2010 Türk şarapları için çok iyi bir yıldı. Doksanlı yıllarda başlayan çabalar artık iyice sonuçlarını vermeye başladılar. Fransızlar “Yeni bir bağdan şarap alabilmek için en az beş yıl, iyi bir şarap alabilmek için ise on yıl gerekir” derler. Bizim yeni bağlarımızın çoğu da artık beş yaşlarını, hatta bazıları on yaşlarını doldurdular, olgunlaştılar ve iyi şaraplar vermeye başladılar. 2010 yılı Türk şarapları için çok iyi bir yıldı. Geçen sene ülkemizi ziyaret edip şaraplarımızı tattıktan sonra Financial Times’daki köşesinde çok olumlu bir yazı yazan Master of Wine Jancis Robinson’dan sonra bu yılda aralarında Oz Clarke gibi çok ünlü şarap yazarlarının olduğu bir grup Wines of Turkey platformunun davetlisi olarak Türkiye’ye gelip şaraplarımızı kör tadımda tattılar, notlar verdiler ve ülkemizin çeşitli yerlerindeki bağları ziyaret ettiler. Bazı şaraplarımıza “çok iyi” anlamına gelen 20 üzerinden 17 notunu verdikleri gibi, bunu köşelerinde okuyucularıyla paylaştılar. Bu da Türk şaraplarının dünyaca tanınmalarına önemli bir katkı sağladı.Türk şarapları’nın tadı ile bu yıl yeniden barıştıkBu arada bizde şaraplarımızla daha arkadaş olmaya başladık. Artık çoğumuz tek marka şarap içmiyor, çeşitli yemeklerle farklı şarapları tatmaktan hoşlanıyoruz. Öküzgözü, Boğazkere gibi yerli üzümlerin dışında Cabernet Sauvignon, Marlot ve son yıllarda Shiraz ile haşır neşir olduğumuz gibi, son iki yaz olduğu gibi yıllardır unuttuğumuz roze şarapları da bir anda “in” yapabiliyoruz. Veya bir anda Chardonnay revaçta iken pek aklımıza gelmeyen Sauvignon Blanc’ı geç de olsa keşfedip tercih etmeye başlayabiliyoruz.Kısacası üzüm çeşitlerimiz gibi markalarımızda çoğalmaya başladı. Bu alışık olmadığımız zenginliğin içinde ise içeceğimiz şarap konusunda bazen kararsız kalabiliyoruz. Ben de yılın son yazısında size hiç değilse 2011’de yardımcı olsun diye yılın dikkat çeken şaraplarına bir daha değineyim dedim. Gusto dergisinin son sayısında Ahmet Örs, Kadir Albayrak, Mehmet Yalçın, Prof. Dr. Nihat Aktan, Osman Serim ve Ulus 29’un someliyesi Stephane Vattepain tarafından geleneksel “Türkiye’nin en iyi şarapları” seçimi yapılmış. Ben Gusto’nun da yazarı olmama rağmen herhalde şarap kadar, hatta daha çok bira da sevdiğimden beni bu jüriye pek almıyorlar, ama altın ve gümüş listelere aldıkları şaraplara itirazım olmadığı için sizlerle de paylaşayım. Pamukkale’den gelen yeni şarap serisini beğendikKırmızılarda Corvus Blend No:3 2006, Gülor “G” Cabernet Sauvignon-Merlot 2007 ve Kayra Vintage Öküzgözü 2007, beyazlarda Pamukkale Abfora Chardonnay Reserve 2007 ve Pamukkale’nin içtenlikle “Şarap dünyamıza hoş geldin” dediğimiz yeni prestij serisinden Nodus Chardonnay 2009 ve rozelerde bütün yaz boyunca keyifle içtiğimiz Doluca Verano 2009 altın listeye girmeyi başarmışlar. Gusto jürisinin gümüş listesine gelince, beyazlarda Doluca Karma Chardonnay-Narince 2008, Kavaklıdere Cotes d’Avanos Narince-Chardonnay 2009, Kavaklıdere Prestige Narince 2008, Kayra Vintage Chardonnay 2009, Sarafin Chardonnay 2008 ve Umurbey Sauvignon Blanc 2007, rozelerde de Pamukklake Anfora Trio 2008 ile Turasan Cappadocia 2010 mutlaka içilmesi önerilen şaraplar olarak ön plana çıkmışlar. Kırmızılarda Büyülübağ Cabernet Sauvignon Reserve 2007, Doluca Signium 2008, Kavaklıdere Angora 2009, Pendore Syrah 2008, Pamukkale Nodus Shiraz 2009, Sevilen 900 Cabernet Sauvignon 2007 ve Urla’nın Nero d’Avola 2008 ile Reserve Syrah-Cabernet Sauvignon 2008’leri gümüş listeye girebilmişler. Bronz listede ise altı ve gümüş listelerde rastlayamayıp haksızlık edilmiş dediğim şaraplardan gözüme Sarafin Sauvignon Blanc 2009, Turasan Seneler Chardonnay 2009, Doluca Karma Merlot-Boğazkere, Sarafin Shiraz 2008 ve Sevilen Centum Syrah 2007 çarptı. 2010 yılında beni en memnun eden şaraplardan şişede dinlendiği her geçen gün daha da lezzet kazanan Doluca Alçıtepe ile harika bir beyaz şarap olan Kavaklıdere Cote d’Avanos Sauvignon Blanc’ın Gusto jürisini gözünden, daha doğrusu damaklarından kaçmış olmasına ise şaşırdım. Oysa Doluca Alçıtepe yazarınızın naçizane kanaatine göre Kavaklıdere Pendore’nin harika Syrah ve özellikle Boğazkere’siyle 2010 yılının en heyecan verici şarabıydı. Belki de arada bir bira seven şarap yazarlarına da sormalarında yarar olabilir. Wines of Turkey platformunun La Brise’deki şarap yemeğinde “Burada isli Bamberg birası Aecht Schlenkerla varmış, ben ondan içeyim diyen” dünyaca ünlü şarap yazarı Oz Clarke gibi!
Napoli’den iki saatlik bir yolculuktan sonra Roma havalimanına gelmiş, check-in işlemlerinden sonra güvenlikten geçiyorduk. Daha uçaklara sıvı alınabildiği zamanlardı. Yumruk büyüklüğündeki peynirlerin suyun içinde yüzdükleri strofor kutuyu cihaza koydum ve diğer ucuna geçtim. Polis memuru ilk önce önündeki ekrana, sonra da bana baktı ve o harika İtalyan aksanı ile sordu: “Vhat is dis?” “Mozzarella” diye cevapladım. Peynirlerin ekrandaki görüntüsüne, boylarına bir daha bakıp gülümsedi ve “Bufala, eh?” diye sordu. Nedense İtalyanca bilmememe rağmen “Si” diye cevap verdim, o da bana dudaklarındaki kocaman gülümseme kaybolmadan bilmediği bir lisanda cevap verdi: “I am Naapoli!” O an sanki strofor kutumdaki bufalo mozzarellelarını damağında eziyormuşçasına bir zevkle gülümsediğini fark ettim. Ben de gülümsedim, hatta galiba kutudaki muhteşem peynirlerle ilgili birkaç laf ettik veya etmeye çalıştık. Belki de Napoli’den taşımaya üşenmediğim Mozzarella di Bufala’ları evde kahvaltıda domates dilimleri, zeytinyağı ve birkaç yaprak fesleğenle nasıl yiyeceğimi anlatmış bile olabilirim.Artık İstanbul’da da bu peynirden varMozzarella di Bufala dünyanın en harika peynirlerinden birisidir. Hatta diyebilirim ki insana yerken en çok mutluluk veren peynirlerin, yemeklerin başında gelir. En azından benim için. Dokusu, tadı, damağınızda ezip çiğneğinizde ağzına bıraktığı sütü ile bütün duyularınızı mest eder. Taze bir peynirdir, üretildikten birkaç gün içinde tüketilmelidir. İtalyanların “bufala” dedikleri Asya ile Afrika mandalarının bir melezi bir manda türünün sütünden yapılır. Bu mandalar da İtalya’nın Campania bölgesinde, Napoli’nin hemen arkasında Caserta’dan Salerno’ya kadar uzanan tepelerde bulunurlar. Haliyle de en iyi Mozzarella di Bufala, Napoli ve çevresinde yapılır ve mümkünse orada yenir. Bu hafta birdenbire mozzarella aşkımın kabarmasının nedenine gelince, artık bu harika peynirin ülkemize de ithal edilmesidir. İki yıl kadar önce Levent Loft’ta açılan Fratelli La Bufala ve şimdi de Kanyon’da açılan Obika Mozzarella Bar İstanbul’da sayesinde artık İstanbul’da da Mozzarella di Bufala yiyebiliyoruz. İsabet de oldu, çünkü artık uçaklara su dolu strofor kutuları içinde bu nadide peynir olsa da almıyorlar.Kremalı olanı günün her saati yenilebilirObika adını takip eden “Mozzarella Bar” ibaresinden de anlaşılabileceği gibi bu konuda çok iddialı. Büyük metropollerde şubesi olan Obika’da pizza dahil bir İtalyan lokantasında arayacağınız makarna, risotto ve diğer yemeklerin birçoğu var. Ama mönünün asıl yıldızı tam adıyla “La Mozzarella di Bufala Campana DOP.” Bu arada “DOP” harfleri tabağınızdaki mozzarellanın olması gerektiği gibi Campania bölgesinin ürünü olduğunun garantisidir. Obika’da üç çeşit bufalo mozzarellası sunuyorlar. Klasik dedikleri hiç dokunulmamış, yumruk kadar değilse de makul bir boyda çok lezzetli bir peynir. Napoli’de daha iyisi var mı diye sorarsanız, tabii ki var. Ama şunu da unutmayın ki böyle bir soruyu iki yıl önce soramazdınız, çünkü burada manda mozzarellası bulamazdınız. Kremalı Mozzarella di Bufala ise zaten ağzınıza bıraktığı sütün daha da vurgulandığı, günün herhangi bir saatinde, canınız sıkıldığında ekmeğinize sürüp yiyebileceğiniz lezzette. Mönüdeki üçüncü mozzarella ise “füme” ama itiraf etmeliyim ki bu kadar nefis bir peynire böyle bir kötülüğü neden yaptıklarını anlayamadım. Üçlüden bir tek onu sevmedim, masamızda “güzel” diyenleri de kınadım. Ama diğerleri harika, onları yemek için mutlaka gidin derim. Aslında biraz da Napoli tipi pizzalardan da bahsedecektim ama yerimiz kalmadı. Onların en iyisini, hatta Napoli’dekilerle bile karşılaştırabileceğiniz lezzettekilerini Fratelli La Bufala’da yiyebilirsiniz. “Bunlar alışık olduğumuz pizzalar benzemiyor, kenarlı pufudik, sosları sulu” deyip burun kıvırmayın ve orada bir bufalo mozzarellalı sade pizza, yani Margherita deneyin. Kırmızı domates sosu, bembeyaz mozzarella ve yeşil bir fesleğen yaprağı. İtalyan bayrağının renklerine Napolyon’un karar verdiğini biliyor muydunuz?
Bazı şehirler vardır, isimlerinde bir sihir olan, Hong Kong, San Francisco, Rio de Janeiro, Cape Town, Bombay, Beyrut gibi. Sanırım yabancılar için İstanbul’umuzun da ismi öyledir, her ne kadar biz sihirli şehrimizin ismine de, kendisine de alışmış olduğumuzdan artık o sihrini pek hissetmiyorsak da. Bazı şehirler vardır, saydıklarımız gibi, siz daha oraya gitmeden adeta sizi çağırırlar, gidinceye kadar size rahat vermezler. Beyrut benim bu listeme çocuk yaşlarımda girdi; Göksel Arsoy’un bir Türk ajanını oynadığı bir filimle, galiba “Altın Çocuk Beyrut’ta” gibi bir adı olan. Beyrut, İstanbul’dan bir saatten biraz daha fazla sürüyor. Uçağınız Kıbrıs üstündeyken alçalmaya başlıyor ve oldukça sarp yemyeşil dağların, adına bakmayın, masmavi Akdeniz’e kavuştuğu bir sahilde kurulu bu güzel şehre iniyor. Beyrut bir zamanlar Orta Doğu’nun Paris’i olarak adlandırılıyordu. Sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun asırlar boyu bir arada tutmayı başardığı dini ve milli farklılıkları Lübnanlılar bağımsızlık yıllarında taşıyamayınca bu farklı toplumlar 1976 yılında birbirlerine girmiş, ülke 14 yıl sürecek bir iç savaşa sürüklenmişti. Beyrut’ta bu iç savaşın izlerini hâlâ binalardaki kurşun izlerinden, hatta bazı binaların pencerelerinde hâlâ duran kum torbalarından görmek mümkün. Aslında savaştan etkilenen kısım şehri merkezindeki üç beş blok imiş, ama bütün şehride hayat durmuş. Beyrut’ta Osmanlı’nın izlerine hala rastlamak mümkün. Osmanlı’dan kalma konaklar kitemit çatılarıyla şehrin merkezine serpiştirilmiş gibiler. Eski hükümet binalarından bazılarına hâlâ zamana karşı direnmeye devam ediyorlar. Beyrut’ta deniz kenarını Selanik, İzmir, İskenderiye gibi bütün Akdeniz şehrilerinde olduğu gibi bir kordon sarıyor. Corniche adı verilen bu cadde şık oteller ve restoranlarla dolu. Yeni açılan Four Seasons ile şehrin HIP oteli Le Gray kalınacak en iyi adresler. İkisinin de tepelerindeki barlar (özellikle Le Gray’deki Bar ThreeSixty) bir zamanlar İstanbul’daki otellerin roof barları gibi çok popülerler. Ama Beyrut’a gitmişken tabii ki bu harika şehri sadece 5 yıldızlı bir otelin tepesindeki bir bardan seyretmekle yetinmeyeceksiniz. Bir seyahat yazarının pek hoş bir şekilde bizim Asmalımescit’e benzettiği Jemayze, cafe ve barlarla dolu bir mahalle. Öte yandan iç savaştan çok etkilenmiş olan Hamrah hala şehrin ana caddesi. Lübnanlı arkadaşım Nabil Moukadem’e göre buradaki Barbar, Kebabci, Al-Tabkha ve Warde gibi restoranlar pek lüks olmayan, ama mutlaka denenmesi gereken yerler. Ama ille de çok iyi bir Lübnan restoranı diye sorarsanız, Nabil benim hepsinde yiyemediğim “Karam ve Sultan İbrahim ve Abdulwahab çok iyiler” diyor. Yemeğin sonuna doğru nargile fokurdatmaya başlayabilirsinizLübnan’da iyi olan bir şey de şarap. Savaş yıllarında bile üretilmeye devam edilen Chateau Musar Avrupa ile Amerika’da bile şarapseverlerin övgü ile bahsettikleri bir şarap. Beyrut’un kuzeyindeki Junieh kıyısına dizili balık restoranlarıyla ünlü. Junieh’nin güneyinden kuzeyine uzanan neredeyse 10 km uzunluğundaki sahil balıkçı restoranlarıyla dolu. Junieh’nin kıyısına uzandığı koy meze eşliğinde arak içmek için ideal. Yemeğinizi bitirmeye yakın nargilenizi fokurdatmaya başlayabilir ve karşı kıyıda ışıldayan ünlü Casino du Liban’ı keyifle seyredebilirsiniz. Junieh’deki Chez Sami pek “in” ama galiba özellikle meze söz konusu olunca burada kötü yemek biraz zor. Lübnan’ın mezeleri bize pek yabancı değil ve tek kelimeyle muhteşemler. Lübnan rakısı arak ise bizim rakıyı aratmayacak kadar lezzetli. Nabil “En iyi arak Crystal” diyor, onu bulamazsanız Ksara’yı da deneyebilirsiniz. “İstanbul’daki evinde unutamadığımız tabuleh ile içtiğimiz arak Crystal’miydi” diye soruyorum, “Hayır, o çok özel bir arak, onu bulamazsın” diye cevap veriyor; Beyrut’a bir daha Tijen-Nabil Moukadem çiftiyle gidilecek diye kafamda not alıyorum. Balık lokantalarını, barları, otelleri bulmak kolaydır, ama hele Beyrut gibi “sihirli” şehrilerde o “özel arak”ı içebilmek için, bazı özel tadları keşfedebilmek için beraberinizde Nabil gibi artık orada yaşamasa bile oralı olan bir arkadaşınızın olması harika olur. Ya da gene Beyrut’ta Bekaa vadisinde yapılmış “çakma” viskiyi “iyidir, bir dene” diye içirip bir hafta başımın ağrımasına neden olan başka bir arkadaşımla olduğu gibi kabus olabilir.Mehmet Tezkan’dan Beyrut’a gideceklere önerilerMilliyet gazetesi yazarı Mehmet Tezkan da Beyrut’u görenlerden. İşte Tezkan’ın Beyrut’a gitmeyi düşünenler için önerileri... * Lübnan mezeleriyle meşhur. Et işine dalmayın bol bol meze yiyin. Abdel Wahab Beyrut’un en ünlü kebapçısı. Yemekleri lezzetli, ortam pırıl pırıl. * Fattouch (karışık yeşil salata diyebiliriz), Tabbouleh (ince kıyılmış maydanoz salatası), Kebeh (içli köfte), Vine Leaves (yaprak dolması), Moutabbal (minik köfte), Hommos, Labneh, Mekanek, nohut ve patlıcan ağırlıklı ünlü mezelerini yiyin. Babaganuş’u da unutmayın.* Et işine dalmayın dedim ama tatlıyı pas geçmeyin.. Tatlıdan hoşlanmadığım halde bayıla bayıla yedim. Kneffeh Jebneh, (künefe) Halawet el Jeben, Osmalıyeh ünlü tatlıları. Künefe bizdekinden farklı, çok daha lezzetli. * İlla balık diyorsanız Sultan Brahim’e gidin.. Birinci sınıf balık lokantası. Ben yine de balık yerine balık mezelerini seçin derim. Muhteşem!* İçki kullananlara da küçük bir tüyo; ‘Lübnan Arak’ı (rakısı) dört dörtlük.* Vaktiniz olursa Refik Hariri Cami’ine uğrayın. Bodrum mavisi kubbeli şık bir camii. ‘Downtown’da... Yolunuz düşer zaten.
Avrupalıların kahve ile bizim ikinci kez kapılarına dayandığımız Viyana’dan geri dönerken arkamızda bıraktığımız kahve çuvalları sayesinde tanıştıkları söylenir. Ama aslında Avrupalılar, daha doğrusu o zamanlar bizim gibi büyük bir imparatorlukları olan Avusturyalıların kahve ile tanışmaları biraz daha önce olmuştur. Viyana’da ilk kafenin kuruluşunun 1672 veya 1675 yılında, yani 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması’ndan önce olduğu tahmin ediliyor. Gerçi bunda da Osmanlı’nın gene bir parmağı olmuş. Çünkü bu ilk kafeyi kuran Franz Georg Kolschitzky adındaki Avusturyalı, Viyana’ya dönmeden önce yıllarca Türkiye’de oturmuş. Kahve çekirdeklerini toz haline getirip tatlandırdıktan sonra içine biraz süt katmanın Kolschitzky’nin buluşu olduğu söylenir. Kafeler Viyana’dan ilk önce imparatorluğun Salzburg, Budapeşte ve Prag gibi diğer önemli şehirlerine, sonra da Avrupa’nın Berlin, Paris, Londra, Madrid ve Lizbon gibi başkentlerine yayılmış. O zamanlar daha Amerikalıların kahve zincirleri dünyayı istila etmeye başlamamışlardı. Hatta ortada ABD filan dahi yoktu. Bir kafeye gittiğiniz zaman kasanın önünde kuyruğa girmiyordunuz ve size bir fincan kahve alabilmek için “De-caff mi olsun, medium, large, giant ne istersiniz” gibi saçma sapan sorular sorulmuyordu. Kafeler son derece şık dekorları olan, kaldırımdaki sandalyelerinde uzun elbiseli hanımefendilerin, kravat ve silindir şapkalı beyefendilerin oturdukları, insanların bağırarak birbirlerini rahatsız etmedikleri müşterileri kadar zarif mekanlardı. Grand Cafe’lerin müşterileri arasında yazarlar, ressamlar, bestekarlar, önemli düşünürler, hatta devlet adamları bulunurdu. Belki laptop’ları yoktu ama birçok yazar yazılarını, kitaplarını buralarda yazardı. O dünya artık bir daha geri gelmemek üzere kaybolmuş olabilir ama Avrupa’nın bu Grand, kelimenin gerçek anlamıyla “büyük” kafelerinden birçoğu hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Madrid’in kraliyet sarayı ile operanın sardığı o harika meydanındaki Cafe de Oriente ile Lizbon’da bir zamanlar Fernando Pessoa’nın kahvesini yudumladığı muhteşem Brasileira Akdeniz ülkelerinin kahve kültürünün çok iyi örnekleridir. Ama kahve ve özellikle yanında bir pasta diyorsanız, hâlâ Viyana başta olmak üzere eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun “büyük” şehirlerine gitmelisiniz. Oturduğunuz masada belki de Franz Kafka kahve içtiViyana artık bir imparatorluğa başkentlik etmiyor, ama eski ihtişamından ve mağrurluğundan hiçbir şey kaybetmemiş. Size sadece üç kafe önereceğim içim seçimlerime katılmayabilirsiniz, çünkü bu şehirde üç kafe seçmek şehre de, kafelerine de haksızlıktır, ama yerimiz dar. Burgtheater’in hemen yanıbaşındaki Cafe Landtmann şehrin en eski ve en iyi kafelerinden. En iyi müşterilerinden biri olan Sigmund Freud’un burayı çok sevdiği için bazı hastaları ile muayenehanesi yerine Cafe Landtmann’da görüştüğü biliniyor. Cafe Landtmann aynı zamanda çok iyi bir restoran, Viyana’daki en iyi Gulaş çorbasını burada içebilirsiniz. 20’nci yüzyıl başları Viyana’sının en “in” kafelerinin başında müdavimleri arasında devrin Adolf Loos, Oskar Kokoschka, Stefan Zweig gibi dev isimleri ile Leon Trotsky bulunan görkemli Cafe Central idi. Şair Alfred Polgar’ın Cafe Central için söylediği “Burası insanların yalnız kalmak için geldikleri, ama bunu yaparken de etraflarında başka kimselerin bulunmasını istedikleri bir yer” sözü belki de bir kafe için yapılabilecek en iyi tanımdı. Viyana’da bir de hiç değilse atmosferi kadar ünlü Sacher-Torte’si hatırına Sacher’e de uğramak gerekir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ikinci başkenti Budapeşte kendisi gibi Tuna kıyılarına yayılmış olan Viyana ile hep yarışmak istemiştir ama doğrusu bütün güzelliğine rağmen pek başarılı olamamıştır. Gene de Cafe Gerbaud ile Central Kavehaz imparatorluk devrinin ihtişamını hatırlatan görkemli Grand Cafe’lere sahip. İmparatorluğun üçüncü şehri Prag ise her ne kadar daha çok biraları ile ünlü ise de harika kafelere sahip. Avrupa’nın en güzel Art Nouveau kafelerinden Europa aynı adı taşıyan otelin girişinde. Cafe Slavia ile Montmartre de şehrin diğer gidilmesi gereken kafeleri. Prag’da da bir kafede kahvenizi yudumlarken unutmayın, belki de oturduğunuz masada yıllar önce Franz Kafka oturmuştur.
Financial Times gazetesi kış soğuklarının yaklaşmasıyla okurlarına küçük kaçamaklar yapabilecekleri sıcak alternatifler önermiş. Sayfalarının rengi pembe olabilir, ama Financial Times iş adamlarının, şirket yöneticilerinin, yatırımcıların okuduğu çok ciddi bir gazetedir. Ayda bir verdiği yaşam ekinin adı da “How to Spend it”, yani “Paranızı nasıl harcarsınız”dır. Hâl böyle olunca Financial Times’ın önerileri genellikle üst düzeyde ve pahalıdır. Zaten önerileri de aralarında HIP Hotels kitaplarının yazarı Herbert Ypma’nın da bulunduğu her biri butik ve sıra dışı otel uzmanı dört “seyahat gurusu” yapmış. Kışın deniz kenarı denilince akla ilk başta turkuaz denizi, bembeyaz kumsalları, adeta denizin içine sarken palmiyeleri ve harika tropikal kokteylleri ile Karayip Adaları gelir. Financial Times’ın danıştığı uzmanların önerdiği otellerin yarısı da zaten çeşitli Barbados, St Lucia gibi Karayip Adaları ile Kosta Rika, Brezilya ve Uruguay’ın ünlü tatil beldesi Punta del Esta’den. Ben oralar biraz uzak olduğu için bize daha yakın olanlardan bahsedeceğim.Hermanus’da balinaları sahilden izleyebilirsinizAslında bizim için en iyi kış kaçamağı Güney Afrika. Gece geç saatte bindiğiniz THY ile ertesi gün öğlen saatlerinde Cape Town’da oluyorsunuz. Saat farkı olmadığı için jet-lag filan da yok, çoğu gün ünlü Masa Dağı’nı kaplayan bulut örtüsü yoksa, hemen teleferikle yukarıya çıkıp bu muhteşem şehri ve etrafını saran sayısız plaj ve kumsalı hayranlıkla seyredebilirsiniz. Cape Town’dan bir saat mesafede Güney Afrika’nın en ünlü şarap bölgesi bulunur. Paarl, Stellenbosch ve Franschhoek kasabalarının arasında kalan bölge, sipsivri dağların arasında yemyeşil ovaların, bağların uzandığı cennet gibi bir yerdir. Tertemiz köylerde, küçük dükkanlar, çok güzel oteller ve dünya çapında restoranlar vardır. Financial Times, Franschhoek’da La Residence’i öneriyor. Harika bir yerde, muhteşem bir otel, kocaman odalar, onlar kadar büyük banyolar ve önünüzdeki yemyeşil vadiye doğru uzanan masmavi bir havuz. Bir de Franschhoek köyünün içindeki Le Quartier Français var ki, orada kalmasanız bile mutlaka her yıl dünyanın en iyi 50 restoranı arasında yer alan restoranını kaçırmamalısınız.Franschhoek’dan iki saat mesafedeki Hermanus dünyada balinaları sahilden izleyebileceğiniz en iyi yer olarak kabul ediliyor. Financial Times’ın uzmanları buradaki Birkenhead House’u listelerine almışlar. Kayaların üzerinde bir otel, önünüzdeki denizin güney kutbuna kadar uzandığını hissedebiliyorsunuz. Hermanus’daki Marine de nefis bir koloniyal otel. Yeşilliklerin örttüğü gri kayaların üzerine konmuş bembeyaz bir bina, sadece iki katlı, sanki önündeki çimlere uzanmış. Balina mevsimi bitmek üzere, ama hâlâ otelin önündeki uçurumun altındaki havuzunda önünüzden geçen balinalara dokunacak gibi olursunuz.Bu mevsimde Goa’da denize girmeden dönmeyinGüney Afrika ile neredeyse aynı mesafede olan Hindistan’a da THY uçuyor, geceyarısından önce bindiğiniz uçak sabahın erken saatlerinde Delhi veya Mumbai’de oluyor. Delhi’nin güney batısında kalan Rajasthan, çölün ortasındaki anıt şehirleri ve rengarenk giyimli insanlarıyla dünyanın en görülmeye değer yerlerinden birisi. Buradaki Jaipur, Jodhpur ev Udaipur gibi şehirler her seyahat meraklısının dudaklarında bir gülümseme oluşturur. Financial Times burada ortasındaki kayalık tepe muhteşem bir kale ile taçlandırılmış olan “mavi şehir” Jodhpur yakınlarındaki Mihirgarh otelini seçmiş. Rajasthan antikaları ile döşenmiş 12 odanın hem şömineleri, hem kendi havuzları var. Kendinizi bir hayal dünyasına atmak istiyorsanız, Rajasthan kalelerinden esinlenerek yapılmış olan bu yeni kale ideal. Ama orijinal bir kalede kalmak istiyorsanız, Delhi-Jaipur yolunda çöle hakim bir tepeye kurulmuş olan yüzlerce yıllık Neemrana kalesine gitmelisiniz. Dünyada kalabileceğiniz en hoş otellerden biri olan Neemrana’da zamanın aslında ne kadar fuzuli olduğunu hissedebilirsiniz. Hindistan denize girmek için pek aklımıza gelmez, ama muhteşem sahilleri, harika plajları ve çok güzel otelleri vardır. Hindistan’da deniz denilince akla ilk önce Goa gelir. Bu eski Portekiz kolonisi gerçekten de muhteşem plajlar ve çok iyi otellerle bezenmiştir. Ama biraz daha güneye, Kerala’ya inerseniz, bambaşka bir Hindistan ile karşılaşırsınız. Kilometrelerce uzanan bakir kumsallar, nefis yemekler, bir de bunları bir hindistan cevizi plantasyonunda, baharat bahçeleri içinde istiyorsanız, Financial Times’a göre gitmeniz gereken yer Neeleswhar Hermitage Oteli. Hindistan’ın en güneyinde, Trivandrum’daki Surya Samudra ise Ypma’nın HIP Hotels kitabında öneriliyor.Kenya’nın yakınında muhteşem bir gün batımıHint Okyanusu’nun karşı kıyısındaki Kenya ile Tanzanya’da artık THY’nin Nairobi ve Dar-es-Salaam seferleri sayesinde İstanbul’dan sadece 6 saat mesafedeler. Kenya sahillerindeki Lamu Adası’nın deniz tatili sevenlere verebileceği bir şey yok. Burada önerilen otelin adı ise pek tatil çağırıştırmıyor: The Majlis. Ama hazır Nairobi’ye kadar uçmuşken iki saatlik bir uçak yolculuğu daha yapıp Seyşeller’e kadar gidin derim. Oradaki yeni Four Seasons kendine ait muhteşem bir koyun kenarındaki tepelere konulmuş bir otel. Geniş balkonlarının yanında uzanan havuzlarıyla muhteşem bir gün batımına bakan odaları “Bir otelden daha fazlasını beklemek haksızlık” dedirtiyor; tam Financial Times’ın yaşam ekindeki gibi “How to Spend it” diye soranlar için...
Havaalanında, panoların arkasındaki 16 metre uzunluğunda, 7 metre yüksekliğindeki duvarın arkasına hiç baktınız mı? Orada bir hazine var...İstanbul’a bir yurt dışı seyahatinden döndükten, Atatürk Havalimanı’nda pasaport kontrolünden geçtikten sonra karşınıza tavandan sarkan iki pano çıkar. Bunlarda havalimanına inmiş olan uçaklardan çıkan bavulları kaç numaralı bantlarda bulabileceğiniz yazılıdır. Yolcular genellikle panoların önünde beş on saniye geçirir ve kendi uçaklarının geldikleri şehrin adını bulduktan sonra, o panoda yazılı olan band numarasının olduğu tarafa doğru yönelirler. Bazıları acele de eder, çünkü her ne kadar bavullarının gelmesi daha sürecekse de yapılacak Duty Free alışverişleri vardır. Ve çoğu yolcu bagaj bandı numaralarını bulmak için baktıkları panoların arkasındaki, 16 metre uzunluğundaki ve 7 metre yükseklikteki duvarı görmez. Oysa o duvardaki rafları dolduran raflardaki 15 bin çeşit şarap ile ATÜ’nün mağazası belki de bütün dünyadaki havalimanlarının en etkileyici şarap mağazalarından birisidir. Güney Afrika’nın birbirinden lezzetli Shiraz’ları7 metre yükseklikteki duvar ülkelere göre bölünmüştür. Fransa, İtalya, İspanya ve Yeni Dünya ülkeleri, her birinin en iddialı şarapları kadar, daha makul fiyatlı şarapları beğeninize sunulmuştur. Bu gerçekten bir şarapseverin görmesi gereken bir manzara, kaçırmaması gereken bir mağazadır. Yeni Dünya şarapları arasında hele Shiraz seviyorsanız, Avustralya bölümünü kaçırmamalısınız. Burada gözünüze hemen yanında iki sıfırlı fiyatıyla Penfolds’ün efsanevi şarabı Grange çarpacaktır. Grange sizi fiyatıyla korkutursa, Penfolds merdiveninden sırasıyla St Henri Shiraz, Bin 389 Cabernet Sauvignon-Shiraz ve Koonunga Hill ile inebilirsiniz. Bunların hepsi Avustralya’nın Shiraz’larının neden bu kadar ünlü olduklarının iyi birer örneğidir. Yeni Dünya’nın yükselen yıldızı Güney Afrika da son yıllarda birbirinden lezzetli Shiraz’larıyla dikkat çekiyor. Boschendal, Cathedral ve La Motte hepsi Güney Afrika şaraplarının en güvenilir rehber kitabı Platter’s South African Wines’dan 5 üzerinden 4 buçuk almış, makul fiyatlı Shiraz’lar. Bu şaraplar gene özellikle Shiraz seviyorsanız içtiğinizde sizi pişman etmeyecek şaraplar.Mağaza şaraptan ibaret değil, malt viskiler ve purolar da burada Şili ve Arjantin’e gelince, Güney Amerika ülkeleri ATÜ’nün 7 metre yüksekliğindeki “şarap duvarı”nde rakipleri Avustralya ve Güney Afrika kadar iyi temsil edilmiyorlarsa da, en iyi Şili şaraplarından Almaviva ve Casa Apostolle Clos Apalta aynı Grange gibi ısı ve nem kontrolü olan özel şarap dolaplarında meraklılarını bekliyorlar. Mağaza tabii ki sadece şaraptan ibaret değil. Ülkemizde giderek daha zor bulabildiğimiz sevdiğimiz malt viskilerin çoğunu da 7 metrelik şarap duvarının önünde uzanan bölümde bulmak mümkün. Bu arada puro meraklıları için de Avrupa’nın en iddialı puro mağazalarından birisi devasa bir hümidor şeklinde bir köşeye oturtulmuş. Fransız, İtalyan ve İspanyol şaraplarına gelince, özellikle dünyada hiçbir havalimanı mağazasında bulamayacağınız kadar zengin Bordeaux bölümüne önümüzdeki hafta göz atacağız.Duty Free’den artık 2 şişe yerine 3 şişe şarap alınıyorDuty Free’den şarap almakla ilgili iyi bir gelişme de bir ara sadece 2 şişeye indirilmiş olan limitin kişi başı 2 litre, yani 3 şişe şaraba çıkarılmış olması. Bu tabii ki bir şişe de viski, cin veya rakı gibi yüksek alkollü içki almış olan yolcular için geçerli değil, çünkü limitler kişi başı ya 1 litre (yani bir şişe) sert alkollü içki ya da 2 litre (yani 3 şişe) şarap almanıza imkan veriyor. Alışveriş yaptığınızda pasaport numaranız kayda geçtiğinden aynı yurda girişte salondaki diğer Duty Free Shop’larda içki alamıyorsunuz. Oysa İngiltere başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde bu limitler yurda girerken gümrük vergisi ödemeden yanınızda getirebileceğiniz içkiler için geçerli. Yanınızda daha fazlası, örneğin üç beş şişe viski, cin ve 10 şişe kadar da şarap varsa, gümrük memurunu bunların kendi tüketiminiz için olduğunu ikna etmeniz halinde, vergisini ödeyerek yurda sokmanız mümkün. Biz de ise nedense devlete ek vergi sağlayabilecek böyle bir uygulama düşünülmemiş. “Peki gümrük memuru yanınızdaki içkilerin kendi tüketiminiz için olduğuna nasıl ikna oluyor” diye soracak olursanız, bilmem, herhalde şöyle bir tipinize veya (bira) göbeğinize bakıp “Bu adam veya kadın bunları içerbilir mi” diye öyle karar veriyordur.
Soğuk kış günlerinde içinizi ısıtacak içkilere mi ihtiyacınız var? İşte size biradan votkaya kadar içerken keyifi anlar yaşatacak olan 8 içki...Şampanya (Moet Chandon Rose)Buz gibi kadehte ışıldayan köpükler saçan şampanya aslında kış içkisi değilmiş gibi görünebilir, ama başta ülkemizde olmak üzere en çok yılbaşlı kutlamalarında, yani kışın tam ortasında içilir. Hatta bizim buralarda bu asil içkiyi neredeyse sadece yılbaşlarında içmek aklımıza gelir. Ama siz gelin arada bir de olsa gününüzü bir kadeh şampanya ile zenginleştirin. Moet Chandon Rose önereceğim, sadece iyi bir şampanya olduğu ve roze şaraplar bu aralar pek moda olduğu için değil, o harika rengi soğuk kış günlerinde buz gibi kadehinize birazcık da olsa bir sıcaklık katsın diye.Bira (Aecht Schlenkerla Rauchbier veya Tuborg Özel)Kışın bira içilir mi diye soranlardansanız, evet içilir. Hatta Avrupa ülkelerinde ve son yıllarda Amerika’da kış ayları için yapılan özel biralar, Winter Ale’ler bulunur. Bavyera’da ise yüzyıllardır kışın gelişi Doppelbock adı verilen ile kutlanır. Dopplebock’lar siyaha yakın renkli, çok dolgun lezzetli, fırından yeni çıkmış ekmek gibi kokan biralardır. Ülkemizde ise Bamberg’in bacon kokuları saçan ünlü isli birası Aecht Schlenkerla ile Tuborg’un Özel birası iyi “kış biraları.”Şarap (D’Arenberg Dead Arm Shiraz ve Pendore Syrah)Bu kış için size önerim artık ülkemize de ithal edilen Avustralya’nın efsanevi Shiraz’larından Dead Arm ile Kavaklıdere’nin Alaşehir yakınlarındaki Pendore bağlarından aldığı harika Syrah. Pendore Boğazkere de daha tatmadıysanız, bu kış mutlaka tatmanız gereken bir şarap. Shiraz, et seviyorsanız (hangimiz sevmiyoruz ki) muhteşem bir şarap, bizim damağımıza da, topraklarımıza da çok yakışıyor. Malt Viski (Ardbeg, Caol Ila)Bir kış günü, iyi bir malt viski kadar sizi ısıtacak, lezzetiyle sizi meşgul edecek bir içki bulamazsınız. Böyle günlere en yakışan ise İskoçya’nın Atlas Okyanusu’na bakan vahşi adalarının, Islay’nın, Skye’ın viskileridir. Deniz kenarında yıllandıkları için içlerine sinen iyot, yosun, evet, deniz kokusu ve is bu viskilere inanılmaz bir derinlik ve lezzet katar. Türkiye’de bulunabilenleri ise Ardbeg, Caol Ila ve bazen efsanevi Lagavulin ile Talisker. Smoky MartiniMartini basit gibi görünse de yapılması en zor kokteyldir. Smoky Martini’de cin önemini koruyor ama sek vermut yerini bir viskiye bırakıyor. Kıyabilirseniz Islay adasının isli malt viskilerinden birisi öneriliyor, ama yerine Islay maltlarından harmanlandığı için aynı dolgun lezzeti olan Black Grouse’u kullanabilirsiniz. Süsü limon kabuğu olan Smoky Martini’yi beğenirseniz, en iyi viskilerden biri olan Famous Grouse’un yeni viskisi Black Grouse’u bir iki buz ile içmeyi de deneyebilirsiniz.Votka (Ruski Standard)Ruski Standard ile tanışmam soğuk bir Moskova akşamı Cafe Pushkin’de olmuştu. Dışarıda kar yağıyordu ve ısı eksi 20 derece idi. Moskova’nın “güzel insanları” Cafe Pushkin’in sıcak duvarlarının arasında neredeyse istisnasız Ruski Standard içiyordu. Kış soğuğuna en çok yakışanları da Ruski Standard ile Absolut Level, Belvedere ve tabii ki Grey Goose gibi “havalı” olanlarıdır. Porto (Quinta do Noval LBV) Kış denilince aklınıza bir şöminenin karşısında oturup bir yanınızdaki küllükte bir puro ile oturuyor olmak geliyorsa, elinizdeki kadehteki içki Porto olmalı. Portekiz’in bu ünlü tatlı şarabı, hem ağızda bıraktığı tat, hem de 18 derecelik sertliği ile ideal bir kış içkisi. Ülkemizde Adco (adcogida.com.tr) birkaç çeşit Porto ithal ediyor. Graham’s 6 Grapes ile en prestijli üreticilerden Quinta do Noval’in LBV’si üst düzeyde.Grand MarnierGrand Marnier kış aylarına kendi başına bile çok yakışan bir likördür. İsterseniz yarı yarıya Havana Club Aoejo gibi iyi bir rom ile yarı yarıya karıştırıp bir iki damla Amaretto ve birkaç buz eşliğinde yapılması çok kolay bir kokteylde kullanabilirsiniz. Biraz daha uğraşmak isterseniz aynı karışımı Amaretto yerine Hare Ahududu likörü kullanarak bir konyak kadehinde yapabilirsiniz.
Eskiden Pazar sabahlarının erken saatlerinde, üzerlerinde martıların çığlıklar atarak dolaştıkları balıkçı tekneleri Hamburg limanına girdiklerinde halk onları karşılardı. Hem de ne karşılama! Balık halinde kurulmuş ızgaralarda sosisler, balıklar kızartılır, halk erkekli kadınlı ellerinde bira bardakları müzik eşliğinde soğuk denizlerden evlerine dönen balıkçıları karşılardı. Bu yeme içme, eğlenme keyfi saat 9 sularında halk pazar ayini için kiliseye gidebilsin diye sona ererdi. Artık balıkçı tekneleri Elbe Nehri’nden limana kadar gelmiyorlar, ama bu geçmişi yüzyıllara dayanan gelenek hâlâ yaşatılıyor. Nezih Deniz ile Elbe Nehri’nin kıyısındaki eski hal binasına geldiğimizde hava daha ağarmamıştı. Kuzey Denizi’nden gelen soğuk rüzgar yüzlerimizi okşuyordu, ama üşümüyorduk, hatta bazen yüzünüze vuran serinliğin hissettirdiği gibi hoşumuza bile gidiyordu. Vücutlarımız nasılsa bir gün önce Hamburg’da aldığımız koyu lacivert denizci kabanlarının koruması altındaydı. Sevgili eşlerimiz Suzan ile Lale otelde sıcak yataklarının içinde uyumaya devam ettikleri için rahatlıkla birer bira ve sosis aldık, sabah 6’da bira içmek her zaman yaptığımız bir şey değildi, gülümseyerek bardaklarımızdan birer yudum alıp, kalabalığın içine karıştık. Eski balıkçı halinin bir ucuna kurulmuş bir sahnede yaş ortalaması bizden on yaş kadar yüksek olan bir grup rock çalıyordu. Biraz onları dinleyip, hem onların, hem de kendimizin haline güldükten sonra dışarıya çıktık. Rıhtıma bağlı tek bir balıkçı teknesi hâlâ orada eski günlerin bir şahidiymiş gibi duruyordu. Daha uzakta ise iki romorkör dev bir tankeri Elbe’nin gri sularında çevirerek yerine yerleştirmeye çalışıyordu. Tanker yerine yerleştiğinde hava aydınlanmış, bizim de biralarımız bitmişti, otelimize döndük.Hamburg’da Amsterdam veya Venedik’ten daha çok köprü bulunduğunu biliyor muydunuz? Bir de şehrin ortasında iki göl var, etrafları yeşillikler, parklarla süslü olan. İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizler tarafından bombalanarak hemen hemen tamamen yıkılan şehir eski haline sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş ve Avrupa’nın yürümesi, gezilmesi en keyifli şehirlerinden biri haline gelmiş.Buna bir de aralarında 11’i Michelin yıldızlı harika restoranlar eklerseniz, Hamburg hele bahar aylarında uzun bir hafta sonu için ideal bir şehir oluyor. Şehrin ana alışveriş caddesi Mönckebergstrasse, her Alman şehrinde olduğu gibi genellikle gotik olan şehrin en görkemli binası Rathaus’un (Belediye binası) önüne kadar uzanıyor. Buradaki Cafe Paris çok keyifli eski bir bistro, lüks butik ve mağazaların olduğu Jungfernstieg’deki Friesenkeller ise Kuzey Almanya’nın muhteşem birası Jever eşliğinde güzel Alman yemekleri tatmanız için göl kenarında keyifli bir balkonu olan eski bir restoran. Göllerden Binnenalster aralarında Vier Jahreszeiten (küçücük, ama çok hoş ve şık barı var) ve Atlantic Kempinski gibi şehrin en iyi otellerinin de olduğu güzel binalarla sarılmış. Gece kulüpleri ve “kırmızı noktalı” caddeleriyle ünlü St Pauli semti için tam bir “kült” futbol kulübü olan takımının maçına rastlarsanız gidin demekle yetineceğim, ama Elbe Nehri’nin kıyılarındaki eski depoların restore edilmesiyle ortaya çıkan Speicherstadt’a mutlaka uğramalısınız.Dünyanın en büyük oyuncak tren müzesi Buradaki Miniatur Wunderland iki kardeşin 6 milyon euro harcayarak ortaya çıkardıkları adı gibi “harika” bir müze, bir oyuncak tren müzesi! Bin 150 metre karelik bir alanda 12 km uzunluğundaki raylarda 890 tren, dağların arasında, köprülerin üzerinde, inanılmaz derecede detaylı işlenmiş köylerin, şehirlerin arasında dolaşıyorlar. Yukarıdan baktığınız şehirlerde bir yandan trenler istasyonlarda durup kalkarken, öte yandan yollardaki kazalara maket polis araçları ve ambulanslar, evlerde arada bir çıkan yangınlara itfaiye araçları müdahale ediyor. Saatlerinizi geçirebileceğiniz bu dev minyatür sistem 40 bilgisayar tarafından senaryolandırılarak yönetiliyor. Speicherstadt’taki Carls Brasserie de, dünyadaki tek Michelin yıldızlı Türk şef Ali Güngörmüş’ün Le Canard Nouveau’su da oturup nefis yemekler eşliğinde nehir kıyısında oturup bu güzel şehri seyredip ondan giderek daha çok hoşlanmanızı sağlayacak restoranlar, bir bakıma eski balık halinde gün ağarmadan bira ile sosis veya balık yemek gibi...