirlenmiş durumda.
Planın en tartışmalı, en kritik yönünü, örgüt elemanlarına yapılan “eve dönüş çağrısı”nın nasıl hayata geçirileceği oluşturuyor. Bu noktada etkili sonuç alabilmek için hükümetin kafasında af değil ama af benzeri bir uygulama var.
İşte en çok zorlanılan nokta da bu. Kamuoyunun hassasiyeti, muhalefet partilerinin atılması öngörülen en küçük adımı dahi “af çıkarıyorlar” diye kamuoyunu tahrik etme çabaları, hükümeti de doğal olarak etkiliyor. O nedenle de Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da bakanların ve AKP kurmaylarının da özellikle altını çizerek söyledikleri “Bu projede kesinlikle af yok” oluyor.