Batılı müttefiklerinin en başta da ABD’nin Ortadoğu ve İslam coğrafyasında giriştikleri siyasi ve askeri operasyonlar Türkiye’yi hemen her zaman sıkıntılı bir noktaya getiriyor.Irak’la ilgili hem 1991 hava harekatı, hem de 2003’teki işgal harekatında bu sıkıntıyı yaşadı Türk - Amerikan ilişkileri. Ardından İran’a yönelik ambargonun ağırlaştırılması konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada bir kez daha ABD ve Batı ittifakı ile ters düştü Ankara.Şimdi çok daha kritik bir sorun var: Libya operasyonu...ABD ve İngiltere başta olmak üzere Türkiye’nin Batı ittifakındaki önemli ortakları, günlerdir Libya’yı bombalıyor.Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümet, gelişmelerden, operasyon kararıyla ilgili Paris toplantısından ve operasyonun yürütülüş biçiminden duyduğu rahatsızlığı açık açık ifade ediyor.Fakat işte bu noktada Türkiye son derece nazik bir çizgiye sıkışmış durumda.Çünkü Türkiye’nin, Başbakan Erdoğan’ın bu operasyonla ilgili dile getirdiği kaygı ve çekinceler, bazı iç ve dış çevrelerde öteden beri varolan “eksen kayması” itham ve tartışmalarını kuvvetlendirme riskini beraberinde getiriyor.Türkiye’nin AB üyeliği konusunda çıkardığı güçlükler nedeniyle ikili ilişkilerde bir süredir soğuk rüzgarların hakim olduğu Fransa ve Sarkozy yönetiminin, bu tezi kapalı kapılar ardında işlediği zaten biliniyor. Şimdi Libya ile ilgili gelişmeler üzerinde bu tez daha da kuvvetlendirilerek sunulmaya çalışılıyor. Ankara’nın operasyon konusundaki kaygıları kaba bir biçimde “Erdoğan hükümeti Kaddafi’nin yanında saf tutuyor” noktasına götürülmeye çalışılıyor. Bu durum, muhtemelen Türkiye’ye karşı bir anlamda baskı unsuru olarak da kullanılmaya çalışılıyor. Böylelikle Libya’ya karşı askeri harekatı yürüten koalisyon güçlerine Türkiye’nin koşulsuz desteğinin alınması, en azından ABD, İngiltere ve Fransa güdümünde hazırlanan NATO karar tasarılarına Türkiye’nin itiraz etmemesi sağlanmaya çalışılıyor.Gerçekten de NATO’da alınacak kararlar konusunda Türkiye oldukça sıkıntılı bir noktada. Normal olarak NATO’da Türkiye’nin (veya herhangi bir üyenin) karşı çıktığı, beğenmediği hiçbir karar alınamıyor. Ancak bu tür kritik konularda Türkiye engelleyici konumda olmak, yalnız kalmak da istemiyor. İşte bu noktada geçen hafta sonunda Almanya’nın Türkiye’ye benzer bir pozisyon alması Ankara’yı rahatlattı.Şimdi ne olacak, Türkiye nasıl bir tutum izleyecek?Başbakan Erdoğan partisinin dünkü grup toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’nin nasıl bir tutum izleyeceğinin ipuçlarını verdi aslında.Erdoğan, açıkça ifade etmese de koalisyon güçlerinin bugün yürütmekte olduğu harekatın kara harekatına, işgale dönüşmemesi gerektiğini vurguladı.İç savaşa neden olunmamasının, bunun önüne geçilmesinin önemine işaret etti. Bugün sürdürülmekte olan askeri operasyonun da yöntem ve kapsamının değiştirilerek, “sadece ve sadece insani amaçlarla” sınırlı tutulması gereğinin altını çizdi.Erdoğan’ın bu söylemi ile Almanya, Rusya, Brezilya, Hindistan başta olmak üzere pek çok ülkenin yaklaşımı örtüşüyor.Ama Türkiye NATO üyesi ve NATO’da Türkiye’ye yakın düşünen tek müttefik Almanya.NATO ve Libya koalisyonu için Türkiye elbette ihmal edilebilir bir müttefik değil. Hem NATO’da bir çatlak çıkmaması hem de Libya’da yakın gelecekte atılacak adımlar konusunda Türkiye’yi ikna etmeye çalışıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ve İngiltere Başbakanı Cameron ile yaptığı telefon görüşmeleri bu kapsamda. Ayrıca, NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı, Libya harekatının NATO şemsiyesi altına kaydırılması konusunda Türkiye’nin kaygılarını giderebilmek ve ikna edebilmek için yarın Ankara’ya gelecek.Ankara ikna olur mu?Harekatın bundan sonraki aşamaları ve Libya’nın geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda verilecek garantilere bağlı. Ama her halukarda Türkiye’nin NATO müttefikleri ile zıt bir noktada konumlanması sözkonusu olmayacak.Askeri harekatta değil ama Libya’nın her bakımdan yeniden yapılanmasında, iç barışın sağlanmasında Türkiye’ye çok önemli roller düşeceği Ankara’da ağır basan ihtimal olarak değerlendiriliyor.
Libya’ya karşı Cumartesi günü akşam saatlerinde başlayan ve halen devam eden askeri operasyon doğal olarak Türkiye gündeminin de birinci maddesi. Şu anda Ankara gelişmeleri izliyor, gerekli değerlendirmeleri yapıyor ve kısa, orta ve uzun vadeli yol haritasını çıkarmaya çalışıyor. Bunun için bir yandan içerde, ilgili kurumlarla (Dışişleri, Genelkurmay ve MİT) toplantı üstüne toplantı yapılırken diğer yandan da Başbakan Tayyip Erdoğan ilgili ülke liderleriyle telefon teması içinde. ABD Başkanı Obama, İngiltere Başbakanı Cameron ve bölge ülkelerinin liderleri ile görüşmelerini sürdürüyor Erdoğan.Bu arada Ankara’da tartışılan ve yanıtı kamuoyu için de siyaset için de ciddi merak konusu olan soru şu:- Libya operasyonu için geçen hafta Cumartesi günü Elysee Sarayı’nın şatafatlı salonlarında kurulan savaş masasına Türkiye neden davet edilmedi?Önde gelen bütün NATO ülkeleri o masanın etrafındaydı. Hatta masada Katar ve Irak için bile birer sandalye ayrılmış olmasına karşın Türkiye acaba neden dışarda bırakılmıştı?Türkiye’nin askeri operasyona soğuk baktığı bilgisi nedeniyle mi? Ya da Başbakan Tayyip Erdoğan bir süre önce “NATO’nun orada (Libya) ne işi var” dediği için mi? Muhtemelen ikisi de değil. Toplantıya ev sahipliği yapan, koalisyon güçlerinin liderliğini arzulayan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy muhtemelen Türkiye’nin başlangıçta bu işten uzak tutulmasını çıkarları için uygun gördüğü için.Zaten Türkiye o masada olsaydı operasyonun özüne değil ama biçimine muhalefet edecekti.Türkiye, Kaddafi’nin durdurulmasını başından itibaren istiyor. Başbakan Erdoğan doğrudan ve dolaylı olarak “çekil” çağrısı da yapmıştı Kaddafi’ye. Ve eğer Cumartesi günü harekat kararı alınıp Fransa’nın girişimiyle alelacele uygulamaya konulmasaydı, diplomasiye imkan tanınsaydı, Ankara bu noktada devreye girip Kaddafi’yi durdurma konusunda etkili bir rol üstlenebilirdi.Ankara’nın bu yöndeki görüşü NATO platformunda açık açık ifade edildi. Uçuşa yasak bölgenin kapsamının geniş tutulması, hava operasyonlarının sivil kayıplara yol açması Türkiye’nin başlıca eleştiri konuları.Ancak şimdi olay bu aşamayı çoktan geçmiş durumda. Koalisyon güçleri artık Kaddafi diz çökünceye kadar bombalamayı sürdürmeye kararlı.Bu noktada hükümetin “koalisyonun dışında kalmayalım, savaş masasında olmazsak sonra barış masasında da yerimiz olmaz” kaygısıyla operasyon için uçak filosu gönderme niyeti yok. Öyle bir kaygısı da yok.Ama hükümet, Libya’da bugün yaşanan gelişmelerden insani açıdan kaygı duysa da süreç içinde bu olayın çok da dışında kalmayacağını öngörüyor. Bir şekilde, gelecekteki bir aşamada Türkiye’ye kritik bir rol düşeceğinin farkında. Bugünkü aşamada bile Batı ittifakındaki Libya’da hem yönetim nezdinde hem de isyancı gruplar nezdinde irtibatı ve itibarı olan tek ülke Türkiye. Hava operasyonları hedefine ulaştığında, Libya’nın yeniden yapılandırılması ve iç barışın sağlanabilmesinde Türkiye’nin bu konumu önemli bir avantaj.Bugün Kaddafi’ye diz çöktürebilmek için Libya’ya bomba yağdıran güçlerin asıl planı da Kaddafi sonrasına ilişkin. Libya’nın petrol ve doğalgaz rezervlerinin etkin ve güvenli biçimde işletilmesi. Ama ondan daha önemlisi de bugün bombalanıp tahrip edilen askeri varlık, silah ve cephane ile ülke altyapısının, limanların, havaalanlarının, otoyolların, kamu binalarının yenilenmesi. Doğacak muazzam pazardan aslan payını kapabilmek...O nedenle Başbakan Erdoğan dün Mekke’de açık açık şunu söylüyor “NATO Libya’nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir. Yeraltı kaynaklarının, zenginliklerinin birilerine dağıtımı için değil...” Bakalım Erdoğan’ın bu çağrısı NATO’da karşılık bulacak mı?
Her seçim döneminde siyasetin klasik söylemi aşağı yukarı şu olmuştur: “Bu seçim, ülkemiz ve demokrasinin geleceği için kritik önem taşıyor...”Siyasi partilerin lider ve sözcüleri bir anlamda, “seçimi biz değil de rakip parti kazanırsa mazallah ülke kaosa sürüklenir” mesajı veriyor seçmenlere.Bugünkü durum da öyle.İktidar sözcüleri seçimi açık farkla alacaklarından kuşku duymuyorlar ama zayıf ihtimal de olsa tersi bir durumun çıkması halinde “ülke batar” demeye getiriyorlar. Muhalefet ise AKP’nin yeniden seçim kazanması halinde “sivil diktanın pekişeceği, demokrasinin, hukuk devletinin elden gideceği, korku imparatorluğunun kalıcı hale geceği, hatta ülkenin bölünebileceği” kaygısını pompalıyor. Sanki seçime değil de “ölüm-kalım” mücadelesine gidiyoruz.Bu gerekçeyle iktidar da muhalefet de bu seçimin Türkiye’nin kritik dönüm noktası olacağı iddiasında. Aslında geçmişe bakıldığında her seçim döneminde siyasetin dili benzer olmuştur. Her seçim döneminde gerilim atmosferi bu gerekçelerle yüksek tutulmuş, seçmen kutuplaşmaya zorlanmıştı.Bu kez zaten kutuplaşmış bir Türkiye var. Gerilim zaten yeterince yüksek. Ve bunu biraz daha yükseltmek için siyasi parti liderleri şimdiden birbirlerine karşı çok ağır ifadelerle yüklenmeye devam ediyorlar. Yarın meydanlara çıktıklarında neler söyleyeceklerini, hangi ağır ifadelerle birbirlerini suçlayacaklarını, hakarete varan ifadelerle polemiğe devam edeceklerini kestirmek zor değil aslında.Örneğin, iktidarla ana muhalefet partisi arasındaki aile sigortası ve bedelli askerlik kavgasının vardığı nokta meydanlar ısındığında sürecin nasıl ilerleyeceğinin bir göstergesi gibi...CHP’nin aile sigortası ile yoksullara 600 lira ile 1.250 lira arasında maaş bağlanması projesinden siyaseten rahatsızlık duyan Başbakan Tayyip Erdoğan, taciz ve kaset skandallarına gönderme yaparak belaltı vuruşa geçiyor: “Siz önce kendi pisliğinizi temizleyin... Hala aile sigortası diyorsunuz, siz ailenin sigortasını attırdınız. Aile kurumunu kirlettiniz...”Kılıçdaroğlu da kendilerinin bedelli askerlik önerisine karşı çıkan Başbakan Erdoğan’a oğlu Bilal Erdoğan’la vuruyor: “Senin oğlun vali gözetiminde 21 gün askerlik yaparken iyiydi de, vatandaşın da bu haktan yararlanması mı kötü..?”Başkan’ın değerlendirmesiDün Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mehmet Ali Şahin’le yaptığımlız kısa sohbette, bu konuyu konuşurken “Parti liderlerinin bu çok sert üsluplarının ülkede gerilimi tırmandırmasını nasıl değerlendirdiğini” sorduğumda şu yanıtı verdi: “Hayır, sayın parti liderlerimizin birbirlerine karşı olan üslupları şimdilik o kadar da çok sert değil, ama biraz sert. Siyasi tansiyonun biraz daha düşük olması daha iyi olur. Zaten halkın ortalama beklentisi de o yöndedir. Siyasetin nezaket içinde yapılması beklenir. Kimsenin özellikle de parti genel başkanlarının birbirlerine yönelik olarak belden aşağı vurmamaları lazımdır...”Şahin’in dile getirdiği “siyasette nezaket” zaten Türkiye’nin çoktan unuttuğu bir ilke. En basit meseleyi bile hakarete varan bir kavga üslubuyla tartışmayı yeğliyor siyasetçiler. Şahin’e bu çerçevede siyasi parti başkanlarına gerilimi düşürmeleri, üslubu yumuşatmaları ve nezaket konusunda bir çağrı yapmayı düşünüp düşünmediğini sorduğumda, “Hayır hayır öyle şey olur mu? Ben sayın genel başkanlara mürebbiyelik yapacak durumda olabilir miyim?” diyor ve ekliyor: “Benim bu söylediklerim, bir öneri veya çağrı olarak düşünülmemelidir. Sayın genel başkanların herhalde benim çağrıma, önerime ihtiyaçları yoktur. Onlar ülkemizin yetiştirdiği ender seçkin şahsiyetlerdir. Nasıl bir üslup içinde olacaklarını, birbirleriyle nasıl konuşacaklarını elbette daha iyi değerlendirebilecek durumdadırlar. Benim söylediğim sadece bir durum değerlendirmesi...”Haklı. Öyle açıkça bir “yumuşama ve nezaket çağrısı” yapmaya kalksa kendisi hedef haline gelebilir. En başta da kendi genel başkanı Tayyip Erdoğan’ın şimşeklerini üstüne çekebilir.O nedenle değil Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı bile liderlere yumuşama çağrısı yapmayı göze alamaz. Kavga üslubu da sertleşerek devam eder. Ta ki 12 Haziran geceyarısına kadar...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mevcut parlamenter sistemin ve bu sistem içinde cumhurbaşkanlığı makamının yerinin enine boyuna tartışılmasını istediği anlaşılıyor. Muhtemelen bu tartışmaların Haziran seçimlerine kadar başkanlık sistemi konusunda ülkede güçlü bir kamuoyu oluşabileceğini öngörüyor.Kendi kafasındaki modeli henüz net biçimde açıklamış değil ama başkanlık sistemine sıcak baktığı ortada. Fakat açık açık, “ben bu sistemden memnun değilim, başkanlık sistemi daha iyi olur” da demiyor Erdoğan. Sadece toplumun bu meseleyi tartışmasının faydalı olacağını söylüyor.Peki kendisi ne düşünüyor?Ne düşündüğünü, Türkiye için en uygun modelin hangisi olduğu konusundaki görüşünü muhtemelen 12 Haziran seçimlerinden sonra açıklayacak.Çünkü 12 Haziran seçimlerinde partisinin alacağı oy oranı Başbakan’ın tercihinin şekillenmesi etkileyecek.Çünkü sistem değişikliği, ancak kapsamlı bir anayasa değişikliği ile mümkün. AKP acaba bu seçimlerde umduğu sonucu alabilecek mi? Bugün yapılan bazı anketlere bakılırsa alabilecek gibi. Fakat dört ay içinde acaba dengeler nasıl şekillenecek?Kılıçdaroğlu liderliğindeki “yeni” CHP seçimde nasıl bir performans gösterecek?Erdoğan ve AKP’nin, başta MHP olmak üzere kendi dışındaki sağ partileri baraj altında bırakmak yönündeki siyasal stratejisi acaba hedefe ulaşabilecek mi? Bu soruların yanıtları en azından şimdilik belirsiz.Öyle olunca AKP’nin yüzde 40’ı aşan bir oy oranıyla bile parlamento çoğunluğunun ne kadarına sahip olacağını hesaplayabilmek güç.Ancak artık öyle anlaşılıyor ki, seçim sonrasının en önemli gündem maddesi sistem tartışması olacak.AKP eğer 2007’deki gibi kuvvetli bir Meclis çoğunluğu elde edebilirse Erdoğan 3. dönemde sistemde köklü değişiklikler yapacak.Partisinin tüzüğüne atıf yaparak “Son defa milletvekili olacağım” diye çok önceden kendini bağlayan Erdoğan, 2012’de ne yapacak?Milletvekili olarak son dönemi ise de emekliye ayrılacak değil elbette. Kuşku yok ki cumhurbaşkanı olmak isteyecek.Ancak mevcut statüsü ve yetkileri ile o makama talip olacağı da son derece düşük ihtimal.Zaten yürümekte olan başkanlık ve iki partili model tartışmalarının gerisindeki neden de o.Erdoğan, Haziran seçimlerinde umduğu sonucu alır, anayasa değişikliğini yapabileceğine de kanaat getirirse muhtemelen başkanlık sistemi için düğmeye basacak. Eğer bunun için siyasal koşulların tam oluşmadığını görürse o zaman da “Mevcut sistem devam etsin, ben de başbakan olarak hizmetimi sürdürürüm” demesi zayıf ihtimal Başbakan Erdoğan’ın.O zaman ikinci ihtimal devreye girecek.Zaten Erdoğan, tartışmayı sadece başkanlık sistemi üzerinden götürmüyor. Cumhurbaşkanlığı’nın bugünkü yetkilerinin de mevcut sistem çerçevesinde tartışılmasını istiyor.Belki de en haklı olduğu nokta burası. Devletin zirvesinde yetki paylaşımının yeniden düzenlenmesi...Eğer parlamenter sistem değişmeyecek ise o zaman cumhurbaşkanının yetkileri yeniden düzenlenmeli. Bugün cumhurbaşkanının kullandığı atama yetkilerinin büyük bölümü hükümete devredilmeli. Hatta cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesine ilişkin anayasa hükmü bile gözden geçirilmeli.Yani eğer başkanlık olmazsa o zaman “güçlü başbakanlık” modeli...Her şey 12 Haziran gecesi sandıktan çıkacak sonuca bağlı.
Hüsnü Mübarek’in çekileceği yönündeki iyimser beklentilerin boşa çıkmasıyla ülkedeki gerilimin dün itibariyle iyice tırmandığı, iç çatışma riskinin arttığı anlaşılıyor.Doğal olarak günlerdir bütün dünyanın göze Mısır’da. Bölge ülkeleri, ABD, AB ve en önemlisi de İsrail diken üstünde. Mısır’daki gelişmeler nasıl noktalanacak?İlk net tavır Türkiye’den geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan önceki gün partisinin Meclis Grup toplantısında yaptığı konuşmada Mısır’daki muhalefet hareketinin yanında net bir tavır ortaya koydu. “Halkın demokratik taleplerini dikkate al” çağrısı yaptı Mübarek’e.Aslında bütün dünyada sonrasının ne olacağı pek kestirilemese de Hüsnü Mübarek’in çekileceği yönündeki iyimser beklentiler çok yüksekti. Ta ki önceki gün geceyarısına kadar.Önceki gün geceyarısına doğru kriz süresince ilk kez TV’de gözüken Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek, iyimser beklentileri boşa çıkardı. Belli ki Mübarek zaman kazanmaya çalışıyor. En azından geçiş sürecinin kendi kontrolü altında yürümesini istiyor.Bu durum ülkedeki gerilimi ve dün belirtileri görülmeye başlayan iç çatışma riskini arttırıyor.Ve dün Başbakan Erdoğan ikinci bir açıklama daha yapıyor. Mübarek’in açıklamalarının tatmin edici olmadığını, çekilmesi gerektiğini söylüyor.Başbakan Erdoğan’ın Mısır konusunda aldığı bu net tutum, bölgede, yönetimler bakımından olmasa da diktatörlere karşı başkaldıran veya başkaldırı hazırlığındaki halklar nezdinde hiç kuşku yok ki itibar topluyor, saygı görüyor. Erdoğan’ın bölge halkları nezdinde zaten varolan popülaritesini daha da arttırıyor. Sadece o kadar da değil; içerde hemen her çıkışı, her icraatı muhalefet tarafından kıyasıya eleştirilip, kavga konusu haline getirilirken bu çıkış muhalefetten de alkış alıyor. ABD dahil batı dünyasında da hiç bir ülke, hiçbir lider açıkça Mübarek’in arkasında değil. Henüz AB’de de ABD yönetiminde de Erdoğan ve Türkiye’nin aldığı net tutum yok. Erdoğan’ın önceki gün Meclis Grup toplantısında yaptığı Mısır’la ilgili açıklamaları El Cezire ve BBC televizyonlarınca bütün dünyaya naklen yayınlandı. Bu çok önemli bir gelişme. Erdoğan şimdi, tıpkı 2001 yılındaki birinci Körfez krizi sırasında Turgut Özal’ın oynadığı rolün bir benzerini oynuyor. Dünya sahnesinde ön plana çıkıyor. Türkiye bölgesel liderlik iddiasında çok önemli bir adım atıyor.KARAYALÇIN NE DİYOR?Türkiye’nin, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın Mısır konusunda aldığı tutumu dün eski Dışişleri bakanlarından Murat Karayalçın ile konuştuk. Karayalçın Türkiye’nin izlediği politikayı genel olarak olumlu bulduğunu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bir süre önce açıkladığı “Türkiye’nin Ortadoğu’da düzen verici güç haline geldiği” iddiasını önemsediğini belirtiyor.Fakat Başbakan Erdoğan’ın çağrısının Mısır’daki isyancılar başta olmak üzere bölge halkları üzerinde umulan olumlu etkiyi yaratmayabileceğini söylüyor. Nedinini de, Erdoğan’ın bu çıkışı ABD Başkanı Obama ile danışarak yapmış olmasına bağlıyor. Özetle şunu söylüyor Karayalçın: “Başbakan açıklamasında Türkiye’nin bu gelişmelere ABD yönetimiyle ortak anlayış çerçevesinde yaklaştığını ifade ediyor. Bu yanlıştır. Çünkü ayaklanan halklarda diktatörlere olduğu kadar, o diktatörlerin arkasında durduğuna inanılan ABD yönetimine karşı da öfke var. Onun için ben Erdoğan’ın konuşmasını olumlu bulmakla birlikte Ortadoğu’da ‘düzen kurucu’ nitelikte bir konuşma olarak görmedim...”Karayalçın’ın görüşü özetle böyle. Ancak Erdoğan, özellikle dün yaptığı ikinci açıklama ile Mübarek’e “yaptığın açıklama yeterli değil, daha fazlasını yapmalısın”, yani “bir an önce çekilmelisin” diyerek ABD yönetiminden farklı olarak “muhalefet hareketinin yanında net bir tutum aldığı” açıkça ortaya çıkıyor. Bu tutum bile Türkiye’nin bölgede “düzen kurucu lider ülke” olma iddiasını pekiştirecektir.
İktidarla muhalefet arasındaki yargı kavgası gün geçtikçe şiddetleniyor, boyutlanıyor, yayılıyor.İktidarla muhalefet, özellikle de ana muhalefet arasında, “direnme-eşkıyalık” ve en sonunda da “darbe tahrikçiliği”ne kadar uzanarak büyüyen kavga, kaçınılmaz olarak mevcut yüksek yargı temsilcileri ile iktidar partisi ilişkisine (ki bu ilişki zaten başından itibaren sağlıksız, çatışmalı bir ilişkiydi) yansıdı.Orada da kalmadı, dünkü gazetelerde yayınlanan bildiri ile barolar da kavgaya müdahil oldu. Dün ortaya çıktı ki bu kavga, tüm hukuk ve yargı camiasını ve toplumu da ikiye bölecek, yüksek yargının da baroların da kendi içlerinde çatışmalara neden olacak gibi. Örneğin baroların bildirisi...Yüksek yargıyla ilgili düzenlemelere karşı çıkan bildiri, barolar arasındaki görüş ayrılıkları yüzünden Türkiye Barolar Birliği’nden çıkarılamadı.Aralarında İstanbul, Ankara, Adana ve Bursa gibi Türkiye’nin en büyük barolarının da bulunduğu 24 baronun ortak bildirisinde, siyasi iktidarın kendine bağımlı bir yüksek yargı yaratmaya çalıştığı iddia ediliyor.“Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bu şekilde yeniden yapılandırılması ve ve siyasi iktidara bağımlı hale getirilmesinden sonra bu kez aynı yapının Yargıtay ve Danıştay için öngörülmesi, hukuk güvenliğini tamamen ortadan kaldıracak ve telafisi mümkün olmayacak bir tahribat yaratacaktır.”24 baronun kaygıları, eleştirileri muhalefetin, özellikle de CHP’nin tezleri ile paralellik içinde.Ancak bu bildiriyi imzalamayan 60’a yakın baronun tutumu ne? Muhtemelen çoğu iktidar partisi gibi düşünüyor. Diyarbakır Barosu gibi bazıları da her ikisi gibi de düşünmüyor. İzmir Barosu’nun bildiride imzası yok ama onlar da 4 Şubat’ta tasarıya karşı eylem yapacak. Dün de hükümetle paralel düşünen 37 baro bir başka bildiri yayınladı ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelere destek verdi. Yüksek yargıda saflar aşağı yukarı netleşti. Dün Anayasa Mahkemesi’nde yeni atanan bir üyenin yemin töreni vardı. Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere devlet protokolü bu törendeydi. Ama ilk kez Danıştay ve Yargıtay Başkanları ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı böyle bir töreni boykot etti.Belli ki artık yüksek yargının bugünkü temsilcileri ile Anayasa Mahkemesi arasındaki ipler de kopmuş durumda. Tam kopmadıysa da Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın dünkü konuşması, dünkü sert ve suçlayıcı ifadeleri kopardı.Çünkü, yüksek yargıda yapılmak istenen düzenlemelere çok açık ve net destek veren Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, diğer yüksek yargı kurumlarını ve muhalefeti çok sert ifadelerle eleştirdi. “Yıllardır ‘yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı’ örtüsü altında yüksek yargının içine düşürüldüğü durumu kimsenin savunacak mecali yoktur” diyen Haşim Kılıç, Yargıtay ve Danıştay’a şu tavsiyelerde bulundu: - Yüksek yargının değerli mensupları da özeleştirisini cesaretle yapma erdemini göstermelidir.- Önerilen her çözümü ‘kaos yaratır” nitelemesiyle peşinen reddetme alışkanlığından vazgeçin.,- Yargı gücünü vesayete dönüştürerek, bunu yargı bağımsızlığıyla meşrulaştırmaya çalışmanın hukuk devletinde yeri olamaz...”Muhalefete de bir çiftçi sözü vardı Kılıç’ın:“Yargı organlarına yapılan seçimleri, kimin seçtiği ya da kimin seçildiği gözetilerek bir yerleri ele geçirme planı olarak nitelemek, demokrasi anlayışı ile bağdaşmadığı gibi, yargı mensuplarına yapılan bir büyük saygısızlıktır...”Dün itibariyle yargı kavgasındaki son durum özetle böyleydi.Yani kavga hem genişliyor hem de şiddetleniyor.
Yüksek yargının yeniden dizaynı konusunda iktidar partisi beklentiler doğrultusunda adım adım hedeflerini gerçekleştiriyor. Bu durum elbette önemli bir gerilim ve kriz konusu. Sadece iktidar-muhalefet arasında değil, yüksek yargı ve hatta barolar da bu kritik tartışmaya taraf.Ancak son günlerde siyasetin birinci gündemini iktidarla muhalefet, özellikle de anamuhalefet arasındaki üslup krizi oluşturuyor.Başbakan Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki siyasi atışmanın üslubu saygı çerçevesini çoktan aşmış durumda.- Kaynak Kemal,- Oynak Recep,- Densiz, terbiyesiz... - Doktora görün...- Doktorluk olan sensin...- Hizbullah’la işbirliği içinde...- SSK Genel Müdürüyken PKK’lı teröristleri kayırdı...- Bu eşkiyalık sevdası nerden çıktı?- Asıl eşkiyalık sizin yaptığınız, Meclis’te konuşturmamak...- Eşkiyalık kara leke olarak kalacak...- Tansiyonunu, şekerini ölçtür. Ağzına biber süreceğim...Başbakan Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun son bir hafta içinde birbirlerine söylediklerinin özeti bu.Henüz seçim tarihinin netleşmediği, seçimlere en az 4,5 ay süre olduğu dikkate alınacak olursa önümüzdeki aylarda kampanyanın hızlanmasına bağlı olarak bu üslup acaba nasıl değişecek?Normal olarak seçimler yaklaştıkça siyasi parti başkanları arasındaki söz düellosu keskinleşiyor. Geçmiş örnekleri öyle. Fakat daha şimdiden bu düzeye gelmiş bir üslup, daha da sertleşip bozulursa ne olacak; kestirebilmek zor...Bu üslubun ülkede varolan toplumsal kutuplaşmayı, cepheleşmeyi derinleştirdiğine de kuşku yok. Bu riski, bu tehlikeyi Başbakan Erdoğan’ın görmüyor olması mümkün değil. Akla şu soru geliyor:Acaba Erdoğan bu noktada bilinçli, hesaplı bir gerilim stratejisi mi izliyor?Arzu ettiği iki partili sisteme giden yolun altyapısını oluşturmanın kestirme yolunun CHP ve Kılıçdaroğlu’na yüklenmekten geçtiğini düşünüyor olabilir mi Erdoğan ve kurmayları?Olabilir...Muhtemelen Erdoğan, CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na vurdukça CHP’yi bir numaralı rakip olarak gösterdikçe sağı ve merkez sağı, CHP’ye oy vermeyecek bütün seçmenleri kendi partisinde konsolide edebileceği varsayılıyor.Siyasal kavga AKP ile CHP arasında şiddetlendikçe MHP arada ezilir ve CHP’ye kategorik olarak karşı olan MHP seçmeni de bundan etkilenir ve AKP’ye oy verir diye düşünülüyor: MHP barajın altında kalır ve AKP 2007 seçimlerinden daha güçlü biçimde yüzde 50’yi geçen bir oy oranıyla iktidar olur. Meclis’te anayasayı tek başına değiştirebilecek bir güce ulaşır. CHP de yüzde 30’lar veya daha düşük bir oy oranıyla cılız muhalefet...Senaryo ve beklenti belki bu ama acaba gerçekleşme şansı var mı?Zayıf ihtimal... Seçime kadar köprülerin altından elbette çok su akacak ama bugünkü siyasal konjonktürde MHP’nin baraj altında kalma ihtimali zayıf.Erdoğan’ın hitabet yeteneği, kitleleri etkileme gücü tartışmasız biçimde rakiplerinin çok üstünde ve AKP için önemli bir avantaj. Ancak son günlerde çok tartışılan üslup sorununun ters tepme ihtimali de sıfır değil.Ayrıca, gerilim siyasetinden her zaman AKP’nin karlı çıkabileceğinin garantisi de yok.Bir diğer nokta BDP’nin, Erbakan’ın Saadet Partisi’nin ve Numan Kurtulmuş’un HAS Partisi’nin ne yapacağı? Bu üç parti veya BDP ile diğerlerinden birinin yapacağı seçim ittifakı acaba dengeleri nasıl etkileyecek?O yüzden şimdiden seçim sonucu hesabı yapmak zor.
Seçim kampanyası resmen başlamadı. Meclis seçim kararını bile almış değil. Başbakan Erdoğan “12 Haziran”ı telaffuz ettiği için milletvekili genel seçimlerinin 12 Haziran pazar günü yapılacağı varsayılıyor. Siyasi partiler de planlarını buna göre yapıyor.Kampanyanın resmen başlamamış olmasına karşın, siyasi partiler arasında zaten gergin olan ilişkiler şimdiden iyice sertleşmiş, kavga şiddetlenmiş durumda. Özellikle de MHP ile AKP arasındaki ilişki ölüm-kalım savaşına dönüşmüş durumda. AKP ve Başbakan Tayyip Erdoğan MHP’nin tabanına oynuyor, ülkücü-milliyetçi tabanın bir bölümünü yanına çekme stratejisi uyguluyor. Bunu yaparak MHP’yi yüzde 10 barajının altına itmek ve anayasayı tek başına değiştirebilecek 367 çoğunluğunu elde etmek hesapları yapılıyor AKP’de.Milliyetçi kesim üzerine uygulanan sistematik propaganda da bu hedef üzerine inşa edilmiş durumda. Deniyor ki; “MHP barajı aşamayacak, oylarınız ziyan olmasın...”Acaba gerçek durum öyle mi?Gerçek durumun ne olacağını bugünden kestirebilmek elbette mümkün değil. Ama AKP, MHP’ye yönelik psikolojik harekatın dozunu giderek yükseltiyor.MHP, AKP’nin bu stratejisinin elbette farkında. MHP’liler de karşı atağa geçiyor. 2002 seçimlerinden beri AKP’ye kaymış olan ülkücü-milliyetçi oyları geri çekebilmek, AKP’ye kaptırdıkları milliyetçi kadroları tekrar yuvaya döndürebilmek için çaba harcıyor.Seçim kampanyasını öne çekiyor Genel Başkan Devlet Bahçeli, bugün MHP’nin seçim beyannamesini açıklayacak. Bunun için büyük bir salon toplantısı yapacak MHP. Bu toplantıda partiye katılacak merkez sağın önemli isimlerine de Bahçeli tarafından rozet takılacak.MHP’ye katılacaklar arasında AKP’den istifa eden iki önemli isim de var. ANAP’ta ve AKP hükümetlerinde de bakanlık yapmış olan Murat Başesgioğlu bugün MHP’li oluyor.Aynı şekilde geçen hafta AKP’den istifa eden Antalya Milletvekili Yusuf Ziya İrbeç de MHP’ye katılacak.DYP’li eski bakanlardan, merkez sağ siyasetin önemli isimlerinden Bahattin Şeker’in de bugünkü törenle MHP saflarına katılacağı belirtiliyor. Dün konuştuğumuz Murat Başesgioğlu MHP’ye katılmasının gerekçesini şöyle özetliyor:“AKP’nin özellikle açılım politikaları sonrasında ülkemizin birliği ve devletimizin bekası konusunda ciddi endişelerimiz oluştu. O nedenle bugün ülkenin milli hassasiyeti yüksek bir iktidara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ülke bütünlüğü ve devletin bekası konusunda endişe duyan herkesin, her kesimin işbirliği, güç birliği yapması lazım. Bu birliğin adresini MHP olarak gördüğüm için bugün MHP’ye katılıyorum. AKP’nin ülkede ve devlette yaptığı tahribatın büyümemesi için önümüzdeki seçimler kritik öneme sahip. Bu tahribatın giderilmesinin ancak bir MHP iktidarı ile mümkün olacağına inanıyorum.”MHP Genel Sekreteri Cihan Paçacı da Başesgioğlu’nun dile getirdiği endişeleri paylaştığını söylüyor.“Partiler için bütün seçimler önemlidir ama önümüzdeki seçimlerin önemi çok daha fazla” diyor Paçacı ve devam ediyor: “Bu seçim çok kritik. Üniter yapı ve milli bütünlük açısından gördüğümüz riskler nedeniyle endişeliyiz. O yüzden seçim sonrası dönemi çok önemsiyoruz. Bu seçimlerde AKP’nin mutlaka iktidardan uzaklaştırılması gerektiğini düşünüyoruz.”Seçim hazırlıklarını çok sıkı tuttuklarını söylüyor ve ekliyor Paçacı: “Biz önce kendi içimizde, ülkücü milliyetçi kesimlerde toparlanma sürecine önem verdik. Şu ya da bu nedenle milliyetçi hareketten kopmuş, uzak kalmış arkadaşlarımızı yuvaya davet ettik. Bunun yanısıra merkezde, merkez sağda halkın teveccühünü kazanmış merkez ve merkez sağ siyasette temayüz etmiş isimleri de bünyemize katarak güçlenmek istiyoruz. Ayrıca sadece merkez sağdan da değil, CHP’de yönetim değişikliği ve izleyen politika değişikliklerinden rahatsız olan milli hassasiyetleri yüksek insanları da bünyemize bekliyoruz.”Belli ki MHP seçim stratejisini bölücülük, bölünme risk ve tehditleri üzerine oturtacak. AKP’nin, AKP politikalarının ülkeyi bölünmeye götürdüğü iddiasını işleyecek MHP. Böylelikle de milliyetçi hassasiyetleri yüksek merkez sağ seçmeni AKP’den koparmaya çalışacak. Sonuç alabilir mi dersiniz?