“Yüksek tansiyon, siyasi gerilim...”, “Siyasal ve toplumsal kutuplaşma eğilimlerinin güçlenmesi...”,“Anayasal devlet kurumları arasında güven bunalımı...”,“Anayasal devlet kurumları arasında çatışma...” Türkiye’nin içinde bulunduğu süreçle ilgili değerlendirmelerde bütün bu tanımlar uzunca bir süredir çokça yapılıyordu. Fakat dün itibariyle hepsi geçerliliğini kaybetti.Son iki günden beri yaşanan gelişmeler artık durumu özetlemeye bu tanımlamaların da yetmediğini ortaya koydu.Durumun özeti şu: Türkiye’de bugün pek çok şeyin çivisi çıkmış, işler tam anlamıyla çığrından çıkmış durumda. En önemlisi de hukuk ve yargı alanında yaşananlar...Son dönemlerde Türkiye pek çok ilki, pek çok anormalliği yaşadı. “Bu kadarı da olmaz” denilen pek çok şeyin olduğunu gördü. Fakat önceki gün Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in tutuklanması ve ardından dün yaşanan gelişmeler, hepsinin, her şeyin ötesinde...Ülkede yaşananları bazılarının iddia ettiği gibi “statükonun değişiyor olmasının sıkıntıları”, “demokratikleşme ve değişim sancıları” veya “vesayet rejiminin kalkıyor olmasına karşı gösterilen dirençler” diyerek açıklamak da mümkün değil.Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu krizin, anayasal devlet kurumları arasında ve kurumlar içinde yaşanan çatışmanın özeti şu: İktidar savaşı...Sanki Türkiye’de rejim değişiyor, eski rejimin kurumları yıkılmaya, yok edilmeye çalışılıyor. Eski rejimin adamları ile yeni rejimin adamları, yeni iktidar ve güç sahipleri arasında ölümüne bir mücadele yaşanıyor.Sanki Erzincan ve Erzurum’da eski rejimin başsavcısı, yeni rejimin savcısı tarafından gözaltına alınıyor...Ve yine sanki eski rejimin kurumları ayağa kalkıyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu olağanüstü toplanarak başsavcıyı gözaltına alan, tutuklatan savcıların yetkilerini elinden alıyor.Ardından da bunun hukuka, yasalara ne kadar uygun olup olmadığı tartışılıyor.Oysa bir süreden beri yargı alanında, kamu güvenliği alanında yaşanan pek çok gelişmenin hukuka, yürürlükteki yasa ve mevzuata uygun olup olmadığı zaten tartışmalı.Başsavcı İlhan Cihaner’in Erzincan’da gözaltına alınıp Erzurum’da tutuklanması, Ankara’da yüksek yargıyı ayağa kaldırdı. Yargıtay Başkanlar Kurulu olağanüstü toplandı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı çok sert bir bildiri yayınladı. Ardından toplanan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Cihaner’le ilgili soruşturmayı yürüten özel yetkili savcıların yetkilerini kaldırıp haklarında suç duyurusunda bulundu. Bu gelişmeler doğal olarak hükümeti, iktidar partisini fena halde kızdırıyor. Hükümet ve iktidar partisi yetkilileri, HSYK’nın aldığı kararları “yargı bağımsızlığına karşı darbe” diye niteliyor.Sanki anayasal kurumlarla siyasal iktidar karşı karşıya geliyor. Kurumlar kendi içinde bölünüyor ve taraf oluyorlar. Ve taraflar birbirini hukuk dışına çıkmakla darbe yapmakla suçluyor.Bu toz duman içinde olan hukuka, kurumların güvenilirliğine oluyor. Devlet krizi veya sistem krizi giderek derinleşiyor...
Dün Meclis’te liderler günüydü. Her salı olduğu gibi yine iktidar ve muhalefet liderleri birbirlerine verip veriştirdiler.Parti genel başkanlarının ana gündemi, yargı tartışması, Habur’da yaşananlar ve Hatip Dicle’nin dile getirdiği iddialardı; yandaş yargı iddiaları.Evet, yargı uzun süredir siyasi tartışmaların odağında. Uzun süre de öyle kalacağı anlaşılıyor.Çünkü Türkiye’de ilginç gelişmeler, ilginç tartışma ve çatışmalar yaşanıyor.Örneğin dün Erzincan’da olanlar...Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal, dün sabah saatlerinde terörle mücadele şubesi polisleri eşliğinde Erzincan Adliyesi’ni bastı. Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in makamında ve evinde aramalar yapıldı, gözaltına alındı. Erzurum Savcısı’nın iddiasına göre Başsavcı Cihaner, Ergenekon Terör Örgütü ile bağlantılı. Başsavcı Cihaner daha önce bölgesinde bir tarikat soruşturması başlatmış ve bu soruşturma Özel Yetkili Savcı Şanal tarafından (kendi görev alanına girdiği gerekçesi ile) yarıda kesilmiş ve devralınmıştı.Ardından hem Başsavcı Cihaner hakkında inceleme başlatılmış hem de Başsavcı’nın talimatı ile bu soruşturmada görev alan MİT ve Jandarma yetkilileri gözaltına alınmış, tutuklanmışlardı. İddia, Ergenekon Terör Örgütü ile bağlantı...Şimdi bu bağlantı iddiası 3. Ordu’ya kadar uzanmış durumda.3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk ile Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal arasında bir süredir inatlaşma yaşanıyor. Savcı Şanal Ergenekon soruşturmaları kapsamında 3. Ordu’da görevli bazı personeli gözaltına aldırdı. Karargah’ta arama yapmak istedi ancak izin verilmedi. Ardından 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk, Ergenekon soruşturması kapsamında ifadeye davet edildi. Orgeneral Berk, tatbikat gerekçesiyle davete icabet etmedi. Şimdi 26 Şubat’ta gelmesi için yeni bir davet çıkarıldı. Ona da icabet etmezse muhtemelen yakalama emri de çıkarılacak.Çünkü 3. Ordu Komutanı, Ergenekon Terör Örgütü şüphelisi...Evet, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört ordu komutanından biri terör örgütü şüphelisi...O kadar mı?Değil. Dün İzmir’de bir koramiral (Güney Deniz Saha Komutanı Kadir Sağdıç) ile bir tuğamiral (Foça Çıkarma Gemileri Komutanı Mehmet Fatih Ilgar) Ergenekon soruşturması kapsamında terör şüphesiyle özel yetkili cumhuriyet savcısına ifade verdiler.Türkiye’de dün yaşananların özeti bu...Ergenekon operasyonları emekli generallerle bağlantılı olarak başladığında dönemin Genelkurmay Başkanı “Kimse TSK’yı suç örgütü gibi göstermeye kalkmasın” diye uyarmıştı. Bir de bugünkü tabloya bakın.Genelkurmay Başkanı aylardır, “TSK’ya karşı asimetrik psikolojik savaş yürütülüyor” diye yakınıyor.Son olarak geçen hafta “Sabrımız taşmak üzere” diyor, “Elimizdeki bilgi ve belgeleri kamuoyu ile paylaşmak zorunda kalabiliriz” diye ekliyor.Ve dün itibariyle de bunlar oluyor. Bu gelişmeler, TSK’nın en üst kademelerine kadar tırmanan Ergenekon Terör Örgütü suçlama ve soruşturmaları, eğer gerçekten sağlam delillere dayandırılarak yürütülüyorsa durum vahim demektir. O zaman Genelkurmay Başkanı’nın bile haberi olmamış ama ordu içinde çok ciddi, çok tehlikeli bir cunta yapılanması var demektir. Ya da bütün bu yapılanlar, Genelkurmay Başkanı’nın sözünü ettiği asimetrik psikolojik harekatın bir parçası...Her iki ihtimal de vahim...Eğer ikinci ihtimal doğruysa çok daha vahim. O zaman anayasal kurumlar arasındaki çatışma artık açık savaşa dönüşmüş demektir. Felaket bir durum...
Böyle bir şeyin olup olamayacağı bir yana normal bir demokraside, hukuk devletinde bunun tartışılması bile anormal bir olay.Ne yazık ki şu anda siyasetin gündemi uzunca bir süreden beri bu konu. Hükümet yargıdan şikayetçi, yargı hükümet müdahalelerinden. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısına ilişkin anayasa değişikliği hazırlıkları bu tartışmayı zaten canlı tutuyordu. Ancak eski DEP’li Hatip Dicle’nin ortaya attığı bir iddia şimdi tartışmayı çok daha boyutlandırmış durumda.İddia vahim ötesi...“Açılım” kapsamında 19 Ekim’de Habur sınır kapısından giriş yapan PKK militanlarının serbest bırakılması konusunda, güya İçişleri Bakanı Beşir Atalay, eski DTP Genel Başkanı’na “Gereken ayarlamalar yapıldı, serbest bırakılacak” demiş.Taraflar bu iddiayı kesin ifadelerle yalanlıyor ama anamuhalefet CHP konuyu Meclis gündemine taşımaya, İçişleri Bakanı hakkında gensoru vermeye kararlı.Peki bu iddiayı hem İçişleri Bakanı Atalay hem de diğer muhatap Ahmet Türk yalanlandığına göre konu niye kapanmıyor?Kapanmıyor, kapatılamıyor çünkü 19-20 Ekim 2009 günü Habur’da yaşananlar normal değildi. Her türlü şaibeye, her türlü iddiaya açıktı.Sınırda kurulan çadıra hakim getirilmesi olacak iş değildi, ama oldu. “Pişman değilim, örgüt liderinin talimatı doğrultusunda barış elçisi olarak geldim” diyen teröriste “sen aslında pişman olmuşsun, ilgili yasa maddesi hükümleri çerçevesinde serbest bırakıyorum” deyip salıvermek de pek örneği olan bir durum değildi, ama o da oldu.Normal değildi o günkü gelişmeler, sırf açılım projesi aksamasın diye hukukun, Türk yargısının eğilip bükülmesiydi, çifte standarttı... O yüzden bu olay o gün de çok tepki çekmiş, çok tartışılmıştı. Şimdi Hatip Dicle’nin iddiası her ne kadar yalanlanmış olsa da ciddiye alınıp gensoru meselesi yapılıyor.Ve o gün orada olup bitenler en azından kamuoyunun belli kesimlerinde çok ciddi tepki ve rahatsızlık yaratmıştı. O gün de çok tartışılmıştı o çadır mahkemesi olayı. Bugün de tartışılacak ve kolay kolay sonuçlandırılamayacak da.CHP muhtemelen yarın gensoruyu Meclis Başkanlığı’na verecek. Bu gensoru bakan düşürmez, o bakımdan siyasi bir sonuç doğurmaz. Ancak yargı, yandaş yargı tartışmaları yeni boyutlar kazanır, zaten yüksek seyreden siyasi gerilim biraz daha tırmanır.Kamuoyunun bir bölümü iddiaya inanır, bir bölümü de bunu muhalefetin hükümeti yıpratma taktiği olarak değerlendirir.Çünkü zaten hemen her konuda Türkiye çoktandır bölünmüş durumda. Her olay bu bölünmüşlüğü, toplumsal kutuplaşmayı ve devlet kurumları arasındaki çatışmayı biraz daha derinleştiriyor. Bu olayın da öyle sonuç vereceğine hiç kuşku yok.Tıpkı Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un geçen hafta yaptığı açıklamalar gibi. O açıklamalar konusunda da toplum ikiye bölünmüş durumda. Bir kesim Orgeneral Başbuğ’u siyasete, hükümete şantaj yapmakla suçlarken, karşı taraf, hükümetin olmayan darbe iddiaları ile orduyu yıprattığını düşünüyor.Olup bitenler, yaşanan anormallikler acaba gerçekten iddia edildiği gibi, “sistemin normalleşmesinin, ülkenin demokratikleşmesinin doğal bir sonucu” mu?
Hükümetin seçime kadar gerçekleştirmeyi ve sonuç almayı çok istediği üç önemli projesi var: Açılım süreci, anayasa değişikliği ve ekonomide iyileşme... Ancak her üç projede de ne yazık ki inisiyatif doğrudan hükümetin, iktidar partisinin elinde değil. Dış etkenler, dış destek ve köstekler önem kazanıyor. Bugünlerdeki en heyecanlı tartışma konusu kuşkusuz anayasa değişikliği. İktidar partisinin artık sıfırdan yeni anayasa, sivil anayasa gibi bir iddiası zaten yok.Ancak mevcut anayasada seçimlerden önce kritik bazı düzenlemeleri hayata geçirmeyi arzuluyor.Hatta bunun için gerekirse referandumu dahi göze almaya hazır görünüyor Başbakan Tayyip Erdoğan. Hazırlık sürecinde iç tartışmanın sürdüğü ifade ediliyor, fakat AKP’-nin hangi konularda değişiklik arzuladığı da aşağı yukarı belli.Birinci sırada Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi geliyor. Kurul’dan rahatsızlığını, yargı alanında yapmak istediği atama tasarruflarını yapamıyor olmanın verdiği sıkıntıyı öteden beri gizlemiyor hükümet.Bunu aşmak için bulunan formül de Anayasa’nın ilgili maddesini değiştirerek Kurul üyelerinin seçiminde parlamentoyu devreye sokarak iktidarı etkin kılmak biçiminde özetleniyor.Arzulanan bir diğer anayasa değişikliği de bir süre önce Anayasa Mahkemesi’nin reddettiği askere sivil yargı yolunun yeniden açılabilmesi. Bunun için de Anayasa’nın 145. Maddesi’nin değiştirilmesi öngörülüyor.Bir başka kritik düzenleme de Anayasa’nın siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin 68 ve 69. maddeleri. Bu düzenlemeyle de parti kapatmalara Venedik kriterlerinin getirilmesi. Yani terörle bağı kanıtlanmamış siyasi partilerin kapatılmasının engellenmesi.Bunlar siyasette ve kamuoyunda büyük gürültü kopartabilecek türden düzenlemeler. Bu konularda ne anamuhalefet CHP ile ne de MHP ile uzlaşma ihtimali de yok gibi...Fakat AKP’nin anayasa değişikliği paketi sadece bunlardan ibaret olmayacak. Bu kritik maddelerin yanı sıra herkesin kabul edebileceği birkaç madde ile makyajlanarak demokratikleşme imajı yaratılmasına da özen gösterilecek. Örneğin, kadınlara ilişkin pozitif ayrımcılık, ombudsmanlık müessesesi oluşturulması gibi...AKP’nin bu anayasa paketini muhalefetin sert karşı çıkışına rağmen tek başına Meclis’ten geçirip referanduma gitmeyi göze alabilmesi kolay değil.Çünkü Başbakan Erdoğan’ın “bıçak sırtı” sözüyle ifade ettiği gibi AKP grubunda sayıları yüksek olmasa da buna karşı çıkabilecek bir muhalif grup olduğu biliniyor. Ve yapılacak oylamada 330’un altında kalma riski düşündürüyor AKP’yi.Bu ihtimal zayıf değil. Ve bunu bertaraf edebilmenin tek yolu da BDP’yi bu işe ortak etmekten geçiyor.Bu pakete yüzde 10’luk seçim barajının yüzde 5’e düşürülmesi ve Meclis’te temsil edilen bütün siyasi partilere seçimde Hazine yardımı sağlanması, ceza yasasında demokratikleşme yönünde bazı ufak tefek değişiklikler yapılması halinde BDP, AKP’nin bu önemli projesine destek verebilir.Ama acaba AKP barajı düşürmeye yanaşır mı? Dahası BDP ile anayasa koalisyonu yapmış görüntüsünü vermeyi göze alabilir mi?Zor...
Seçimlerin normal tarihine daha birbuçuk yıla yakın zaman var ama Türkiye şimdiden seçim havasına girmiş durumda. İktidarıyla muhalefetiyle artık tüm taraflar hesaplarını seçime dönük olarak kurguluyor. Karşılıklı suçlamaların, eleştirilerin dozu giderek hakaret düzeyine yükseliyor.Sözde kimse gerilimden yana değil, ama pratikte gerilim ateşinin üstüne benzin dökme yarışı var.İktidar muhalefeti suçluyor, muhalefet iktidarı ve kendini eleştiren herkesi...İktidarın seçimlerden önce sonuca ulaştırmayı hedeflediği önemli projeleri vardı. Örneğin açılımlar... Demokratik açılım veya Kürt açılımı, Alevi açılımı, Roman açılımı. Bu konuda iddialı hedefler ortaya koymuştu iktidar partisi. Fakat şu ana kadar bu önemli demokratikleşme projeleri konusunda somut ilerlemeler sağlandığını söyleyebilmek güç. Ve ne yazık ki sonuç alınabilmesi için siyasal ve toplumsal uzlaşmanın büyük önem taşıdığı bu projeler de şu anda ayrışma, hatta neredeyse çatışma kaynağı haline gelmiş durumda.Bir başka önemli proje de anayasa değişikliği. 2007’den beri devam ediyor, yeni ve sivil anayasa tartışmaları. Son olarak hükümet dar kapsamlı bir anayasa değişikliği için referandumu da göze alarak harekete geçeceğinin işaretini vermişti. Ancak şu anda ondan da geri adım atılacağı anlaşılıyor. Çünkü 337 milletvekili olan AKP, gizli yapılacak oylamada fire riskini göze alamıyor. Dün konuştuğumuz CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a göre ise Başbakan Erdoğan’ın korktuğu risk, grubunun vereceği fire değil, referandumda alacağı sonuç. Yani, anayasa değişiklikleri 330’un üstünde ama 367’den az bir oyla Meclis’ten geçse bile referandumda halkın oyundan geçirilemeyeceği korkusu.Siyasetteki yüksek gerilimi sorduğumuzda da doğrudan Başbakan Erdoğan’ı suçluyor Deniz Baykal. Geçen hafta Meclis Genel Kurulu’nda yaşanan kavga da dahil bütün gerilimlerin sorumluluğunu iktidara ve Başbakan Erdoğan’a yüklüyor. Bu konuda özetle şunları söylüyor Baykal: “Başbakan her şeyi, her türlü işi çığrından çıkarmayı, her konuda çamura yatmayı strateji haline getirdi. Bizzat kendisi gerginlik kaynağı... Kayıkçı kavgaları ile Türkiye’nin temel sorunlarının üstünü örtmeye çalışıyor...” Baykal’a göre bugün başta gelen temel sorunlarından biri ekonomik krizin yarattığı toplumsal tahribat; işsizlik ve yoksulluk.Baykal, “Başbakan Erdoğan’ın bu sorunlara çare aramak yerine siyasi rakipleri ile kayıkçı kavgası yaparak gündem değiştirmeye, kayıkçı kavgalarıyla vakit öldürmeye, sorunların üstünü örtmeye çalıştığını” öne sürüyor. CHP olarak kendilerinin ise somut önerilerle toplumun dikkatini bu noktalara çekmeye gayret ettiklerini söylüyor. Genel seçimlerin normal tarihine 17 aydan fazla bir süre var ama artık iktidar da muhalefet de adımlarını seçim hesabına göre atıyor. Bu yılın sonbaharında bir baskın seçimi de herkes ihtimal dahilinde tutuyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dün görüşünü açıklamasının ardından artık kesinleşti ki, Türk Silahlı Kuvvetleri için yeni bir görev tanımı yapılacak. Yapılacakların ipuçları Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve hükümet yetkililerinin bir süredir yaptıkları açıklamalardan belli.Hükümet ilk iş olarak EMASYA diye adlandırılan protokolü yürürlükten kaldıracak. Askerin kentlerdeki güvenlik ve istihbarat yetkisi olmayacak. Mülki amir, yani vali toplumsal olaylarda gereklilik veya zorunluluk doğması halinde askeri birliklerden yine yardım isteyebilecek, alabilecek ama inisiyatif askerde olmayacak.Bunun için öyle uzun boylu müzakereye, hatta Başbakan’ın Genelkurmay Başkanı ile “paslaşma”sına da gerek yok. İçişleri Bakanı’nın imzalayacağı, “...tarih ve ... sayılı protokol yürürlükten kaldırılmıştır” biçiminde iki satırlık bir genelge yeterli. Genelkurmay, “protokolü tek taraflı iptal edemezsiniz” diye dava açacak değil.Bundan sonraki mesele, arzu edilmese, bugün için pek ihtimal dahilinde gözükmese de olabilecek vahim toplumsal olaylarda askerin nasıl devreye sokulacağının sağlam esaslara bağlanması olacak. Bunun da formülünü bulmak zor değil. EMASYA’dan önceki uygulamaya dönülür. İkinci ve daha önemli değişiklik ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde yapılacak. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi daha önemli, daha kritik bir konu. O konuda elbette Genelkurmay’la siyasi otoritenin paslaşması gerekecek. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in de dün açıkladığı gibi bu belge dört yılda bir yenileniyor. Halen yürürlükteki belgenin altında bu hükümetin imzası var. Öne çekilmez ise normal olarak 2011 yılında zaten yenilenecek. Ancak hükümet isterse yenilemeyi öne de çekebilir. Bugüne kadar Milli Güvenlik Siyaset Belgeleri genellikle Dışişleri bürokrasisi ile paslaştıktan sonra asker tarafından hazırlanıyordu. İç tehdit de dış tehdit de bu şekilde belirleniyordu. Nihai noktada hükümetler belki bir iki ufak tefek değişiklik yapıyor ama özü değişmiyordu belgelerin.Şimdi ise farklı bir yaklaşımla bu hazırlıkların yürütüleceği, farklı bir belgenin ortaya konacağı anlaşılıyor. Yani hükümet inisiyatifi ele alacak. Örneğin düne kadar Türkiye için önemli dış tehdit unsuru olarak görülen ülkeler şimdi tehdit listesinden çıkacak. Bazı ülkeler konusunda ciddi tartışmaların çıkması da muhtemel. Örneğin İran, İran’ın nükleer güç haline gelmesi tehdit olarak görülecek mi görülmeyecek mi?Sözkonusu belge birinci derecede gizliliğe haiz olacağı için bunu elbette bilemeyeceğiz.İkinci ve daha can alıcı nokta ise iç tehdit değerlendirmesi...Milli Güvenlik Siyaset Belgelerinde öteden beri en az dış tehdit ve riskler kadar hatta zaman zaman daha da ciddi iç tehditler sayılmış, buna yönelik tedbirler yer almıştı.Örneğin öteden beri bölücü tehdit hep yer almış bu belgelerde. 1980 öncesinde en önemli iç tehdit unsuru olarak “komünizm” görülmüştü. 90’larda ve sonrasında ise komünizm tehdidi düşmüş fakat “irtica” tehdidi zaman zaman bölücülük tehdidinin bile önüne geçmişti.Şimdi bunun değişeceği çok açık. Daha da önemlisi iç tehdide karşı alınacak tedbirler farklılaşacak. İç tehdide karşı alınacak tedbirler konusunda bugüne kadar birinci derecede rol üstlenen askerin rolü sınırlandırılacak. Diğer güvenlik ve istihbarat birimleri ön plana çıkacak.Polise ağır silah ithal yetkisi verilmesine ilişkin yasal düzenleme de belki bu hazırlığın bir parçası...
Başbakan Tayyip Erdoğan ve partisi anayasada en azından 5 -6 maddelik bir değişiklik yapabilmeyi çok arzuluyor. Hatta Meclis’te uzlaşma olmasa dahi referandum yoluyla bunu gerçekleştirmek de Erdoğan’ın planları arasında. Referandum süresinin 120 günden 60 güne indirilmesine dönük yasa değişikliği de bunun için yapılıyor.Henüz kesin biçimini almış değil ama hangi maddelerin değiştirileceği de aşağı yukarı belli. Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı ve üyelerinin atanmasına ilişkin düzenleme ilk sırada. İkincisi, askere sivil yargı yolunun açılmasına ilişkin değişiklik. Üçüncüsü de siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin hükümler. Bu üç konunun yanısıra duruma göre demokratikleşmeye ilişkin bir kaç hüküm daha pakete dahil edilecek.Peki bu düzenlemeler ne zaman yapılacak?Belli değil. Hatta yapılıp yapılamayacağı da belli değil.Çünkü Başbakan Erdoğan bu konuda gerçekten kesin kararını vermiş olsa, uzun hazırlıklara zaman kaybına gerek yok. Nasıl olsa CHP de MHP de uzlaşmaya kapalı olduğuna göre AKP tek başına bu değişiklikleri yapacak. Meclis’te 367 oy bulunamayacağına göre de değişiklikler referanduma gidecek. AKP’nin Meclis’teki üye sayısı 337. Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin oy kullanamayacağına göre geriye 336 kalıyor. Referandum koşuluyla anayasa değişikliğine 330 kabul oyu yettiği için matematiksel olarak herhangi bir sorun yok gibi gözüküyor.Ama acaba öyle mi?Bu işin öyle göründüğü kadar kolay ve risksiz olmadığı Başbakan Erdoğan’ın önceki gün TRT’de bazı gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin sorularını yanıtlarken dile getirdiği ifadelerden anlaşılıyor.“Bu yıl anayasa referandumu olur mu?” sorusuna şu çarpıcı yanıtı veriyor Erdoğan:“Bize kalsa arzu ediyoruz. Ama sayısal olarak grubumuz bıçak sırtında. Olayın bir de olumsuz yaklaşanı olabilir. Çünkü gizli oyla oluyor. Dolayısıyla riske etmek de istemiyoruz...” İşte Erdoğan ve kurmaylarının en temel kaygısı bu.Grubun fire verebileceği ihtimalinin yüksekliği...Çünkü, Kürt açılımı tartışmaları iktidar partisi içinde bir muhalefet hareketi yarattı. Sayıları belki fazla değil ama açılım tartışmalarından ve son dönemdeki siyasi gerilimden ciddi kaygı ve rahatsızlık duyan bir milletvekili grubu var AKP içinde.Bu da gizli oylamada anayasa değişikliğine 330’un altında “evet” çıkması ihtimalini, kaygısını doğruyor.Bu sorun belki BDP’nin desteği ile aşılabilir. Ama o zaman da BDP’nin temel taleplerinin de pakete eklenmesi gerekebilir. Örneğin demokratik açılım çerçevesinde vatandaşlık tarifi ve Kürtçe eğitim gibi...Bunun riskini de şu sözlerle ifade ediyor Erdoğan: “Sütten ağzımız yandı, şimdi yoğurdu üfleyerek yeme durumuna geldik. 411 paranoyası var...” Başbakan, MHP’nin desteğiyle 411 oyla kabul edilen türbanla ilgili anayasa değişikliğini kastediyor. Bu değişiklik Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildiği gibi, AKP hakkında açılan kapatma davasının da hem tetikleyicisi hem de çok önemli bir gerekçesini oluşturmuştu.O yüzden şimdi de değişikliklerin daha referanduma bile gitmeden Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi ve yürürlüğün durdurulması ihtimali kafalara takılıyor.O nedenle Erdoğan bu konuda bir süre daha zemin yoklayacak.
Türkiye’de bugün darbe tehdidi var mı yok mu? Darbeyi yapacağından kuşku duyulan kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başkomutanı Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, “yok” diyor. Muhalefet inanıyor. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, demokrasiye yönelik bir darbe riski olmadığını söylüyor. İktidar kanadı net bir şey söylemiyor, geçmiş yıllardaki darbe planlarını hatırlatıyor.Türkiye’nin bugün tartışmakta olduğu darbe planı (Balyoz) vahim ötesi iddiaları içeriyor.Camilerin bombalanması, yüzlerce insanın öldürülmesi...Yüz binlerce insanın tutuklanıp stadyumlarda toplanması...Tüyler ürpertici iddialar.Muhalefet bunlara inanmıyor, ihtimal vermiyor. İktidarın tutumu ise şu: Konu yargıya intikal etti, yargı gerekeni yapacak.Elbette yargı gerekeni yapacak. Ama o kadar mı?Özellikle de bu son olayda. Çünkü Balyoz Planı iddiasının daha önce ortaya atılan Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve benzeri plan iddialarından farklı bir yanı var.O planlar emekliye ayrılmış komutanların planlarıydı ve uygulanamamıştı da.Balyoz da uygulanmamış. Fakat, Balyoz planında adı ve sicil numarası geçen subayların çoğu hâlâ Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde ve kimi general rütbesinde kritik görevlerde.Eğer iddialar doğru ise “Yargı aydınlatacak” deyip geçiştirilebilir mi?Görevdeki subaylarla ilgili idari işlem yapılması gerekmez mi? Bu işlem için aylar, hatta yıllar sürecek olan yargı sürecinin beklenmesi mi gerekecek?Eğer devlet veya hükümette bu iddiaların doğru olduğu kanaati hakim ise hiç zaman geçirmeden idari soruşturmanın, idari tedbirlerin uygulanması gerekmez mi?İddialar doğruysa elbette gerekir.Ama ya değilse? O zaman da TSK’nın bu tür iddialarla yıpratılmasına, itibarsızlaştırılmasına başta hükümetin izin vermemesi gerekir. Ancak şu anda yapılan bu değil. Şu anda bu iddialar üzerinden iktidar da muhalefet de siyasi rant devşirme hesabı yapıyor.Genelkurmay, “TSK hukuka, demokrasiye saygılıdır. Yönetimlerin, iktidarların seçimle gelip seçimle gitmesinden yanayız” diye çırpınıyor. Siyasiler, özellikle de iktidar kanadı pek oralı değil. “Bakalım daha neler çıkacak” diyerek yeni darbe planı beklentilerini körüklüyor.Hesaplaşma, medya üzerinden, kamuoyu nezdinde TSK’yı itibarsızlaştırma hedefine uygun biçimde yürüyor. Darbenin değil, darbe planı iddialarının hesaplaşması.Zaten Türkiye’nin zengin bir darbeler geçmişi olmasına karşın darbe ve darbeci ile hesaplaşma kültürü yok.Geçmişte plan değil, ortalama on senede bir darbe gerçeği ile karşılaşmıştı Türkiye. Ve hiçbir zaman darbeyle, darbeciyle hesaplaşmaya gitmeyi düşünmemiş, düşünememişti. Darbeden sonra iktidara gelen siyasetçiler darbeci ile iyi ilişkiler içinde, uyum içinde olabilmeyi içine sindirmişti.Örneğin 12 Eylül darbesinin lideri hâlâ Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde ağırlanıyor, itibar görüyor.