Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, aylardan beri feryat ediyor, teminat veriyor: Türk Silahlı Kuvvetleri demokrasiye ve hukuka saygılıdır. Darbeci niyet ve eğilim taşıyan hiçbir personel TSK bünyesinde ba-rı-na-maz...Kamuoyunu hangi oranda ikna ettiğini kestirmek güç. Açık olan şu ki, ikna olmayan, inanmayan ciddi bir kesim var.Çünkü, TSK bünyesinde hazırlandığı iddia edilen darbe planlarına sürekli bir yenisi ekleniyor. Türkiye son iki yıldan beri darbeyle yatıyor darbeyle kalkıyor. Her gün yeni bir darbe hazırlığına ilişkin iddialar, belgeler ortaya dökülüyor. Bunların sonuncusunun adı “Balyoz”muş. Tüyler ürpetici, insanın kanını donduran dehşet bir plan. Eğer doğruysa, kendi uçaklarımız vurulacak, camiler bombalanacak yüz binlerce insan tutuklanıp stadyumlara toplanacak... İnanması güç.Zaten Genelkurmay da başından itibaren “inanmayın” diyor. “Bu iddialar akla, mantığa, vicdana aykırı” diyor.Fakat kafalardaki soru işaretlerini silmeye yetmiyor bu açıklamalar. O nedenle dün bir kez daha bu konuda açıklama yapma gereği duyuyor Orgeneral Başbuğ. Hem de “Vicdansızlara sesleniyorum” diyerek soruyor: “Allah Allah diye taarruz eden bir ordu, nasıl olur da Allah’ın evi olan camiyi bombalar? Vicdansızlara sesleniyorum, TSK’nın da sabrının bir sınırı var. Siz orduyu nasıl böyle itham edersiniz? Hiç mi vicdanınız yok?” Orgeneral Başbuğ “vicdansızlık” diyor ama öte yanda da Taraf Gazetesi’nin ortaya çıkardığı, ardından diğer gazete ve televizyonların da manşetlerini işgal eden darbe senaryoları var...Her gün birbirinden vahim, birbirinden dehşetengiz iddialar ortaya atılıyor.Kafalar karışıyor. Genelkurmay Başkanı “Bize inanın, güvenin, böyle bir şey olamaz” demeye getiriyor.Ama acaba ortalama haftada bir olağan görüştüğü Başbakan’ı, Cumhurbaşkanı’nı ikna edebiliyor mu?En azından Başbakan’ı ikna edemediği anlaşılıyor. Çünkü Başbakan Erdoğan, önceki günkü Sakarya mitinginde “Balyoz Darbesi” iddiaları konusunda şunları söylüyor:“Bu işler artık gizli kapılar arkasında kalmıyor. Bir gün bunların hepsi ortaya çıkıyor. Bundan sonra da kim bilir neler çıkacak...” Demek ki, Başbakan Erdoğan ikna olmamış. O nedenle üzerinden yedi yıl geçmiş olan bu hadise ile ilgili iddianın canlı tutulmasına katkı veriyor. Belki şimdilerde de benzer girişimler, benzer tehditler olabileceğinden kaygı duyuyor. Ama arada olan TSK’ne oluyor. TSK’nın itibarı aşınıyor. Her ne kadar Orgeneral Başbuğ, “O dönemler geride kaldı, herkes kendi payına gereken dersleri çıkardı” demiş olsa da TSK’nın darbeci geleneğini sürdürdüğü kanısı zihinlerde güçlendirilmeye çalışılıyor. Deyim yerindeyse balyoz TSK’nın itibarına vuruluyor.
Gazetelerin Ankara temsilcilerine ayrıntılı bilgi veren Genelkurmay ortaya atılan darbe iddialarını kesin bir dille yalanladı. Gündemdeki ’harp oyunu’yla ilgili sonuç raporunun üç yıl önce imha edildiği de açıklandı.Darbe iddialarının ardı arkası kesilmiyor. En son, en vahim iddia, 1. Ordu’nun plan tatbikatı seminerinde darbe ortamı hazırlamak için yapılması düşünülenler, konuşulanlar...Kaos ortamı yaratmak için camiler bombalanacak. Hava Kuvvetleri Ege’de kendi jetlerimizi düşürecek. Hükümet aciz gösterilecek. Gazeteciler dost - düşman diye ayrılacak, yüzbinlerce insan tutuklanıp stadyumlara hapsedilecek. Bankalara el konulup yeni hükümet kurulacak.Bu iddialar vahim ötesi...Ama gerçek mi?Genelkurmay, “değil” diyor, “Aklı ve vicdanı olan hiç kimsenin bunları kabul edemeyeceğini” söylüyor.Ancak kafalardaki soru işaretlerini giderebilmek zor.Çünkü iddiayı ortaya çıkaran Taraf Gazetesi elinde belgeler, ses ve görüntü kayıtları olduğunu söylüyor ve bunları da İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na teslim ediyor. Gerçek mi değil mi saptamasını yapmanın en kolay ve kesin yolu, bu belgelerin orijinalinin ortaya konması. Fakat elde o yok. Seminerin orijinal kayıtları yok. Genelkurmay’a gönderilen sonuç raporu da dört yıllık bekleme süresi dolduğu için 2007 yılında imha edilmiş. Peki gerçeği nasıl öğreneceğiz? Yargı süreci elbette önemli. Ancak bu arada Genelkurmay’ın önceki günkü yazılı açıklaması var; “Böyle bir şey olamaz” diyor o açıklama. Dünkü basın brifinginde de benzeri açıklamalar yapıldı. Ayrıca gazetelerin Ankara Temsilcilerine daha üst seviyede bilgilendirici bazı açıklamalar da yapıldı.Bu açıklamalardan çıkardığım sonuç şu: “TSK arşivinde Balyoz diye bir plan yok. Seminer yapılmış ama orada o tür vahim iddialar konuşulmuş olamaz...” Ortaya konulan iddiaları yüzde yüz yalanlayan bir belge, kayıt yok Genelkurmay’ın elinde. Yapılan açıklamalarda ve bilgilendirmelerde ifade edilenleri şu şekilde özetleyebilirim:İstanbul’da 5-7 Mart 2003 tarihlerinde bir plan semineri yapıldı mı?Evet yapıldı. Yıllık eğitim programları çerçevesinde her yıl değişen şartlara göre bütün birliklerde tatbikat programları yapılır. Programlı fiili tatbikatlar yapıldığı gibi bir de masa başında savaş oyunları yapılır.Yine savaş planları üzerinde günün değişen şartlarına göre bazı değişikliklere gidilip gidilmemesi üzerinde de programlı plan tatbikat seminerleri yapılır. Haberlerde adı geçen seminer 5 - 7 Mart 2003’te icra edilmiştir. Bu plan semineri 1. Ordu’nun taktik savaş planıdır. Planın adı “Balyoz” muydu?Hayır. Planın adı gizli olduğu için onu söyleyemeyiz. Ancak şu kadarını söyleyelim, “Balyoz” değil. Çarşaf, Sakal, Oraj gibi adlarla da herhangi bir plan adı mevcut değildir. O seminerde neler konuşulup tartışıldı?Bilemeyiz, ancak bu tür seminerler normal olarak 3 parçadan oluşmaktadır. Birincisi esas plan yani olası bir savaş durumunda 1. Ordu’nun görevleri. Taktik planları, işte tümenler nasıl konumlanacak, hangi birlik hangi görevi yerine getirecek bunun için gerekli sayı, teçhizat... Onlar tartışılır, o konudaki görüşler değerlendirilir. İkinci kısım, bütün harp planlarında olduğu gibi cephede savaş yürütülürken cephe gerisinin emniyeti... Geri bölgede düşmanın yapabilecekleri ve buna karşı alınacak önlemler. Buna yönelik olarak istihbarat, lojistik ve benzeri konular...Sıkıyönetim konusu da zaten anayasanın 122. maddesinde hükme bağlanıyor; savaş ve benzeri olağanüstü durumlarda başvurulacak bir yönetim uygulaması. Meclis’in sıkıyönetim ilanı durumunda yapılacaklar da konuşulup tartışılır, planlanır.Üç gün boyunca bütün bu konular tartışılır, değişik fikirler ortaya atılır ve bir sonuç raporu hazırlanır. Sonuç raporu sıralı olarak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ve Genelkurmay’a gelir. Bu rapora göre savaş planında değişiklikler, güncellemeler yapılır veya yapılmaz.Peki bu planlarda cami bombalaması, gazetecilerin dost düşman diye tasnifi, yeni hükümet oluşumu, bankalara el konulması gibi konular da yer alır mı veya seminerlerde konuşulur mu?Hayır kesinlikle. Bu akla mantığa, vicdana sığmayacak bir iddiadır. Öyle şey olmaz.Belgelerde olduğu iddia ediliyor. O belgelerin orijinali Genelkurmay’da var mı?Genelkurmay’da orjinal harp planları elbette var. Ama o planda öyle şeyler yok.Peki seminer tutanakları..?Hayır, onlar ne Genelkurmay’da ne Kara Kuvvetleri komutanlığı’nda ne de 1. Ordu’da mevcut değil. Seminer sonuç raporu..?2003’te seminerden hemen sonra gelmiştir ama süreli olduğu için dört yılın sonunda imha edilmiştir.Seminer’le ilgili olarak TSK’nın elinde herhangi bir tutanak ve belge yok. Ancak acaba merak edilip o seminere katılmış olan subaylara sözkonusu iddiaların gündeme gelip gelmediği soruldu mu?Hayır. Çünkü bu vahim iddiaların sorulması bile sanki öyle şeyler olabilirmiş izlenimini doğurur ki o da yanlıştır. TSK bünyesinde bu tür vahim iddiaların konuşulmak bir yana düşünülmesi bile sözkonusu olamaz.Belge ve seminer tutanaklarını 1. Ordu’da görevli bir personelin sızdırdığı ve bunun tespit edildiği doğru mu?Bilgi sızdıran bir personelle ilgili soruşturma devam ediyor 1. Ordu’da. Ancak onun bu olayla ilgisi yok. Ayrıca başka birliklerde ve Genelkurmay bünyesinde de bu tür bilgi sızdırmalarla ilgili olarak yürüyen çok sayıda soruşturma var. Bu kapsamda bazı tutuklamalar da yapıldı.Türkiye’yi üç günden beri ayağa kaldıran “Balyoz Planı” nın hazırlandığı öne sürülen seminerle ilgili Genelkurmay’dan alınan bilginin özeti bu.Genelkurmay, sözkonusu seminerde uçak düşürmek, cami bombalamak, insanları tutuklayıp stadyumlara hapsetmek, gazetecileri tasnif etmek gibi konuların konuşulmuş olacağına kesinlikle ihtimal vermiyor. Olayı yargının aydınlatacağını düşünüyor.Bu olay da TSK’ya karşı yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekatın bir parçası olarak değerlendiriliyor. Zamanlama anlamlı bulunuyor, Kozmik oda aramalarının tamamlanması, Kafes Planı, Anayasa Mahkemesi’nin yargılama ile ilgili iptal kararı ve bu gelişmenin çakışmasına dikkat çekiliyor.
Referandum süresini kısaltmayı öngören düzenleme henüz yasalaşmadı. Ancak anayasa tartışması giderek tırmanıyor. Hem anamuhalefet CHP hem de MHP anayasa değişiklikleri üzerinde değil uzlaşma, bu meseleyi konuşmaya bile karşı çıkıyorlar. Hatta AKP’nin ne yapmak, yani anayasada ne yönde değişiklik yapmayı tasarladığı konusuyla da ilgili değil muhalefet. Sadece tahmin üzerine görüş açıklıyorlar, karşı olduklarını ilan ediyorlar. İktidar da ne gibi düzenlemeler yapacağını resmen ilan etmiş değil. Sadece bazı zihni ekzersizler ve bir de parti içinden veya dışından yapılan tahmini açıklamalar var ortada.AKP’li politikacılar örnek verirken “YÖK meselesi” diyorlar. Oysa düne kadar, daha doğrusu AKP 2002 sonunda tek başına iktidar oluncaya kadar örneğin CHP’de YÖK reformu istiyordu. Hatta MHP de YÖK yasasından rahatsızdı, onlar da yeni bir anayasal düzenlemenin yararlı olacağı kanaatindeydi. Peki AKP bugün sadece bu konuyla sınırlı bir anayasa değişikliği önerse, kabul ederler mi?Hayır...AKP ne getirirse getirsin anayasa değişikliğini tartışmamaya kararlı olduklarını dün hem Deniz Baykal hem de Devlet Bahçeli net biçimde ilan ettiler. Her iki liderin ortak noktası şu: Seçimden önce, yani AKP çoğunluğu ile hiçbir anayasa değişikliği yapılmamalı...Devlet Bahçeli “Hükümetin getireceği anayasa değişiklik teklifine güven duymamız mümkün değildir” diyor.Her iki muhalefet partisi de Erdoğan’ın deyimiyle “niyetini okuyor” AKP’nin anayasa değişikliği konusunda. Bahçeli, anayasa değişikliği ile “cumhuriyetin ve devletin temel ilkelerini yıkmaya dönük faaliyetlere meşruiyet kazandırılmasının amaçlandığını” söylüyor ve çok sert bir de tehdit savuruyor iktidara:“Bu yolu tercih ederlerse bedelini öderler. Bu yola tevessül edenlerin laikliğe karşı eylemlerin odağı olma suçunun yanında, milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik eylemlerin odağı haline geleceklerini hatırlatırım...” Aslında bugün dar veya geniş kapsamlı anayasa değişikliği konusunda iktidar partisinin en ciddi handikapı, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği mahkumiyet kararı. Evet Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatmadı ama öyle bir hüküm verdi ki kapatmak kadar kötü...“Laiklik karşıtı eylemlerin odağıdır...” İşte Yüksek Mahkeme’nin iktidar partisi ile ilgili 1’e karşı 10 oyla verdiği kesin hüküm bu.Dün hem Devlet Bahçeli hem de Deniz Baykal iktidar partisine yüklenirken bu hükme gönderme yaptılar. Bahçeli, iktidarın anayasa değişikliği ile bölücülüğe zemin hazırlayacağı kaygısını dile getirirken, Deniz Baykal ise daha çok yargı bağımsızlığı üzerinde durdu. Baykal’a göre hükümet yargıyı kesin hakimiyeti altına almak istiyor. Onun için de anayasadaki son engelleri kaldırmayı hedefliyor.“Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla anayasaya karşı eylemlerin odağı haline geldiği hükme bağlanmış bir parti anayasayı değiştiremez” diyor Deniz Baykal.Aslında iktidar-muhalefet ilişkilerinin bu kadar gergin seyrettiği bir ortamda Anayasa Mahkemesi’nin AKP ile ilgili o hükmü olmasa da uzlaşmaya dayalı bir anayasa değişikliği mümkün değil. Buna rağmen AKP ısrarlı olur referandumu zorlar mı?Zorlayabilir, sonuç da alabilir. Ancak acaba bu ülkenin hayrına olur mu? Demokratikleşme zeminini mi güçlendirir, toplumsal kutuplaşmayı daha tehlikeli boyutlara mı tırmandırır? İkinci şık daha ağır basıyor...
Adalet ve Kalkınma Partisi, anayasa değişikliği atağı için koşulların olgunlaşmasını bekliyor. Eğer koşullar olgunlaşırsa uygun bir zamanlama ile bir taşla birkaç kuşu birden vurmayı planlıyor iktidar partisi.Bugün Meclis Anayasa Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak olan referandum yasası bu planın hazırlığı.İktidar partisi, anayasa değişikliği konusunda muhalefetle uzlaşamayacağını görüyor. Tek başına anayasa değişikliği için gerekli olan 367 oyu yok. Fakat, riskli bir girişim olsa da 330 oyla da anayasa değişikliği mümkün. Ona yetiyor AKP’nin oyu.Ancak 330-367 arasında bir çoğunlukla kabul edilen anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girebilmesi için referandum kaçınılmaz.Şimdilik AKP anayasa değişikliği konusunda ortaya net bir plan koymuş değil. Sadece referandum olasılığına karşı hazırlık yapıyor. 120 gün olan referanduma hazırlık süresi 45 güne indiriliyor.Bu değişikliğin hemen ardından anayasa değişiklik paketinin gündeme gelip gelmeyeceği, gelirse hangi maddelerde değişiklik yapılacağı şimdilik sır.Bu konuda bugün kulislerde konuşulanlar spekülasyondan ibaret.AKP’nin anayasa referandumundan hedeflediği sadece ihtiyaç duyduğu anayasa değişikliklerini seçimlerden önce gerçekleştirmek değil. Bundan daha da önemlisi, seçim öncesinde muhalefetle inatlaşarak gideceği referandum sandığından “evet” çıkararak muhalefete karşı psikolojik üstünlük sağlamak. İkincisi de yargı alanında yapmayı hedeflediği bazı düzenlemelerin önünü açabilmek.Özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısından öteden beri şikayetçi hükümet. Kurul’un hemen her toplantısının sorunlu başlayıp sorunlu bitmesi, Yargıtay atamalarının gecikmesi Kurul’un hakim üyeleri ile hükümet kanadı arasındaki uzlaşmaz çelişkilerden kaynaklanıyor. Hükümet bu uzlaşmaz çelişkiyi giderebilmenin yolunu Kurul’un yapısını tümden değiştirmekte görüyor. Bu düzenleme hükümet açısından demokratikleşme ve yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi yönünde reform niteliğinde bir adım olacak. Muhalefet ve yargı çevrelerinin görüşü ise tam aksi yönde. O kesim hükümetin bu düzenleme ile yargıyı büyük ölçüde kontrolü altına alma girişimi olarak görüyor.O nedenle bu yöndeki düzenlemelerin varolan toplumsal ve siyasi kutuplaşmayı daha da derinleştirmesi, sadece bu konunun referanduma götürülmesinin süreci çok gergin bir noktaya çıkarabileceği biliniyor.Ancak referandum sadece bu düzenlemeyle sınırlı olmayacak bunun yanısıra muhalefetin de itiraz edemeyeceği bazı anayasa değişiklikleri de gündeme alınacak.Örneğin genel seçimlerde temsil düzeyinin arttırılmasına dönük bir hüküm. Türkiye milletvekilliği modeli ile baraj altında kalan partilerin de birer-ikişer milletvekiliyle Meclis’te temsilini sağlamak.Koşullar olgunlaştığında anayasa paketi Meclis gündemine getirilecek. AKP bu hamle ile birden fazla kuşu tek taşla vurmayı hedefliyor. Turgut Özal’ın 1988’de denediği gibi. Özal’ın taşı ters tepmiş, kendi partisini vurmuştu. Acaba AKP bu yolla muhalefetin kanadını kırabilecek mi?
Davutoğlu’ndan ’yeni bir açılım’ için İsrail’e 6 şart:* Barışçıl bir dil kullanmalı * Barışçıl bir politika uygulanmalı * Bölge halklarına saygılı davranmalı* Gazze’ye uygulanan ambargo kalkmalı * Doğu Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya uygulanan baskılar kalkmalı * Obama ve uluslararası toplumun barış çabalarına destek olmalı Davos’ta geçen yıl Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “one munite” çıkışıyla başlayan İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Büyükelçi Oğuz Çelikkol’a yaptığı saygısızlıkla doruğa ulaşan İsrail ile ilişkilerdeki kriz özür mektubu ile aşıldı. Ancak iki ülke arasındaki ilişkiler hala hassas, hala gerilimli.Peki son krizden ve özür mektubundan bir hayır doğar mı? Bir yıldan beri giderek kötüleşen Türkiye-İsrail ilişkilerinde bu özür mektubundan sonra yeni bir süreç başlayabilir mi? Yeniden karşılıklı güvene dayalı bir işbirliği dönemi açılabilir mi?Soruyu önceki gece Zagrep’te Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na sorduk. “Olabilir, biz olmasını çok isteriz” dedi Dışişleri Bakanı, “ama” eklemeyi de ihmal etmedi:“Olabilir ama bundan sonra uygun davranılması lazım. Bizim İsrail’den beklentilerimiz çok net. Barışçıl bir dil ve barışçıl bir politika izleyin diyoruz. Başta Filistin olmak üzere bölge halklarına saygılı davranın diyoruz...” Davutoğlu İsrail ile ilişkilerin geleceği konusunda koşullu iyimser. “İsrail ile çok iyi olan ilişkilerimiz geçen yıl nasıl bozulduysa aynı şekilde düzelebilir” diyor. İlişkilerin düzelmesi için gerekli koşulları da şöyle sıralıyor Davutoğlu: “Bunun için Gazze’ye uygulanan ambargo kalkmalı. Doğu Kudüs ve Mescid-i Aksa’da uygulanan baskılar kalkmalıdır. ABD Başkanı Obama ve uluslar arası toplumun barış yönündeki çabalarına destek olunmalı. İsrail eğer bunu yaparsa sadece bizimle değil tüm bölge ile ilişkilerini normalleştirebilir. Bizim İsrail’e tepkimizin insani yönü Gazze saldırılarıdır. Kültürel yönü, Kudüs ve Mescid-i Aksa’dır. Siyasi yönü ise barış sürecindeki tıkanıklıktır...” İsrail’in uluslar arası toplumdan kendisine ve uyguladığı saldırgan politikalara yönelik eleştirilere karşı kullandığı anti semitizm kalkanına da değinen Davutoğlu, “Türkiye de anti semitik bir tutum sözkonusu değildir. Sorun İsrail’in politikalarındaki yanlışlardır” diyor. Şu örneği veriyor:“Niye ilişkilerimiz 2008’e kadar bu kadar iyiydi de bugün bu kadar kırılganlaştı? Tamamıyla İsrail’in tutumu yüzünden... İsrail’le ilgili tepkiler hemen anti semitizm suçlaması ile eşleştiriliyor. Bu yanlış. Şimdi İran nükleer hadisesi yüzünden eleştirildiğinde buna İslamafobi mi deniyor? Hayır. Ama İsrail politikaları tenkit edildiğinde hemen anti semitizm diye adlandırılmaya çalışılıyor, öyle bir hava yaratılmaya, suçluluk duygusu oluşturulmaya çalışılıyor. Ancak Türkiye’nin böyle bir suçluluk duygusu yok. Tarihinde yok. Tarihte Yahudiler ne zaman zor duruma düşmüşse Türkiye onlara güvenli bir sığınak olmuştur hep. Biz hiçbir zaman anti semitik olmadık, olmayacağız. Ama İsrail yönetiminin hatalarını eleştirmekten de geri durmayacağız.”
Başlangıçta anayasal devlet kurumları arasında güven bunalımından, uygulamadaki bazı yetki sıkıntılarından söz ediliyordu. Son dönemdeki durum bunun çok ötesinde. Bugün artık durumu açıklamak için “güven bunalımı” değerlendirmesi çok hafif kalıyor. Bugünkü tablo tam anlamıyla çatışma, hatta devlet krizi tablosu.Ancak Başbakan Erdoğan “hayır” diyor. Bu yöndeki tespit ve değerlendirmeleri reddediyor. Reddetmenin de ötesinde muhalefet liderlerini, bu yöndeki açıklamaları nedeniyle sorumsuzlukla suçluyor.Dün partisinin grup toplantısında bu konuya değinirken şunları söylüyor Başbakan Erdoğan:“Kurumlarımız arasında uyumsuzluk ve sıkıntı olduğu yönünde bir görüntü oluşturmaya çalışmak büyük bir yanlıştır, Türkiye’ye zarar verecek bir sorumsuzluktur. Muhalefeti bir kez daha sorumlu davranmaya davet ediyorum; sözlerini, kelimelerini, kavramlarını iddia ve ithamlarını gözden geçirmeye davet ediyorum...” Yani Başbakan Erdoğan bugün toplumdaki yaygın kanaatin aksine son aylarda yaşananları, olup bitenleri, “devletin normal işleyişi” olarak görüyor. Telefon dinlemelerini, yüksek yargı organları ile hükümet arasındaki gerilimli ilişki düzenini, Adalet Bakanı ve Hükümet ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yargıç üyeleri arasındaki çatışmayı olağan mı saymak gerekiyor? Yargıtay Başkanı’nın “savunma durumundayız” ifadesi ne anlam taşıyor? Kime karşı savunma pozisyonunda yüksek yargı?Türk Silahlı Kuvvetleri içinde hükümeti devirmeye dönük komplo iddialarının ardı arkasının kesilmiyor olması normal sayılabilir mi?Başkent sokaklarında askerle polisin birbirini sobelemesi, askerlere ait araçların okyanus ötesinden gelen bir ihbar telefonu ile durdurulup saatlerce aranmasında hiç mi anormallik yok?Askerlerin Başbakan Yardımcısı’na suikast yapacağı iddiası nasıl hafife alınabilir?Örnekler çoğaltılabilir... Ancak bütün bunları olağan görüyor Başbakan. Belki de Türkiye’yi demokratikleştirmenin, dönüştürmenin, demokrasiyi, milli hakimiyeti asker vesayetinden kurtarmanın zorunlu sonucu olarak değerlendiriyor. İktidar partisinin yöneticileri ve bakanların çoğu da öyle görüyor. Ama ya partinin içi nasıl? Dünkü grup toplantısında Başbakan Erdoğan’ın bu yöndeki konuşmalarını dinleyen, alkışlayan milletvekillerinin azımsanmayacak bir bölümü aksini düşünüyor. Tıpkı muhalefetin söylediği gibi anayasal devlet kurumları arasındaki çatışmanın tehlikeli bir noktaya doğru ilerlemekte olduğu kaygısını taşıyor bazı iktidar milletvekilleri.Sayıları belki fazla değil ancak azımsanmayacak sayıdaki milletvekili gelişmelerden kaygılı, rahatsız. Açılım sürecinden, açılım sürecinde yaşanan gelişmelerden, Habur görüntülerinden rahatsız. Asker-hükümet ilişkilerindeki, yüksek yargı ile Adalet Bakanlığı arasındaki gerginlikten, telefon dinlemelerinden kaygılı. Özetle iktidar grubunda küçümsenmeyecek sayıdaki milletvekili “Bu gidişin hayırlı olmadığı” düşüncesinde.Dün Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın eski arkadaşı, AKP’nin eski kurucusu şimdiki Türkiye Partisi Genel Başkanı Abdüllatif Şener’e eski partisi içindeki son gelişmeleri sorduğumda şunları söyledi:“Gelişmelerden rahatsızlık duyan milletvekili sayısı sizin tahminlerinizin çok ötesinde. Şimdilik bir kısmı korktuğu için, bir kısmı başka nedenlerle seslerini çıkarmıyorlar. Ama önümüzdeki günlerde AKP’de önemli gelişmeler olabilir...” Acaba Erdoğan, bu rahatsızlıkları, kaygıları giderebilecek mi?
Türkiye nereye gidiyor? Siyasi iktidar, asker, polis, yargı başta olmak üzere devlet kurumları arasındaki gerilim neyin işareti? Devlet organları çatışıyor mu? Gelişmeler, ülkenin içine sokulduğu rota, bizi gerçek demokrasiye mi götürüyor yoksa bazılarının iddia ettiği gibi kaosa, tek parti diktasına mı sürüklüyor?Son dönemde ülke gündemiyle ilgili hemen bütün tartışmalar bu sorular ekseninde yürüyor. Ve en tepedeki siyasetçiden medyaya, toplumun hemen tüm kesimlerine kadar bu noktada da derin bir bölünme, cepheleşme yaşıyor Türkiye. Devletin anayasal organları arasındaki çatışma görüntüsünü dün CNN Türk’te Hasan Cemal ve Cengiz Çandar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sordular. Bu soru Cumhurbaşkanı’na daha önce de sorulmuştu. Gül eski yanıtını tekrarladı. Cumhurbaşkanı’na göre devlet kurumları arasında çatışma, gerilim söz konusu değil. Olsa olsa alt düzeyde teknik ayrıntılarda bazı anlaşmazlıklar, yetki uyuşmazlıkları olabilir, diyor Cumhurbaşkanı.Ülkenin genel gidişatından, demokratikleşmeden memnun ve gelecek açısından da umutlu olduğunu söylüyor Cumhurbaşkanı Gül.Acaba gerçekten memnun mu yoksa topluma moral aşılamak için mi öyle söylüyor?Eğer gerçekten Cumhurbaşkanı, Ankara’da özellikle son haftalarda yaşananlarda yadırganacak bir durum olmadığını görüyor ve söylüyorsa birileri Türkiye’yi, hepimizi yanıltıyor demektir.Örneğin Genelkurmay Başkanı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı asimetrik psikolojik harekat yürütülüyor” diye şikâyet ediyor. Yargıtay Başkanı, “Savunma durumundayız” diye yakınıyor. Telefon dinlemelerinden duyduğu kaygıyı ifade ediyor.Polis sokakta albayları, binbaşıları yakalıyor. Vahim suikast iddiaları ortaya atılıyor. Genelkurmay’ın kozmik odalarındaki devlet sırları günlerdir didik didik ediliyor. Bunları, normal, olması gereken, olağan gelişmeler olarak değerlendirebilmek güç.Ayrıca, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın kaygı duymadığı, olağan saydığı bu gelişmeler, muhalefet tarafından kaygı verici olarak değerlendiriliyor. Örneğin DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk, yaşananları “Devletin çivisi çıktı” diye değerlendiriyor.Dün konuştuğumuz CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın değerlendirmesi daha da çarpıcı. Baykal’ın Cumhurbaşkanı ile uyuşan tek tespiti, çatışmanın kurumlararası olmadığı.Ancak hemen ardından şunları ekliyor Baykal:“Bugün Türkiye’de görülmedik biçimde şiddetli bir çatışma ortamı var. Fakat söylendiği gibi anayasal kurumlar birbiriyle çatışmıyor. Hükümet, devletin, cumhuriyetin temel anayasal kurumları ile çatışıyor. Bu kurumlara karşı savaş yürütülüyor...” Genelkurmay Başkanı’nın “asimetrik psikolojik harekat” yakınmasını değerlendirirken de çok önemli bir iddia ortaya atıyor:“Bu asimetrik kampanya niye var? Bu kampanyayı veya harekatı kimler yürütüyor? Bunlar bilinmiyor mu? Elbette biliniyor. Arkasında hükümet olmadan böyle bir kampanya yürütülebilir mi?” Yani askere karşı yürütülen bu kampanyanın hükümet tarafından himaye gördüğü kanaatini taşıyor Deniz Baykal.Baykal’a göre bugün ülkede olup biteni herkes görüyor, neyin ne için yapıldığını da biliyor. Ama, ne kanaat önderleri, ne yazar çizerler, ne sivil toplum örgütleri, ne de devlet kurumlarının tepesinde bulunanlar açık açık olup biteni söyleyemiyor.Bu durumu da “korku” ve “yılgınlığa” bağlıyor Deniz Baykal.Bu durumdan çıkışın tek çözüm yolu bulunduğunun altını çiziyor Baykal: Seçim...
Hükümet son çeyrek asrın en iddialı ulusal projesini hayata geçirme iddiasında. “Anaların gözyaşını dindireceğim, 80 yıldır çözülemeyen Kürt meselesini çözeceğim” diye yola çıkıyor. Yola çıkıyor ama yol hazırlığının, elle tutulur, tutarlı, gerçekçi bir yol haritası olmadığı da her adımda bir kez daha ortaya çıkıyor.Önce 19-20 Ekim günlerinde Habur’da yaşananlar; kamuoyunda infiale neden olan görüntüler.DTP’nin kapatılması ve sonrasında yaşananlar.Ardından başta Güneydoğu olmak üzere bazı kentlerdeki sokak olayları...Geçen hafta başlatılan KCK operasyonları kapsamında gözaltına alınan çok sayıda DTP’li belediye başkanı ve politikacı.Tam bu gelişmelerin neden olduğu gerilimin nasıl düşürüleceği tartışılırken dün yepyeni bir sorun ortaya çıktı. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin zorla ifadeye getirilmesi kararı. Bu gerçekleşmeyince de “Görüldükleri yerde gözaltına alınmaları” kararı...Kriz yeni ama sürpriz değil. Meselenin başlangıcı Nisan ayında. Çünkü ilk duruşma Mayıs ayındaydı ve mahkeme, Nisan ayında söz konusu milletvekillerinin ifade vermesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tebligat göndermişti. O gün durumun vehametini gören TBMM Başkanı Köksal Toptan, sudan bir gerekçe ile mahkemeye bir yazı göndermiş (milletvekillerinin seçim bölgelerindeki yoğun çalışmaları nedeniyle tebligatın ulaştırılamadığı yönündeki yazı) ve çözüm için süre kazanmıştı. Eylül ayına ertelenen duruşmaya kadar Meclis’in önünde çok uzun bir süre vardı. Ve eğer bu sorun çözülmek isteniyor ise yapılacak işlem son derece basit. Anayasa’nın yasama dokunulmazlığı ile ilgili 83. maddesinde bir cümlelik değişik...İktidar partisi başlangıçta sorunun çözümü için yoğun bir çalışma içine girmiş gibi göründü. Adalet Bakanlığı, Meclis komisyon başkanlıkları harekete geçti. Nasıl bir formül bulunacağı, usul yasası değiştirilerek sorunun üstesinden gelinip gelinemeyeceği araştırıldı. Anayasa değişikliğinin nasıl yapılabileceği tartışıldı. Fakat hiçbir şey yapmadı hükümet. Kürt sorununu çözmek gibi iddialı bir hedefe yürümek isteyen bir siyasi iktidarın sorun çıkaracağını bile bile bu meseleyi bugüne kadar kulak arkası etmesini anlayabilmek güç.Aslında güç değil. Çünkü “dokunulmazlık” maddesi el yakıyor. Dokunulmazlıkları mevcut haliyle korumak istiyor iktidar. Oysa bizim anayasamızdaki dokunulmazlık hiçbir batı demokrasisinde yok. Hiçbir batı demokrasisi hırsızlık, suistimal, rüşvet ve benzeri yüz kızartıcı suç isnatlarını dokunulmazlık kapsamında görmüyor. Ama bizim sistemimiz görüyor. Bu tür yüz kızartıcı suç isnatlarını, hatta trafik suçlarını bile dokunulmazlık kasmanda tutan bugünkü sistem ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek bazı suç isnatlarını ise dokunulmazlık kapsamı dışında tutuyor.İşte eski DTP’li yeni BDP’li milletvekillerini “zorla götürülme” riski ile karşı karşıya getiren suç isnadı da bu kapsamda. Konuşma ve demeçlerinde “bölücülük propagandası” yaptıkları iddiası ile zorla ifadeye getirilmeleri isteniyor milletvekillerinin.Böyle bir uygulama yasal çerçevede kaçınılmaz olabilir. Ancak şimdiye kadar zaten epey darbe almış olan açılım sürecine ciddi bir darbe daha indireceğine kuşku yok.