Siyasetin, daha doğrusu iktidarın bir türlü netleştiremediği veya netleştirmek istemediği iki konu var. İkisi de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü yakından ilgilendiriyor.Birincisi AKP’nin, daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kafasında Türkiye’nin mevcut sistemini değiştirip başkanlık sistemine geçmeye dönük bir projesi var mı yok mu?Belli değil...Yine bununla bağlantılı ikinci konu ise Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresi.Gül’ün en fazla canını sıkan konu hiç kuşku yok ki görev süresi ile ilgili tartışmanın sürekli sıcak tutulması, ortada bırakılması.Bu konuda kendisi konuşmuyor. Ama zaman zaman danışmanları konunun açıklığa kavuşturulması gerektiğini söylüyor.Üç hafta önce Başdanışmanı Ahmet Ertürk verdiği bir demeçte “Cumhurbaşkanı’nın bu konuya çok canının sıkıldığını” belirterek görev süresinin açıklığa kavuşturulması gerektiği çağrısında bulundu. Ama iktidar partisinden yine ses çıkmadı.Cumhurbaşkanı Gül, Strasbourg yolunda gazetecilerle sohbet ederken, görev süresi için “5 yıl mı 7 yıl mı” diye sorulunca, “Bu konuya girmem” deyip konuyu değiştirmiş.Zaten bu nazik konuya girebilmesi çok zor.Ne diyecek?“Benim görev sürem 5 değil, 7 yıldır. Çünkü benim seçildiğim zaman anayasa cumhurbaşkanının görev süresini 7 yıl öngörüyordu. Bu benim kazanılmış hakkım” mı diyecek?O yüzden susuyor Gül ama bu konudan sıkıldığını da belli ediyor. Bu konudaki soruları iktidar çoğunluğunun yanıtlamasını, kamuoyunu rahatlatmasını tercih ediyor.Ama ne Erdoğan ne de AKP sözcüleri net bir şey söylemiyor.Bu konuda sadece 1 Ekim 2010’da Cumhurbaşkanı Gül’ün Meclis açış konuşmasının ardından AKP’nin etkili isimlerinden bir bakan şu değerlendirmeyi yapmıştı:“Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i açış konuşmasını dikkatli okursanız görev süresinin ne olduğunu orada görürsünüz...”Fakat o konuşmada cumhurbaşkanının görev süresi ile ilgili tek bir sözcük yoktu.Bu hatırlatıldığında gülerek şunu söyledi o bakan:“Meclis’in görev süresinin 4 yıla indiğini söylemedi mi Cumhurbaşkanı? Söyledi. O zaman eğer Meclis’in görev süresi 4 yıla inmişse, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi de 5 yıla inmiş demektir. Burada kazanılmış hak falan olmaz...”Yani AKP aslında Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin 2012’de dolacağını düşünüyor. Ama şu anda 2012 tartışmasını açmak istemiyor. Aynı şekilde Cumhurbaşkanı’nın “çekincem var” dediği başkanlık sistemi tartışmalarını da açık tutuyor AKP.Aslında bu iki konu da AKP ve Tayyip Erdoğan açısından 12 Haziran milletvekili genel seçimlerinin sonucuna bağlı. Seçimde AKP’nin şu ana kadar yaptırdığı bütün anketlerin tersine sürpriz bir sonuç çıkar, kılpayı iktidar veya iktidar çoğunluğu kaybedilirse Gül’ün süresi belki 7 yıla uzayabilir. Ama AKP umduğu gibi bir çoğunluğu elde eder, anayasayı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğa ulaşırsa o zaman kimsenin kuşkusu olmasın ki Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 5 yıl olur. Yani Gül’ün görev süresi 2012’de yeni anayasa ile birlikte noktalanır.Bu konuda Başbakan Erdoğan’ın 18 Nisan 2010 günü ATV’de yaptığı açıklamalar büyük önem taşıyor. Erdoğan o gün ATV’de gazetecilerin sorularını yanıtlarken, “sistemin rahat ve verimli çalışması açısından başkanlık sistemine sıcak baktığını” söylemişti.2007’deki anayasa değişikliği ile yürürlüğe giren cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi hükmünü, “Başkanlık sistemine geçişin alıştırması” diye nitelemişti.Bakanlık sistemine geçilmesi halinde kuvvetler ayrılığı ilkesinin nasıl işleyeceğini anlatıp, bakan sayısının 14 - 15’e indirileceğini, her bakanın 2 - 3 yardımcısı olacağını söyleyince şu soru sorulmuştu Erdoğan‘a:- Sizin kafanızda bir proje olduğu belli...Yanıtı kısaydı:- Model var tabii... 2011’den sonraki süreçte (yani seçim sonrasında) bunu halka götürebiliriz. Halkın kabul etmesi halinde bu adım atılabilir.Evet, bu konuda Erdoğan, Gül’den farklı düşünüyor, başkanlık sistemi konusunda hiç bir çekincesi yok, aksine faydalı olabileceğini düşünüyor.Başbakan Erdoğan’ın bugünkü mevcut başbakan yetkilerini de alarak “Başkan” sıfatıyla Çankaya’ya doğru yola çıkması sürpriz olmaz.Her şey 12 Temmuz’da çıkacak sandık sonucuna bağlı...
Merkez Bankası’nın “ince ayar” diye nitelenen finansal istikrar yönünde aldığı para politikasını sıkılaştırma yönündeki ekonomik kararlar, Türk ekonomisindeki temel dönüşüm yönünde ilk adımın atıldığı 1980 kararlarının yıldönümüyle çakıştı.Tarihe 24 Ocak Kararları diye geçen en önemli, en kritik istikrar kararlarının önceki gün 31. yıldönümüydü.Şu anda Darüşşafaka Cemiyeti Başkanı olan Zekeriya Yıldırım (Bir dönem Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı ve Başkan Vekilliği görevlerinde de bulunmuştu) 24 Ocak’ın 31. yıldönümünde kendi ifadesiyle bir nostalji yemeği ve sohbet toplantısı düzenledi.Urla’daki Daruşşafaka Cemiyeti Rezidansı’ndaki toplantıda 24 Ocak kararlarının alınmasında emeği geçen teknik kadronun önemli isimleri vardı. Dönemin DPT Müsteşarı Yıldırım Aktürk, Hazine Genel Müdürü Tevfik Altınok (Daha sonra Hazine Müsteşarlığı görevinde de bulundu), Hazine Genel Müdür Yardımcıları Gazi Erçel (daha sonra Merkez Bankası Başkanı oldu) ve Çetin Hacaloğlu o günlerde yaşananları, anılarını anlattılar. İş dünyasından Şinasi Ertan (Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın eski başkanı), Meral Zaim, Ali Naili Kubalı, Davut Ökütçü, İsmet Yorgancılar ve Yılmaz Doğanca’nın yanı sıra o dönemde gazeteci olarak 24 Ocak kararlarının alınması ve uygulanması sürecini izleyen Yalçın Doğan, Osman Arolat ve beni de bu toplantıya davet etmişti Yıldırım.Yemekli toplantıda alınan kararların uygulanmasındaki güçlükler, eksiklikler konuşuldu. Herkes hemfikir oldu ki, 24 Ocak kararları Türk ekonomisi için çok önemli bir makas değiştirme operasyonuydu. Türk ekonomisinin bugün geldiği noktada hiç kuşku yok ki o kararların büyük rolü olmuştu.Kuşkusuz kararların iki mimarı vardı; Başbakan Süleyman Demirel ve dönemin güçlü Başbakanlık Müsteşarı ve DPT Müsteşarvekili, ekonominin patronu Turgut Özal.Yıldırım Aktürk, Özal’ın yardımcısı olarak katıldığı Bakanlar Kurulu’nda kararların görüşülmesi sırasındaki havayı şu sözlerle aktardı:“Başbakan Demirel kararname taslaklarını (dolar kurunun 47,10 TL’den 70,0 TL’ye çıkarılması, gübre fiyatlarına yüzde 500 zam yapılması da bu kararların içindeydi) bakanlara dağıttı. Diyor ki:- Beyler 45 dakika süreniz var, okuyup imzalayın...Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen itiraz ediyor:Efendim ben iktisat eğitimi aldım. Bu işlerden anlarım öyle 45 dakikada bunları inceleyemeyiz. İyice okuyup ne getirip ne götüreceğine bakmamız lazım...Demirel sözünü kesiyor:- Hayrettin Bey uzun uzun incelemek istiyorsan gruba dönersin (yani bakanlıktan istifa edersin), orada bol bol vaktin olur...Sonuçta kararlar tartışmasız biçimde imzalanıyor.Bu arada kararların teknik çalışmalarının yürütüldüğü ortamlarda yakıt yokluğu nedeniyle kaloriferler yanmıyor ve herkes kazakla paltoyla çalışıyor. Tevfik Altınok kararlardan iki gün önce Turgut Özal’ın kendisini arayıp “Bizim eve gel ama nerde olduğunu kimseye söyleme. Karın dahil” diyor.Dolar 47,10’den 70 TL’ye çıkarsa ne olurun hesabını yapacak Altınok. Özal’ın evinin hemen her odasında birileri kararların bir bölümünü hazırlıyor, Altınok’a da mutfak düşmüş.Bu arada Ankara’da Enerji Bakanı Esat Kıratlıoğlu Altınoku’u arıyor ama bulamıyor. Çünkü bir miktar döviz bulmuş Merkez Bankası, Enerji Bakanlığı da spot piyasada bir tanker petrol bağlamış, döviz hazır ama Hazine’den TL alınamadığından işlem gecikiyor. Onun için de Altınok’un imzası gerekiyor. Devreye Maliye Bakanı İsmet Sezgin giriyor ama nafile. En sonunda Sezgin, Altınok’un eşini arıyor ve şunu söylüyor:“Kızım kocana dikkat et. Bak sana daireye gidiyorum demiş ama dairede değil...”70 cente nasıl muhtaç olduk?Altınok 70 cent hikayesini de anlattı. Tokyo Büyükelçiliği’nin personel maaşları havale ediliyor. Ancak Büyükelçilik çeki yazıp bankaya gönderdiğinde “Bu hesapta bu çeki ödemeye yeterli para yok” denilerek geri çevrilmiş.Büyükelçiliğin toplam maaş gideri 13 bin 215 dolar 70 cent. Ankara’nın gönderdiği para ise 13 bin 215 dolar. Yani küsuratın hesapta olabileceği varsayılıyor. Rakamları tam hatırlamıyor ama 70 cent’lik bir küsurat var. Büyükelçilik durumu kripto ile Ankara’ya Dışişleri Bakanlığı’na bildiriyor. Bu kripto iki gün sonra dönemin muhalefet lideri AP Genel Başkanı Demirel’in eline geçiyor. “Türkiye’yi 70 cente muhtaç ettiniz” diye kıyameti koparıyor Demirel...Evet döviz kıtlığı vardı ama “70 cent” hikayesi tamamen teknik bir mesele.24 Ocak Kararları kısa sürede etkisini gösteriyor. OECD’nin yardım paketleri işlerlik kazanmaya başlıyor. Ki bu noktada da Çetin Hacaloğlu yüreğini sızlatan Lüksemburg yardımını anlatıyor. Lüksemburg 1 milyon dolar taahhüt etmiş. Ve ilk dilim olarak da Türkiye’ye 175 bin dolar yardım yapmış. Milyon değil sadece 175 bin dolar...Gerçekten de acıtıcı, yürek yakıcı bir durum...Kararlar kısa sürede etkisini gösteriyor. Döviz sorunu, petrol ithalatı sorunu aşılıyor.Aradan zaman geçiyor, 12 Eylül darbesinin ardından Turgut Özal 1983 seçimlerini kazanıp iktidara geldiğinde yeni bir paket hazırlanıyor. Yurtdışı turistik çıkışlarda 100 dolar, 200 dolar olan döviz alma limitini kaldırıyor. Hem de büyük bir cesaretle sınırsız olsun, isteyen istediği kadar dövizi çıkarabilir, diyor...O sırada da Merkez Bankası’ndaki kullanılabilir döviz mevcudu Zekeriya Yıldırım’ın anlattığına göre sadece 70 milyon dolar imiş. Şimdi Merkez Bankası’nın brüt rezervi 80 milyar dolar, kullanılabilir miktar ise 60 milyar dolar civarında.İşte Türkiye’nin geldiği nokta bu.Tabii 24 Ocak 1980’den sonra Türkiye bugünkü noktaya gelinceye kadar arada pek çok ekonomik kriz de yaşadı. Her krizde yeni ekonomik önlemler devreye sokuldu. Piyasa ekonomisi adım adım oturtuldu.
Ankara’nın bir numaralı gündem maddesi, 12 Eylül referandumuyla hükümetin önemli bir mesafe katettiği yargı reformu. Referandum, hükümetin tercihi doğrultusunda sonuçlandı ama kavga bitmedi. Aksine şimdi uyum yasaları hazırlanırken kavga daha da şiddetleniyor. Bu kavga sadece siyasi platformda iktidarla muhalefet arasında yürümüyor. Siyasi iktidarla kurulu düzenin kurumları arasında da bütün şiddetiyle devam ediyor.İktidar muhtemelen Ceza Muhakemeleri Yasası’nın tutukluluk süreleri ile ilgili hükmünün yürürlüğe girmesinin ardından başlayan tartışma ve toplumsal tepkinin yargı reformunun üçüncü hamlesi açısından uygun bir ortam oluşturduğunu düşünüyor.O yüzden Yargıtay ve Danıştay’ı yeniden yapılandırma projeleri devreye sokuluyor.Hükümetin Yargıtay ve Danıştay hamlesi aslında tahmin edilmeyen bir durum değildi. Daha Hizbullah sanıklarının tahliye edildiği ilk gün başlayan tartışma sırasında, iktidar sözcülerinin “yargı reformu” dediği anda hem CHP hem de MHP “hükümet yüksek yargıda operasyon hazırlığı yapıyor” diye tepki göstermişti.Hükümetin yüksek yargı için düşündüğü yeniden yapılandırmanın özeti şu:Yargıtay’da 6 yeni daire oluşturulacak, mevcut 32 dairedeki üye sayıları arttırılarak her daire iki ayrı heyete ayrılacak. Halen 250 olan Yargıtay’daki üye sayısı 387’ye çıkarılacak. Danıştay’da da 2 yeni daire oluşturulacak, üye sayısı 95’ten 156’ya çıkarılacak. Türkiye 9 yargı bölgesine ayrılarak her bölge için bir istinaf mahkemesi oluşturulacak. Hem yüksek yargıdan hem de siyasal muhalefetten hükümetin bu projesine şiddetli itiraz var.Bu düzenlemeyle yargının tümüyle siyasallaştırılacağı, yandaşlaştırılacağı, siyasi iktidarın emrine sokulacağı iddia ediliyor.İddianın gerekçesi de Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumunda yaşanan örneklere dayandırılıyor.Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı arttırılmış, Meclis ve Cumhurbaşkanı’nın yeni üyeler ataması öngörülmüştü. Bu atamalar yapıldı ve atanan yeni üyelerin tümü iktidar yanlısı-yakını veya en azından mevcut siyasi iktidarla aynı görüşleri paylaşan isimlerden oluştu.Yeni HSYK ise bütünüyle Adalet Bakanlığı’nın, hükümetin arzuladığı isimlerden oluştu. Yani her iki kurum da siyasi iktidarın hedef ve arzuları doğrultusunda dönüştürüldü.Muhalefette ve yüksek yargıda gerçekleştirilmeye çalışılan bu üçüncü hamle ile yüksek yargının, hükümetin ve Başbakan Erdoğan’ın öteden beri eleştiri oklarına hedef olan Yargıtay ve Danıştay’ın “yandaş yargı”ya dönüştürüleceği kaygısı hakim. Yakın geçmişte yaşanan Anayasa Mahkemesi ve HSYK örnekleri bu kaygıların pek de haksız olmadığını gösteriyor. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bu durumu yargı bağımsızlığı ve demokrasiye karşı darbe olarak niteliyor. “AKP baskıcı rejim kurmak için kendine bağlı yargıçlar olsun istiyor. Karar, siyasi otorite tarafından alınsın, yargı da bunu onaylasın istiyor AKP. Bu demokrasi için en büyük tehlikedir” diyor Kılıçdaroğlu.Kılıçdaroğlu, yüksek yargıdaki bu düzenlemelerle Türkiye’nin “tek parti rejimi”ne götürülmeye çalışıldığını savunuyor.Hükümet ise yargıdaki sorunların, adaletin tecellisindeki gecikmelerin, zamanaşımı sorunlarının, tartışmalı tahliyelerin önüne geçileceğini, daha sağlıklı bir yargı sisteminin oluşturulacağını söylüyor.Ama kimse kimseyi ikna edemiyor. Tartışmalı, kavgalı, çatışmalı bir süreçte gerçek bir yargı reformu yapılabilir mi?
CHP’nin olağanüstü kurultayı üzerindeki tartışmaların parti içinde ve dışında bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor. En çok üzerinde durulan konu da Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasında “Kürt” dememesi...Kılıçdaroğlu “Güneydoğu sorunu” dedi ama meselenin doğrudan adını koymadı. Neden?Aslında bu sorun CHP açısından değil başta Türkiye Cumhuriyeti açısından, hükümet ve hükümet partisi açısından daha kritik. Hükümet bu konuda yaklaşık bir buçuk yıldan beri ortaya attığı ve önce “Kürt açılımı” deyip ardından “milli birlik projesine” dönüştürdüğü, kapsamı, hedefi netleşmemiş muğlak bir açılım üzerinde patinaj yapıyor. Ama bu yakıcı mesenin özüne, çözümüne dönük bir adım atamıyor. Bu mesele yakıcı. Bu meselenin üzerinde konuşmak ve tartışmak son derece riskli. Herkes için riskli. Siyasi açıdan da riskli, başka açılardan da. Muhtemelen bu nedenle iktidar çevreleri, “Kılıçdaroğlu dağarcığını açsın, içindekileri ortaya koysun, önce o tartışılsın” istiyor.Aslında Kılıçdaroğlu kurultay konuşmasında bu meseleye yaklaşımının ipuçlarını verdi. Bu meseleye ilişkin olarak “etnik veya dinsel” temelde bir çözüm arayışında olmadıklarını söyledi. İktidarın çözümü “dinsel” temelde, BDP’nin de “etnik” temelde aradığını söyleyerek kendilerinin “üçüncü yol”u tercih ettiklerini anlattı.Muhtemelen evrensel hukuk ile temel hak ve özgürlükler temelinde bir çözüm önerecekler. Bunun ne olacağını henüz bilemiyoruz. Yine Kılıçdaroğlu’nun söylediğine göre SHP’nin 1989 yılında hazırladığı Güneydoğu raporu güncelleştirilecek. CHP’liler önümüzdeki günlerde tamamlanacak olan bu rapor doğrultusunda çözüm paketinin seçimlerden önce açıklanacağını söylüyorlar.Ancak CHP ve Kılıçdaroğlu’nu bu sorun üzerinden eleştirenlerin beklemeye pek tahammülü yok.Aslında bu sorun, bugün Türkiye’nin birinci derecede öncelikli temel meselesi.Çünkü bir süreden beri dile getirilen talepler, DTP ve bazı belediyelerin attığı veya atacaklarını söyledikleri adımlar son derece kritik. Kürt politikacıları bugün açık açık “demokratik özerklik” modelinin altyapısını, nasıl işleyeceğieni tartışıyor.Bugünkü tartışma ve dile getirilen talepler, cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle, ulus devlet ilkesi ile ilgili.Türkiye acaba bu tartışmayı serinkanlı biçimde sürdürebilecek mi?Çok zorlu ve kritik bir süreç.Zaten kritik olduğu için cumhuriyetin temelleri, kırmızı çizgileri ile ilgili olduğu için tartışmaya Genelkurmay da dahil olmuş durumda.Hükümetin çözüm için net olarak ne dediğini, diyeceğini bilemiyoruz. Başbakan Erdoğan, bu meselenin seçimlerden sonra hazırlanacak yeni anayasa çerçevesinde ele alınacağını söylemekle yetiniyor.Ama Kemal Kılıçdaroğlu’ndan somut çözüm önerileri bekleniyor.Bu beklenti elbette tümüyle haksız değil. Fakat Kılıçdaroğlu ve ekibinin somut bir çözüm planı ortaya koyabilmesi de o kadar kolay değil. 1989 raporunun yenilenmesi, teknik hazırlıklar bir yana CHP açısından bu meselenin bir başka yakıcı tarafı daha var.CHP bugüne kadar Kürt meselesi konusunda ulusal bütünlükten yana bir tavır koyduğu için, okullarda anadilde eğitimin ülkeyi bölme tehlikesi taşıdığını söylediği için Kürt bölgesinden oy alamıyordu. Şimdi yeni CHP’nin bu coğrafyadan da oy alma iddiası var. Kürtlerle barışma iddiası var. O nedenle bağımsız Kürt aydını, insan hakları savunucusu eski Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nu PM üyesi yaptı Kılıçdaroğlu. Böylelikle bölgeye bir mesaj vermeye çalıştı.Ancak bunun ötesinde çözüm konusunda ne diyecek?Ortaya konacak çözüm önerileri, partinin mevcut seçmen tabanında nasıl karşılık bulacak. İşin zor tarafı bu.
CHP’nin dün yapılan olağanüstü kurultayından olağanüstü bir sonuç, bir sürpriz çıkmadı. Her şey beklendiği, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun planladığı gibi gerçekleşti. Farklılıklar yok muydu? Vardı. Geçmiş kurultaylardan her yönüyle farklıydı dünkü kurultay. En dikkat çekici olan da şuydu: CHP özellikle son 8 - 10 yıldan beri Türkiye’de tek başına statükonun özellikle de laik rejimin bekçiliğini üstlenmişti. Toplantılarda, olağan ve olağanüstü kurultaylarda, “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” yazılı afiş ve sloganlar hep ön planda olmuştu. Salonlar hep bu sloganla inletilmişti.Bu kurultayda CHP’nin laiklik duyarlılığı şüphesiz kaybolmuş değildi. Ama malumun ilamı alışkanlığından vazgeçilmiş.Onun yerine 1980 sonrası CHP’de pek de alışık olunmayan başka hassasiyetlerin ön plana çıkarılmaya çalışıldığı gözlendi. Hem salonu süsleyen afişlerde, atılan sloganlarda bu vardı, hem de Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında. Öne çıkan unsur sol, sosyal demokrat değerler oldu. Ezilen toplum kesimlerinin, işçilerin, çiftçilerin, emeklilerin sorunları Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında önemli yer tuttu.Kılıçdaroğlu konuşmasında, uzun uzun AKP iktidarının laiklik başta olmak üzere cumhuriyetin temel değerlerini nasıl aşındırdığını anlatmadı. Geniş toplum kesimlerinin yaşadığı yakıcı sorunları dile getirdi; işsizliğe, yoksulluğa ve yolsuzluklara vurgu yaptı. Sorunlara CHP iktidarında nasıl çözümler üretileceğinden söz etti.Temel hak ve özgürlüklerden bahsederken, “12 Eylül izlerinin tümüyle silineceği, özgürlükçü, çağdaş bir yeni anayasa” hazırlığı içinde olduklarını açıkladı Kılıçdaroğlu.YÖK’ün kaldırılacağını, üniversitelerin bilimsel, yönetsel ve mali özerkliğe kavuşturulacağını vadetti. “Kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü” dedi. Bunun için gerçek bir yargı bağımsızlığı gerektiğini, DGM’lerin devamı niteliğinde olduğunu söylediği ve çok tartışılan özel yetkili mahkemelerin kaldırılacağını anlattı.Asker ilişkileri konusunda da Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin kaldırılacağını söyleyerek bir ipucu verdi.Dünkü kurultayda Önder Sav ile de deniz Baykal ile de koalisyona gitme gereği duymadan istediğini aldı Kılıçdaroğlu. Ki, zaten Ankara’ya gelen delegeler de onbinlerce partili de Kılıçdaroğlu’na istediğini vermeye hazırdı. Çünkü CHP tabanı artık muhalefette laiklik bekçiliği yapmak değil, iktidar olmak istiyor. Ve bu açıdan da Kılıçdaroğlu’nda umut görüyor.LİDER OLDU MU?22 Mayıs’ta yapılan kurultayda o günün şartlarında belki de biraz tesadüfen CHP’ye genel başkan olmuştu Kılıçdaroğlu. Fakat “vesayet altında” bir genel başkan. Genel Başkan olmuştu ama yönetimi Önder Sav şekillendirmişti. Eli kolu bağlı, kuşatılmış vaziyette genel başkanlık görevini sürdürdü. Ta ki tüzük krizi patlayıncaya kadar. Dünkü kurultayda kendi parti yönetimini oluşturma fırsatı yakaladı Kılıçdaroğlu. Vesayetten kurtuldu ama lider oldu mu?En azından bu yol açıldı. Bundan sonrası artık 2011 seçimlerinde alacağı başarıya bağlı. Eğer makul bir başarı çıtasını aşabilirse sosyal demokratların, CHP’nin yeni lideri Kılıçdaroğlu olur. Bu da CHP’nin “devletçi, askerci parti” imajından sıyrılıp, özgürlükçü, halkçı, gerçek bir sol ve sosyal demokrat çizgiye oturup doğrultu tutarlılığını sağlayabilmesine bağlı. Kılıçdaroğlu’nun dünkü konuşmasında önemli yer tutan emekli ve emekçi kesimlerle, kadın ve gençlik kesimleriyle bağlarını kuvvetlendirip bu geniş toplum kesimlerinin desteğini alabilmesine bağlı.
Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, olağanüstü kurultayla ilgili kararını henüz resmen açıklamış değil, ama artık CHP’de birinci gündem, birinci öncelikli mesele kurultay.Geçen hafta fıtık ameliyatı olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun son günlerde kafa yorduğu en önemli konu hiç kuşku yok ki kurultay hesapları...Kılıçdaroğlu, kurultay kararını ve tarihini bugün yarın açıklayacak. CHP kulislerinde tarih konusunda geçen hafta 18-19 Aralık konuşuluyordu. Ancak süre konusunda bazı sıkıntılar doğduğu ve tarihin bir hafta sonraya yani 25 - 26 Aralık günlerine ertelenebileceği konuşuluyor.Bu kurultay beklendiği gibi sadece tüzük değişikliği gündemli olmayacak. Seçimli kurultay yapılacak ve Parti Meclisi yeniden oluşturulacak. Çünkü eski Genel Sekreter Önder Sav’ın dizayn ettiği mevcut Parti Meclisi ile Genel Başkan Kılıçdaroğlu arasındaki bağ artık kopmuş durumda. Zaten tüzük gereği 3 Aralık günü zorunlu ve otomatik olarak toplanması gereken Parti Meclisi’nin bu toplantısını da yaptırmayı düşünmüyor Kılıçdaroğlu. Kurultay kararı açıklandığında bu zorunluluk kendiliğinden ortadan kalkıyor.Kurultay seçimli olacak. Parti Meclisi yenilenecek. Dahası büyük olasılıkla genel başkanlık seçimi de yapılacak. Kılıçdaroğlu güven tazelemek istiyor. Delegelere “Bana güveniniz devam ediyor mu etmiyor mu?” diye soracak.Bundan önceki aşamada da tüzük değişiklikleri görüşülürken genel başkanlık seçimi ile ilgili anti demokratik hükümleri kaldıracak. Genel başkan adaylığının önündeki zorluklar kaldırılacak. Mevcut tüzük hükmüne göre CHP’de genel başkan adayı olabilmek için delegelerin en az yüzde 20’sinin ön desteği gerekiyor. Bu ön destek için de öyle bir kağıda imza vermekle olmuyor, tek tek ad okunarak ve kurultayda divan önünde imza atmak zorunda kalarak yapılabiliyor. Bu durum adaylığı hemen hemen imkansız kılıyor.Şimdi Kılıçdaroğlu bu anti demokratik tüzük hükmünü kaldırmayı planlıyor. Adaylık serbest kaldıktan sonra da genel başkanlık seçimi isteyecek.Önder Sav veya Baykal ekibi Kılıçdaroğlu’da karşı aday çıkarabilir mi? Şimdilik böyle bir ihtimal gözükmüyor. En azından bu kurultayda Kılıçdaroğlu’na karşı ciddi aday çıkması beklenmiyor.O nedenle de CHP’de şu anda herkesin asıl ilgilendiği seçim Parti Meclisi.Baykal ekibi de, Önder Sav ve arkadaşları da Parti Meclisi’nde ağırlık elde etmenin planlarını yapıyor. Dahası, 2011 seçimlerinde milletvekilliği hesabı yapan eski-yeni milletvekilleri, il başkanları ve delegelerin birinci hedefi de PM’ye girmek. Parti Meclisi’ne giden yolun Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin’e yakınlaşmaktan geçtiğini düşünenler şimdiden bu yöndeki arayışlarını hızlandırırken, bu yöntemde umudu olmayanlar da çarşaf liste için kulis yapıyor, çarşaf listenin yolunu açabilmenin formülleri üzerinde çalışıyor. Elbette Kılıçdaroğlu’nun da bazı planları var. Öyle sanıldığı gibi Önder Sav ekibini tasfiye etmek gibi bir planı yok Kılıçdaroğlu’nun. Aksine dengeli, kapsayıcı bir Parti Meclisi listesiyle delegenin karşısına çıkmaya hazırlanıyor.Kulislerde konuşulanlara bakılırsa Kılıçdaroğlu, bu kurultayda da çarşaf listenin önünü açmayacak. Son kez blok liste ile seçim isteyecek. Listesine hem Baykal yanlılarını, hem Sav yanlılarını da alacak. Ama sivri isimleri değil, yıpranmamış genç isimleri tercih edecek. Kamuoyunun “Baykalcı” veya “Önder Sav ekibinden” diye yakından tanıdığı isimlerin bu listeye girebilme şansı yok gibi...
Siyasette en etkili ikna yöntemi olamayacakları görmekten, göstermekten geçiyor. CHP’de bir süredir yaşanmakta olan iç çekişmeler sırasında da nelerin olamayacağı açık ve net biçimde görüldü. Bu işin tek çıkış yolunun olağanüstü kurultay yapmak olduğu gerçeği artık yönetim tarafından da kabullenilmiş durumda.Çünkü parti içinde ortaya çıkan ayrışmalar ve Parti Meclis’inin mevcut yapısı ile değil sağlıklı bir seçim ortamına hazırlanabilmek, başarılı bir seçim süreci geçirebilmek, partiyi yönetebilmek bile son derece güç. Özellikle son günlerde icat edilen, Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun “Yok öyle bir şey” demesine karşın parti içinde tartışılmaya devam eden ittifak tartışmaları da gösterdi ki CHP bugün itibariyle yönetilemiyor, adeta savruluyor. Kılıçdaroğlu ekibine muhalif tutum alan Parti Meclisi üyeleri, partinin eski yöneticileri ve bazı il başkanları parti içinde müthiş bir kafa karışıklığı yaratmış durumda. Televizyon tartışmalarında sıkça boy gösteren CHP’nin “yetkisiz” yetkilileri, PM üyeleri, eski yöneticileri mevcut yönetime veryansın ediyorlar. Partinin tam bir fetret devrine girdiği, kargaşa yaşadığı görüntüsü sergiliyorlar.Hatta öyle ki önceki gün CNN Türk’teki CHP tartışmasına Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin telefonla bağlanmak zorunluluğu hissediyor. Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge” programının konuğu olan PM üyesi Korkmaz Karaca ile tatsız bir tartışma yaşıyor Gürsel Tekin.Bugüne kadar hiçbir partide yaşanmamış trajikomik gelişmeler oluyor CHP’de. Ve bu durumun sürdürülebilir olmadığını başından itibaren gören Kemal Kılıçdaroğlu başlangıçta “hayır” dediği olağanüstü kurultay talepleri için şimdi bizzat kendisi düğmeye basma noktasına geliyor.Kılıçdaroğlu muhtemelen 3 Aralık’ta tüzük gereği kaçınılmaz olarak toplanacak olan Parti Meclisi öncesinde olağanüstü kurultayın tarihini ilan edecek. Kulislerdeki beklenti olağanüstü kurultay tarihinin 18 - 19 Aralık günleri olacağı yönünde.Görünürde tüzük için yapılacak olan bu kurultay aslında CHP’deki taraflar için tam bir hesaplaşma kurultayı olacak. Önder Sav ve ekibi, kendilerine karşı “nankörlük” ettiğini düşündükleri Kılıçdaroğlu - Gürsel Tekin ikilisi ile hesaplaşmak isteyecek. Deniz Baykal ve arkadaşları da Önder Sav ve ekibinden Mayıs ayındaki kurultayda kendilerine attığı kazığın intikamını almaya çalışacak.Bir başka şey daha olacak bu kurultayda. Muhtemelen kimse Kılıçdaroğlu’na karşı aday çıkmayacak, çıkarmayacak. Ama öte yandan hem Önder Sav ekibi, hem de Deniz Baykal kanadı Kılıçdaroğlu’nu parti içinde yalnızlaştırmaya, etrafını kuşatarak esir tutmaya çalışacaklar. Parti Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirebilmek için büyük savaş yaşanacak. Bu çerçevede hiç umulmadık ittifakların gündeme gelmesi bile sürpriz sayılmamalı. Örneğin Baykal ekibi ile Önder Sav’ın uzlaşması gibi...Özetle CHP’nin asıl sahibi olduklarını düşünenler Kılıçdaroğlu’na partide tek başına iktidarı vermemek için her yolu deneyecekler.Acaba Kılıçdaroğlu ne yapacak?Kılıcını çekip “ya hep ya hiç” mi diyecek? Yoksa Deniz Baykal ile uzlaşıp dengeli bir koalisyonu mu tercih edecek?Yeni CHP, daha fazla demokrasiden yana, daha özgürlükçü program ve politik stratejiyi, dönüşüm sürecini seçim sonrasına mı erteleyecek?Kurultayın havasına bağlı...
Kemal Kılıçdaroğlu, Genel Başkan seçildiği kurultayda yaptığı ilk konuşmasında partiyi değiştireceğinin, dönüştüreceğinin sinyallerini vermişti. Muhtemelen kafasında 1972’de Bülent Ecevit’in yaptığının bir benzerini gerçekleştirmek vardı. Yani “Devlet Partisi” görüntüsü veren CHP’yi “Halk Partisi”ne dönüştürerek iktidara taşımak.Ancak işler umduğu gibi yürümedi. Öncelikle iktidara taşımayı hedeflediği partide kendi iktidarı tartışmalı durumda oldu. Kendisine genel başkanlık yolunu açan CHP’nin güçlü adamı eski Genel Sekreter Önder Sav elini kolunu bağlıyordu.Kılıçdaroğlu, tüzük operasyonuyla birlikte yaptığı sert hamle ile Önder Sav’ı bir ölçüde saf dışı bıraktı. Ama hala arzuladığı ekibi kurabilmiş, partideki iktidarını pekiştirebilmiş değil. Parti Meclisi’ndeki denge hala Önder Sav ve ekibinin lehine gözüküyor.Sadece Önder Sav etkisi de değil, bugün CHP’de üç farklı güç odağı var: Eski karizmatik Genel Başkan Deniz Baykal ve ekibinin yönlendirdiği ekip, Önder Sav ekibi ve Kılıçdaroğlu’nun parti tabanındaki popülaritesi...Bu üçlü yapı bugünkü CHP’nin adeta kritik fay hatları gibi. Hemen her önemli siyasi gelişmede fay hatları biraz daha belirginleşiyor. Bu yapı içinde Kemal Kılıçdaroğlu CHP’yi nasıl dönüştürebilecek?İşi zor...Genel seçimlere altı ay kalmış ama CHP’nin kurultay yapıp yapmayacağı bile hala belirsizliğini koruyor.Aslında kurultaysız çıkış ihtimalinin zayıf olduğunu Kılıçdaroğlu ekibi de görüyor ama muhtemelen parti içi dengelerin netleşmesini bekliyorlar.Bu ardada Kılıçdaroğlu’nun attığı her adım, söylediği her söz parti içinde derin tartışmalara neden oluyor.Partiyi dönüştürmek, devlet partisi kimliğinden halk partisi kimliğine, ulusalcı parti görüntüsünden özgürlükçü parti kimliğine taşıyabilmek giderek zorlaşıyor. Dahası Kılıçdaroğlu’nun kendi ekibi içinde de bir söylem birliği, söylem tutarlılığı oluşturulabilmiş değil.Halkçı, özgürlükçü CHP’ye doğru yol almaya çalışılırken Kılıçdaroğlu ve ekibinin önüne Kürt meselesi yakıcı bir sorun olarak geliyor.Bu konuda CHP nasıl bir yaklaşım sergileyecek? Kürtleri küstüren, CHP’yi Doğu Güneydoğu’dan uzaklaştıran dünün söylemine, politikalarına mı devam edecek?Kılıçdaroğlu’nun tutumuna bakılırsa etmeyecek gibi. Ancak bu noktada nasıl bir açılım yapabileceği de meçhul. Şu ana kadar söylenenlerde tam bir netlik yok. Buna rağmen atılmaya çalışılan bazı adımlar (Sezgin Tanrıkulu’nun partiye üye yapılıp etkin bir görev verilmesi gibi), bazı açıklamalar (BDP’nin de yer alacağı bir sol blok) parti içinde sert fırtınalar esmesine yetiyor.Kılıçdaroğlu’nun, BDP ile seçim ittifakının sözkonusu olamayacağını üstüne basa basa ifade etmesine rağmen Baykal ve Önder Sav ekiplerinin tepkisi dinmiyor.Kulislerde konuşulduğu gibi Aralık ayı sonlarında gidilecek bir olağanüstü kurultay CHP’de şiddeti şimdiden kestirilemeyecek bir depreme neden olabilir. Çünkü parti içindeki güç odaklarında, fay hatlarında ciddi bir enerji birikimi var. Enerjilerini parti içi mücadelelerde tüketmek de CHP’lilerin zaten klasikleşmiş bir alışkanlığı...