Tepebaşı’ndaki Mısır, İlissia ve Petersburg kahveleri yaz aylarında masa ve sandalyelerini tramvay raylarına neredeyse değecek şekilde dışarıya dizerlerdi. Bu küçük masalara Sakız rakısının yanında bütün masayı kaplayan mezeler de servis edilirdi. Oradaki müşteri kalabalığı içkilerini yudumlarken, Tepebaşı bahçesinde çalan orkestralardan güzel nağmeler işitilirdi. Buraları öğleden sonra saat 6 civarı başlayıp gece yarısı sonrasına kadar hareketli olurdu. Uzaktan genel görüntü çok güzeldi. Ancak yoldan geçen bir araba ya da tramvayın atlarının masalara çarpıp, mezeleri ile birlikte devirmesi de, alışılmış olaylardandı” diye anlatıyor İ. N. Karavia yüz yıl öncesinin İstanbul’unu “Allate ke Tore” (Bir Zamanlar ve Şimdi) adlı kitabında. Sonrasını Çelik Gülersoy’un “Tepebaşı Bir Meydan Savaşı” adlı kitabındaki anlatımından dinleyelim: “Meydanlığa bakan, daha doğrusu karşıdaki Haliç’i gece gündüz seyreden yapılar dizisi 1880’lerle 1940’lar arasında, 70 yıl, üçlü bir bileşim sergilemiştir: Konutlar, oteller ve kafeler. Günümüzde, yani son 40 yılda, burada bir eksiklik, bir de fazlalık oldu: Konutlar ve otellerle, kafeler azaldı, bürolar eklenip çoğaldı.” Konutların azalması ile Tepebaşı’ndan, hatta Beyoğlu’ndan yaşam çekildi, insanlar bir zamanların görkemli caddeleri Meşrutiyet ve İstiklal Caddeleri’ne gelmez oldular. 20. yüzyılın sonlarına doğru yüzyılın ilk yıllarında şık hanımefendilerle beyefendilerin kaldırım kafelerinde biralarını veya kahvelerini yudumladıkları Beyoğlu’ndan insanlar çekildiler, hatta gelmeye korkar oldular. En prestijli seyahat dergileri bu sokaklara sıkça yer verdiSonra yeni bir yüzyıla girdik, Beyoğlu sanki ikinci yarısını unutulmuş, ihmal edilmiş, sevilmemiş olarak geçirdiği 20. yüzyıla inat silkelendi, güzelleşmeye başladı. Hem kendisini yıllardır unutmuş, ihmal etmiş olan eski sevenleri, hem de yeni hayranları tekrar sokaklarını doldurmaya başladılar. Asmalımescit civarında bir elin parmakları kadar olan meyhane ve restoran sayısı yavaşça artmaya başladı, sokaklara serpiştirilen masalardaki loş ışıklar etrafı giderek daha çok aydınlatmaya başladılar. Yirminci yüzyılın başlarının efsane oteli Pera Palas ve Palazzo Donizetti gibi otellerin açılışıyla Beyoğlu’na gelen turistin kalitesinde belirgin bir düzelme olmaya başladı. Artık turistler de Asmalımescit’in kalabalığının içine karışıyor, hatta bazıları İstanbul’da kaldıkları üç beş gecenin neredeyse her gecesini burada geçiriyorlardı. Son yıllarda dünya basınında en prestijli seyahat dergileri başta olmak üzere çok sık yer almaya başlayan İstanbul ile ilgili neredeyse bütün yazılarda yazarlar akşam yemeği için mutlaka Asmalımescit’e gidilmesi gerektiğini yazmaya başlamışlardı. Financial Times’ın restoran kritiği Nicholas Lander, “manzarası olmayan daracık bir sokakta önünden arabaların geçtiği dört masa ve bir düzine taburesi olan” Ece Aksoy’un Asmalımescit’teki yerinden ve yemeklerinden o kadar etkilenmiş olmalı ki, Boğaz ve tarihi yarımada manzaralı restoranları yazdığı İstanbul yazısına Asmalımescit’ten, Ece Hanım"ın restoranından giriş yapmış. Sokaklarında gezilemeyecek yerleri mekanlar yeniden canlandırdıBiz nedense iyi örnekleri göz ardı edip hep kötü örneklerden yola çıkarız. Sokaklardaki masaların, araç trafiğine kapalı bir sokakta dahi olsalar, yayaların geçişini engelleyecek kadar sokağa yayılmalarını savunmak mümkün değildir. Asmalımescit ve etrafındaki sokaklarda bunların örnekleri de ne yazık ki oldukça çoktu. Ama bu arada dışarıya koyduğu masalar için Belediye’ye işgaliyesini ödeyip gelen yerli yabancı müşterisine kaliteli hizmet sunmaya çalışan ve çoğunlukta olan restoranların var olduğunu unuttuk. Masalar, sandalyeler kaldırıldı, Asmalımecit sakinleşti, sessizleşti. Oysa Asmalımescit’te kalabalıktan şikayet etmek, Fatih Altaylı’nın bu hafta bir yazısında yaptığı çok yerinde bir benzetmeyle “maça gidip seyircinin tezahüratından şikayet etmek” gibi oluyor. Oralarda oturanlar dahil, herkesin unutmaması gereken şu ki, Asmalımescit ve civarı oralardaki mekanlar açılıncaya kadar kimsenin bırakın yerleşip oturmaya, sokaklarında gezmeye dahi cesaret edemedikleri yerlerdi. Sokak kahveleri, masaları kaldırımlara serpiştirilmiş restoranlar şehirlerin nefes aldıkları yerlerdir. Açık havada oturup içkinizi, kahve veya çayınızı yudumlarken önünüzden o şehrin akıp gittiğinizi görür, o şehri seyreder, ruhunu hissedersiniz. İstanbul’da da, 100 yıl önce, 20. yüzyılın başlarında Beyoğlu ve Tepebaşı’na hakim olan medeni görüntü 21. yüzyılın başlarında hiçbirimize fazla görülmemelidir. Bunu korumak için de, her ne kadar artık şapka veya fes takmıyorsak da, mekan sahipleri, müşteriler ve tabii ki Belediye’nin, herkesin şapkalarını önlerine koyup düşünmelidirler.
Ernest Hemingway’in dünyanın önemli barlarının neredeyse hepsine uğradığı, romanlarının bazılarının hiç değilse kısmen buralarda yazıldığı bilinen bir gerçektir. İstanbul’daki Pera Palas veya Nairobi’deki Norfolk, Cape Town’daki Mount Nelson otellerinin barları olsun, büyük üstadın buralarda içkisini yudumladığını, önündeki defterine yazılarını karaladığını iddia ederler. Paris’teki ünlü Ritz oteli daha da ileri giderek İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Ritz otelini Almanlar"dan kurtaran Amerikalı askerlerin arasında elinde piyade tüfeği ile Ernest Hemingway’in de bulunduğunu iddia eder. Otelin barının adı Hemingway Bar (muhteşem Martini’leri var) olarak kalmıştır ve giderseniz hâlâ duvarda üstadın tüfeğini, masalardan birisinin kenarında ise daktilosunu görebilirsiniz.Ama merak etmeyin, bu sıcak yaz günü kafanızı Ernest Hemingway hikayeleri ile ağrıtmayacağım. Konuya onunla girmem üstadın özellikle Küba’da yaşadığı yıllarda tropikal kokteyllere merak salmış olmasındandır. Öylesine ki Havana’daki yıllarında aynı restoranda yemek seçer gibi hangi kokteyli hangi barda içeceğini bile seçermiş. Havana’nın en ünlü barlarının başında gelen El Floridita ve La Bodeguita’dan daha mütevazı olan ikincisinde Hemingway’in kendi el yazısı olduğu iddia edilen “La Bodeguita’da Mojito’m, El Floridita’da Daiquiri’m” yazısı hâlâ asılıdır. Görüldüğü gibi İstanbul barlarında son 10 yıldır “moda” olan Mojito da, aynı hâlâ bizim barmenlerimizin yapmayı pek tercih etmedikleri Daiquiri (muz veya çileklisi yaz aylarında harika olur) gibi sandığımızdan çok daha eski bir kokteyldir.Ernest Hemingway’in Küba’da yaşadığı 50’li yıllar Batista’nın daha Fidel Castro tarafından devrilmediği yıllardı. Havana’ya akın akın gelen Amerikalılar Küba’yı bir müzik ve yeme içme cenneti haline getirmişlerdi. İçmek denilince de akla ilk gelen tropikal kokteyller oluyordu. O yıllardaki Havana barlarındaromla yapılan en az 100 kokteyli ezbere yapamayanları “cantinero”, yani barmen saymazlardı. Yaz aylarında yudumlamayı pek sevdiğim Mojito ile Daiquiri’yi, hatta romlu kokteyllerin en güzeli Planter’s Punch’ı yıllardır çok yazdım. Onun için bu hafta size birisi çok kolay, diğeri ise biraz daha çok malzemeli iki tropikal kokteyl önereceğim. Cuba Libre ve Painkiller.En iyi Painkiller Münih’te yapılıyorRivayet o ki Küba bağımsızlığını kazanırken Havana’daki bir Amerikalı içinde rom ve Coco Cola’lı bir karışım bulunan kadehini “Cuba libre”, yani “Küba serbest, özgür” diye bağırarak kaldırıyormuş. Gerçi bu hikaye olayın olduğu 1890’lı yıllarda Havana’da Coca Cola bulunmayışı gibi bir detaya takılıyor, ama kimin umrunda ki, üçte bir beyaz Havana Club veya Bacardi ile üçte iki Coca Cola’nın içinde bir limon dilimi bulunan buzlarla dolu bir bardakta buluştukları Cuba Libre o gün bu gün dünyanın en sevilerek içilen kokteyllerinin arasında yer alıyor. Zaten kokteyllerin her birinin farklı yaratılış hikayeleri vardır ama adı üstünde ‘hikaye’ oldukları için inanıp inanmanmak da size kalmıştır.Painkiller’e gelince, o da gene Karayiplerde, İngiltere’ye bağlı Virgin Adaları’nda Soggy Dollar adında bir barda 1970’li yıllarda yaratılmış. Painkiller’in içinde Karayipler denilince aklınıza gelen her şey var diyebilirim. İki ölçek siyah rom (orijinali Pusser’s ile yapılıyorsa da Captain Morgan veya Bacardi Black olabilir), dört ölçek ananas suyu, bir ölçek “cream of coconut” (hindistan cevizi sütü, marketlerde bulunabiliyor) ve bir ölçek portakal suyu (taze sıkılmış her zaman daha iyi netice veriyor) bol buz ile bir shaker’de çalkalandıktan sonra buzlu bir bardağa konuluyor ve üstüne de çok ince rendelenmiş muskat serpiştiriliyor. Painkiller’inizin sertliğini içine koyduğunuz romun ölçeği ile oynayarak ayarlayabilir, bardağınızın kenarını da tabii ki bir ananas dilimi ve bulabilirseniz küçük bir kağıt şemsiye ile süsleyebilirsiniz.Yazımızın sonunda gene Avrupa’ya dönecek olursak, Karayipler dışında en iyi Painkiller’i içebileceğiniz yer Münih’te, ünlü Hofbräuhaus birahanesinin karşı sokağındaki Pusser’s Bar. Painkiller’i İngiliz donanmasında denizcilere 1970’li yıllara kadar kumanya ile verilen romu içtikleri geleneksel metal fincanlarda servis ediyorlar.
Sevgili karım telefonda “Bugün arkadaşlarım bana gelecekler, ne şarap açayım” diye sorduğunda başıma gelecekleri tahmin edememiştim. Eve geldiğimde masanın üstünde duran şişeyi gördüğümde karın boşluğumdan göğsüme doğru bir ağrının yükseldiğini itiraf etmeliyim. Onlarca şişe şarabın arasından çekip aldıkları şarap Kavaklıdere Kalecik Karası idi. Hem de şarap dolabımda 1989, 90, 91 diye yatan şişelerin en önemlisi, efsane Kalecik Karası’nın ilk rekoltesi olan 1989. Lale’nin sevgili arkadaşlarından birisi “Ay, çok güzel bir şarapmış” gibi bir şeyler söyledi. “Tabii ki çok güzel” diye mırıldandım kızgın bir sesle, “Türkiye’nin şarap tarihini içiyorsunuz.” Gusto dergisi 10’uncu yılını kutladığı Haziran 2011 sayısında Türkiye’de içki sektöründe son 10 yılda yaşanan gelişmelere geniş yer ayırmış. Restoranlarımız, barlarımız son 10 yılda ne gibi gelişmeler göstermişler, rakı başta olmak üzere sert alkollü içkiler ve şarapta 10 yıl öncesine göre ne durumdayız derginin sayfalarındaki çeşitli sohbetlerde ele alınmış. İçkiler arasında son 10 yılda en büyük gelişmeyi gösteren şüphesiz şarap. İthalat kapılarının açılmasıyla biraz pahalı da olsalar bir çok iyi şarap ülkemize girdi. Yerli şaraplar ise çok büyük bir gelişme göstererek dünya standartlarını yakalamaya başladılar. Gusto’nun bu ay ki sayısında şarap dünyamızı zenginleştiren bu gelişmeler üç önemli üreticimizin patronları ile şarap ithalatı denilince ilk akla gelen isim olan Adco Gıda’nın sahiplerinden Figen Mays tarafından masaya yatırılmış. Daha çok değil, 10-15 yıl önce şarap istediğimiz zaman sadece “kırmızı” veya “beyaz” derdik. Evet, belki tek tük marka tercihlerimiz vardı, ama şarap kırmızı veya beyaz olarak istenirdi, yapıldıkları üzümlerden filan da kimsenin yoktu. Hatta üreticiler bile etiketlerin üzerine “kırmızı şaraplık üzümlerden imal edilmiştir” gibi anlamsız yazılar yazarlardı. Ta ki Kavaklıdere, Kalecik Karası ile o özenli sakladığım şişenin etiketinin üzerine şarabın yapıldığı üzümün de ismini yazıncaya kadar. Sonra Kalecik Karası’nı 1995 rekolteleriyle Kavaklıdere Öküzgözü ve Boğazkere izledi. Bir yıl sonra da Sarafin sayesinde Cabernet Sauvignon, Merlot, Chardonnay gibi “asil” üzümlerle tanıştık. Yanılmıyorsam ilk Şiraz şarabımızı da o yıllarda Pamukkale piyasaya sürdü. Ve 10 yılda öyle bir noktaya gelindi ki Doluca’dan Sibel Kutman Oral’ın dediği gibi “Önceleri üzümün esamesi okunmazken, şimdi ise üzüm markanın önüne geçti.” En çok Şili şaraplarını beğeniyoruzAslında Kavaklıdere’den Ali Başman’ın da dediği gibi, şarap dünyamızın bu kadar zenginleşmesinde Özal döneminden sonra dışa açılmamızın, zenginlerin yurt dışında daha çok gezip, görmeye başlamalarının rolü çok büyük: “Restoranlarımızın kalitesi, tipi de değişti. Bütün bunlar bizleri de kamçıladı. Biz de dünyayı daha yakından inceledik, onlar gibi şaraplar yapmak istedik.” Kavaklıdere’nin Pendore başta olmak üzere son yıllardaki şaraplarına bakınca bu konuda oldukça başarılı olduklarını söylemek mümkün. İthal şaraplara gelince, Figen Mays 1994 yılında sadece turistik tesisiler için özel izinlerle başlayıp 2003 yılında tamamen serbest bırakılan şarap ithalatında artık taşların yerine oturmaya başladığını düşünüyor: “Artık şarapseverler çok daha seçici. Beğendiklerini, özellikle de fiyat kalite dengesi uygun şarapları alıyorlar.” Millet olarak en beğendiğimiz şaraplar ise Şili şarapları, hatta Türkiye dünyada ithal şarapta Şili şaraplarının pazar lideri olduğu tek ülke. Şili’yi Fransız şarapları, onları da İtalyan şarapları izliyor. Sibel Kutman Oral, İtalyan şaraplarının dünyadaki başarısını “Her ülkede İtalyan restoranları var, sosu da, peyniri de, şarabı da bu sayede dünyaya açılıyor” diyerek açıklıyor. Şarabımızın yemeklerimizle uyumu üzerinde daha fazla durulması gerektiği vurgulandıktan sonra Ali Başman “Bunları şimdi konuşuyor, düşünüyorsak, bir süre sonra da yapacağız demektir” diyor. Gerçekten de dünyadaki İtalyan lokantalarının Chianti başta olmak üzere İtalyan şaraplarının, Meksika lokantalarının da Corona ve Dos Equis gibi Meksika biralarının tanınmalarına yaptıkları katkı düşünülecek olursa, zengin mutfağımız ile giderek zenginleşen şaraplarımızın eşleşmeleri üzerine biraz daha çaba sarf etmemiz gerektiği ortada.Gusto’ya nice 10 yıllara derken, içki ve gastronomi dünyamızın son 10 yılından hoş anektodlarla dolu Haziran sayısına bir göz atmanızı öneririm.
Bazı manzaralara hazırlıklı olamazsınız. Malatya havalimanına inmiş, Keban baraj gölüne doğru ilerliyorduk. Kızıl tepelerin yerlerini baraj gölüne doğru terkettikleri yemyeşil düzlüklere serpiştirilmiş gelincikler gözümüzü okşuyor, gölün pek mavi diyemeyeceğimiz rengini daha bir hoş gösteriyordu. Uzaklarda karlı tepeleriyle Munzur dağları yükseliyordu. Üzerimizdeki masmavi gökyüzü sabah güneşinin altında hem dağları, hem bizi kucaklıyordu. Arapgir’den sonra yol tepelere tırmanmaya başladı, Dutbeli’ni geçtikten sonra adeta bir uçurumun kenarına asılmış olan yoldan Fırat Nehri’ne doğru inmeye başladık ve Malatya’dan ayrıldıktan üç saat kadar sonra karşımıza dünyanın en güzel manzaralarından birinin eşliğinde Eğin çıktı. Dört bir yanında yükselen dağların arasında Fırat Nehri’nin açtığı yemyeşil bir vadide bir yamaca kurulmuş, mağrur, çok güzel bir kasaba.Bizden neredeyse yüzyıl önce, 1918 yılında aynı virajda duran Kazım Karabekir Paşa günlüğüne “Eğin’in latif manzarasını İsviçre’de bile görmedim” diye yazmış. Paşanın gördüğü manzara bugünkünden daha görkemli olmalıydı. Eğin o zamanlar 40 bin civarında olan nüfusu ile önemli bir merkezdi. 1907 Salname’sinde (resmi yıllık) nüfusunun üçte biri gayrimüslüm olan Eğin’de “Ahali arasında terbiye, eğitim görmüş adamlar çoktur” diye kayıt düşülmüş. O zamanlar ilk katları taş, üst katları çok ilginç panjurlu ahşap konaklarla dolu olan Eğin daha sonra çok göç vermiş, bugün nüfusu sadece 2 bin 250 kişi kalmış. Konakların, evlerin çoğu yıkılmış, ama kasabada hâlâ o görkemli dönemi yansıtan evleri görmek mümkün. Eğin evlerinin birbirinden güzel kapı tokmakları var. Tokmaklarda altta bulunan küçük halkalar kadınlar tarafından, asıl büyük tokmaklar ise erkekler tarafından kullanılıyormuş. Bu sayede ev sahibi kapıyı çalanın erkek mi, kadın mı olduğunu anlayabiliyormuş.Kurtuluş Savaşı’na maddi ve manevi çok katkısı olan Eğin’e 1922 yılında Gazi Mustafa Kemal’e atfen Kemaliye ismi verilmiş. Ancak yerel halk çok sayıda türküde, maniler adı geçen Eğin’e hâlâ eski ismiyle hitap ediyor. Şehrin içinden fışkıran buz gibi bir gür pınar Kadıgölü adı verilen küçük bir havuzdan hemen yanıbaşındaki Orta Camii’yi adeta yalayarak şehrin içinden Fırat’a doğru çağlayarak akıyor. Kemaliye’de su o kadar bol ki, yerliler evlerindeki, bahçeleri muslukları kapatmaya gerek duymamakla övünüyorlar. Kavurma ve Çaşır mantarı yemeden buradan dönmeyinYeme içmeye gelince şehrin tek lokantası sayılabilecek Bozkurt Oteli"nin lokantasında kavurma yemeden dönmeyin derim. Kemaliye etleri ve kasaplarıyla ünlü. Ağzınızda dağılacak kadar zarif bir kavurmanın yanında sadece ilkbahar aylarında bulunabilen Çaşır mantarı da olursa kendinizi bir ziyafete hazırlamanız gerekir. Çaşır mantarı neredeyse yarım metre genişliğinde, dilimlenip kömür ızgarasının üzerine atılınca nefis oluyor. Keçi peyniri ve harika bir sarıçiçek balı eşliğinde kahvaltı ise bu kadar muhteşem bir tabiat içinde güne başlamak için ideal. Tabiat denince Kemaliye’nin kurulduğu vadiye açılan Karanlık Kanyon’dan bahsetmemek olmaz. Fırat’ın coşkun sularının binlerce yıl içinde açtığı bu kanyon 500 metrelik uçurumlarıyla dünyanın en derin kanyonlarından birisi. Kanyonun bir kenarına el emeğiyle kazılarak açılmış olan Taşyolu bir arabanın zorla geçebildiği uçurumun kenarına işlenmiş 10 km uzunluğunda bir yol. Her virajda yüreğinizin ağzınıza gelmesini istemiyorsanız, kanyon boyunca harika bir bot gezisi de yapabilirsiniz. Buralar baraj gölünün bittiği yerler olduğu için su oldukça durgun, tabiat ise alabildiğine vahşi.Kemaliye’ye gitme nedenleri bu doğa harikası vadi, iyi korunmuş ahşap evlerle dolu “Tarihi Kentler Birliği” kurucusu bir kasaba ve doğa harikası bir kanyondan ibaret değil. Fırat vadisine bakan yamaçlara serpiştirilmiş köyleri Kemaliye’dekiler kadar güzel evlerle dolu. Bütün vadiye hakim olan Sırakonak köyünden Apçağa köyüne yapacağınız bir saatlik bir yürüyüş hayatta olup nefes alabildiğiniz, bu kadar güzel bir ülkede yaşadığınız için şükretmenize yetecektir. Bir yandan vadinin karşı tarafında kayaların üzerine kartal yuvası gibi konmuş evleriyle Bahçe Mahallesi dikkatinizi çekerken, öte yandan önünüzde uzanıp giden çiçeklerle dolu patikadan ve uzaklardaki dağlarının karlı tepelerine uzanan panoramadan gözlerinizi alamayacaksınız. Ama dedim ya, bazı manzaralara hazırlıklı olamazsınız.21-26 Haziran Kültür ve Doğa Sporları ŞenliğiKemaliye bir doğa sporları cenneti ve her yıl bir Uluslararası Kültür ve Doğa Sporları Şenliği’ne ev sahipliği yapıyor. Bu yıl 30. kez düzenlenecek olan şenlik 21-26 Haziran tarihleri arasında. (www.kemav.org.tr ) Bölgeye yapılacak aydınlatıcı, keyifli ve eğlenceli bir gezi için tanınmasında çok fayda olan Şevket Gültekin tam bir Eğin aşığı. (sgultekin24@gmail.com , 0542-6960063)Nasıl gidilir?Kemaliye, Erzincan’a bağlı olmasına rağmen Malatya veya Elazığ’dan ulaşmak daha kolay; her iki havalimanına da iki-üç saat mesafede. Konaklamak için Bozkurt veya Yeşil Eğin otelleri ideal.
Floransa’ya ilk gittiğimde yetmişli yılların ortasıydı. Sırt çantasıyla bir trenden inip öbür trene binerek Londra’dan Napoli’ye gidiyordum. Floransa’ya vardığımızda daha saat sabahın beşiydi. Bologna’da trene binip kompartmanımı sıkış sıkış hale getiren yolcular yüzünden gözüme uyku girmemiş, bütün gece dimdik duran vücudum karşımda oturan yolcuların uzattıkları bacakların arasında kaybolan bacaklarımı hissetmeye çalışıyordu. İstasyondan çıkınca karşıma çıkan küçük bir çim alan yorgun vücuduma yatak gibi gelmiş olmalıydı ki, sırt çantamı dev bir yastık gibi başımın altına koyup uzandım. Bir iki saat sonra trenle işlerine gelen insanların gürültüsü çoğalmaya başladı. Tam uyanıyordum ki, belime bir tekme yedim. Gözlerimi açtım, sabah güneşinden yüzlerini göremediğim, ama sivri kasketlerinin silütetlerinden polis olduklarını anladığım iki adam İtalyanca bir şeyler söylüyorlardı, daha doğrusu bağırıyorlardı. İtalyanca bilmem, ama kızgın seslerinden “Kalk, burası otel değil” gibi bir şeyler söylediklerini anlamam uzun sürmedi.Sırtınızda bir sırt çantası ile şehirden şehire gezen bir üniversite talebesiyseniz, yediğiniz yemekler de genellikle sandviçlerle ya da İtalya’da iseniz “panini” ile sınırlı olur. Benim de öyle olmuştu. Etiketinde bira içen pos bıyıklı bir adam olan Moretti ile biraların en güzel isimlisi Nastro Azzuro ile tanışmam da o seyahatte olmuştu. Ondan sonra Floransa’ya birkaç defa daha gittim ve yeme içme konusunda o ilk seyahatin intikamını almak için çok fırsatım oldu.En etkiliyici et mabedi Trattoria Sostenza Floransa yeme içme konusunda bir cennet. İsterseniz mahzeninde yarım milyon şişe şarap bulunan 3 Michelin yıldızlı Enoteca Pinciorri’ye gidin, isterseniz şehrin yıldız şefi Fabio Picchi’nin Via dei Macci’deki Cibreo’suna... Harika yemekler yersiniz. Fabio burada o kadar başarılı olmuş ki, Cibreo’nun yanına Trattoria Cibreo diye bir yer daha açmış. Basit dekor, tahta masalar, muhteşem yemekler, asıl restoranın yarı fiyatları, ama rezervasyon yok, kapıda kuyruk var. Beklemek isterseniz ve de sizde potansiyel görürlerse hemen sokağın karşısındaki Caffe Cibreo’ya alıyorlar, kuyruk yerine içki içerek vakit geçiriyorsunuz.Ama bir de 19. yüzyılın sonlarından kalma Trattoria Sostenza var ki, orada yemek yemek ömre bedel. Via della Porcellana’da (ya İtalyanca neden bu kadar güzel ki!) küçücük bir kapı. Beyaz fayans duvarlar, 20-30 kişiyi oturtacak kadar yer olan tahta masalar. Girişte küçük bir servis barı, salonun sonunda bir avluya bakan açık bir mutfak. Mönü bir kağıda el yazısı ile yazılmış. Tereyağlı makarna, et soslu makarna gibi yemekler arasından harika bir prosciutto’yı başlangıç olarak seçtim. Ana yemek için mutfağa bir göz attık: Küçük bir kömür ızgarasında dev steak’ler, bir etobur için muhteşem bir manzara! Burası Brooklyn’deki Peter Luger’den sonra gördüğüm en etkileyici et mabedi! Peter Luger’de T-Bone steak’in en etkileyici kısmına Porterhouse Steak, Floransa’da ise Bistecca alla Fiorentina diyorlar... Dünyanın en güzel isimli yemeği!Toskana şarap konusunda çok zengin Sostenza’daki Fiorentina’yı anlatmak zor, tam kıvamında pişmiş, kesince suyu tabağınıza akıyor, her lokmanızı ısırışınızda damağınızda lezzet patlamaları oluyor. Yanında Toskana’nın ünlü fasulyeleri geliyor. Toskana şarap konusunda da çok zengin, burası Chianti’nin yurdu. Biz bir Tignanello söyledik, Fiorentina’mıza eşlik etsin diye... Ertesi gün şarap dükkanında 45 Euro ödeyeceğimiz şaraba restoranda sadece 80 Euro ödedik. Floransa’nın da bütün İtalyan şehrileri gibi harika meydanları var. Piazza della Signoria’da güzel bir kafe bulup oturunca bir baktım ki, Moretti birasının bile Grand Cru birası çıkmış. Bir de Estrella’nın El Bulli için özel yaptığı biradan içtik. Sonrasında ise Negroni içmemizi önerdim. Bilen biri edasıyla garsona siparişlerimizi verdim ve hemen ekledim, “Negroni’lere soda koymayın, sodayı ayrı getirin, isteyen Negroni’sine eklesin.” Garsonun cevabı hemen geldi: “I am Italian! Don’t tell me how to make Negroni!” (Ben İtalyan’ım, bana Negroni’nin nasıl yapılacağını anlatma!) Yüzündeki ifade aksanı kadar muhteşemdi. Bir insan hem kızıp, hem de bu kadar iyi gülümseyebilir mi diye düşündüm. Sonra aklıma 35 yıl önce burada Floransa’da belime yediğim tekme geldi. Bu şehirde azar işitmek benim kaderim galiba...
Geçen sene bu zamanlardı. Doluca’nın Mürefte tesislerinde uzun bir masanın etrafında toplanmış şarap tadıyorduk. Yanımda oturan Oz Clarke kadehindeki DLC Sultaniye-Emir’den derin bir nefes aldıktan sonra gülümsedi, “harika armut kokularıyla bezenmiş çok keyifli bir şarap” diye mırıldanarak bir yudum aldı. Oz Clarke belki de şarap kadar bira da sevdiği için masanın etrafında oturan Master of Wine’lar, yani “şarap üstadları” arasında yazarınızın en severek izlediğiydi. Diğerleri, yani Oz ile beraber Tükiye’ye gelmiş olan dokuz Master of Wine dünyanın en önde gelen şarap uzmanları, şarap yazarlarıydı. Veritas tarafından organize edilen “Masters of Wine Weekend Istanbul” etkinliği çerçevesinde ülkemize gelmiş, şaraplarımızı tadıyorlardı.Bizim dünyada sayıları neredeyse her biri ismen tanınacak kadar az olan bu şarap üstatları ile ilk tanışmamız 2009 yılında dünyanın en saygın gazetelerinden Financial Times’in şarap yazarı Jancis Robinson’un İstanbul’a gelmesiyle olmuştu. Jancis şaraplarımızı tatmış, notlar vermiş ve ülkesine dönünce de Financial Times’in pembe sayfalarında “Osmanlı Sultanları” başlıklı bir yazıyla şaraplarımızı övmüştü. Jancis Robinson’u İstanbul’a davet eden Veritas’ın sahibi Yunus Emre Kocabaşoğlu bunun üzerine bahsettiğim “Masters of Wine Weekend”i İstanbul etkinliğini düzenlemiş, ülkemizin şaraplarının dünyaca tanınmasına önemli bir katkıda bulunmuştu. Mayıs başında ikincisi düzenlenen “Masters of Wine Weekend Istanbul”a Nick Adams, Joel Butler, Ned Goodwin, Tim Hanni, Peter McCombie ve Frank Smulders gibi tanınmış “Master of Wine”lar (MW) katıldılar. Kör tadımla, yani hangi şarabın hangisi olduğunu görmeden, bilmeden 190 adet Türk şarabını tattılar ve 100 üzerinden not verdiler. Pek tanımadıkları üzümlerden yapılmış şaraplara verdikleri notlardaki tutarlılık ve birbirlerinin notları arasındaki uyum oldukça başarılı bir tadıma işaret ediyordu. Hangi Türk şarabı kaç puan aldı, işte liste...* Beyaz şaraplarda en yüksek notu Oz Clarke’ı geçen yıl mis gibi armut kokularıyla mest eden DLC Sultaniye-Emir, 91 puan ile aldı. n100 puanlık baremi kullanan Robert Parker 90 ile 95 puan arasındaki şarapları “outstanding”, yani “fevkalade, müstesna”, 80 ile 89 puanı ise “vasat üstü ile çok iyi arası” olarak tarif ediyor.* Sarafin Savignon Blanc ile Kavaklıdere Cote d’Avanos Narince-Chardonnay de 90 puan almayı başaran “müstesna” beyaz şaraplarımız oldular. * Son yıllarda pek severek tüketmeye başladığımız rose şaraplarımızdan 90 puan alabilen ne yazık ki olmazken birincilik 88 puan ile Turasan Roze’ye gitti. * Yerli üzümlerden yapılan kırmızı şaraplarda Kavaklıdere Prestige Öküzgözü 91, Doluca Kav Tuğra Öküzgözü ise 90 puan ile ilk iki sırayı alırken, Master of Wine’ların iki senedir ismini telafuz etmekte zorluk çekmelerine rağmen Öküzgözü’nü sevdiklerini gösterdiler. * Şarap üstatlarının dikkatini çeken başka bir üzümümüz olan Kalecik Karası’na yerinde, yani Kalecik’te yatırım yapan Vinkara’nın geçenlerdeki bir tadımlarında pek beğendiğimiz (henüz piyasada olmayan) Vinkara Mahzen Kalecik Karası’nın 2009 rekoltesi şarap üstadları tarafından da pek beğenilmiş olmalı ki tadımın en yüksek notu olan 92 puan ile ödüllendirildi. * Master of Wine’larca 92 puana layık görülen ikinci şarap ise uluslararası üzümlerden yapılan kırmızı şaraplar kategorisinin birincisi Kavaklıdere Pendore Syrah oldu. Bu kategoride Büyülübağ Cabernet Sauvignon’un 91 puan ile ikinciliği sürpriz olmazken, Kavaklıdere Egeo Syrah, Pamukkale Nodus Shiraz ve Likya Syrah 90’ar puan alarak adeta Shiraz üzümünün topraklarımızı ne kadar sevdiğini kanıtladılar. Melen Manastır Tempranillo da 90 puan almayı başaran başka şarabımızdı. * Kupaj kırmızı şaraplarda ise gene Kavaklıdere’nin bir şarabı, Vin-Art Kalecik Karası-Syrah 91 puan ile ilk sırayı alırken, Barbare Elegance, Kavaklıdere Egeo Cabernet Sauvignon-Merlot ve daha piyasaya verilmemiş olan Corvus Blend No.5 90 puan almayı başardılar. Kısaca özetleyecek olursak, bir zamanlar şarap kitaplarından birkaç cümle ile geçiştirilen ülkemizin şarapları artık dünyanın en sözü dinlenen şarap üstadlarından bile geçer not almaya başladılar. Vinkara Kalecik Karası Yarı Tatlı ile Kavaklıdere Tatlı Ser Narince’nin aldığı 90 puanları da ekleyince tam 18 şarabımızın 90 ile 92 puan arası alarak “outstanding” diye tescillenmesi çok memnuniyet verici. Dünyanın en tanınmış şarap yazarlarından Hugh Johnson, The World Atlas of Wine kitabında “Türkiye dünyanın beşinci büyük üzüm üreticisi ama Türkler yetiştirdikleri üzümlerin sadece yüzde üçünden şarap yapıp kalan yüzde 97’sini yiyorlar” diye yazmıştı. Hugh’nun bu cümleyi değiştirmesinin vakti geldi galiba, artık şarabında iyisini yapıyoruz.
Alitalia yapacağını yapmış, Palermo-Roma uçağının saatini bir saat sonraya almıştı. Roma’ya indiğimizde bavullarımızın İstanbul uçağına yetişmesinin artık mümkün olmadığını biliyorduk, ama kendimizi uçağa yetiştirebilmek için küçük de olsa bir ümidimiz vardı. Leonardo da Vinci Havalimanı’nın terminalinde çılgın tempoda bir koşudan sonra nefes nefes kapıya vardık. Uçak daha körükteydi, ama kapı kapanmış, Türk Hava Yolları’nın görevlisi eşyalarını toplamaya başlamıştı. Göz göze geldik, başını salladı, geç kalmıştık. Birkaç beyhude söz söyledikten sonra aklıma cebimdeki kart geldi. “Ben iyi ve sadık bir yolcunuzum, bir şeyler yapmanız lazım” dedim cüzdanımdan çıkarttığım THY Elite kartını ümitsizce göstererek. Pilotla kısa bir görüşme sonrası uçağın kapısını açtı.Koltuklarımıza yerleşirken yolculuk arkadaşım “O ne kartı öyle uçağın kapısını açtı, ben de almalıyım” diye sorgulamaya başladı. Beş on sene önceydi, havayolu ve otellerin “loyalty card”, yani “sadakat kartı” diye adlandırdıkları kartların kullanımı daha o kadar yaygın değildi. Arkadaşıma anlattım: THY ile yılda 25 bin mil uçarsan Classic Plus kartın olur, iç hatlarda CIP salonlarını kullanır, uçağa rahat binersin. 40 bin mil uçarsan Elite kartın olur, yurt içi ve yurt dışı uçuşlarda ekonomi bile uçsan, business class kontuarında beklemeden check-in yaptırır, CIP salonlarını kullanır, uçağını beklerken koltuklara kurulup içkini yudumlarsın. Uçuşlarından kazandığın millerle bedava uçuşlar kazanırsın. Yılda 80 bin mil uçarsan kartın Elite Plus olur, bütün bunlara ilaveten bir de iki gün önceden yer ayırmak şartıyla sana hiçbir uçakta yer yok demezler.Arkadaşım çok etkilenmiş olmalıydı ki, İstanbul’a döndükten sonra sırf aynı karttan alabilmek için birkaç ay içinde üç beş defa New York’a business class uçup ilk önce Elite, sonra da üç beş defa daha uçup Elite Plus kartını aldı. Türk Hava Yolları’nın Roma’daki görevlisinin yaklaşımı havayoluna çok iyi bir müşteri kazandırmıştı. Uçağınızı beklerken şarap tadımı bile yapabilirsinizHavayollarının, otellerin, hatta araba kiralama şirketlerinin kartları çok seyahat eden kişilerin hayatlarında çok önemli bir yer tutuyor. Son yıllarda havayolları British Airways, American Airlines, Cathay Pacific ve Qantas’ın başı çektiği “one world”, Air France, KLM ve Delta önderliğindeki “Skyteam” ve Lufthansa, United Airlines ve Türk Hava Yolları’nın aralarında bulunduğı “Star Alliance” gibi gruplar oluşturdular. Bu sayede THY Elite kartınızı Lufthansa’nın Frankfurt, Münih gibi havalimanlarındaki lounge’larında kullanabildiğiniz gibi, Lufthansa Gold kartınızı da, İstanbul’da THY veya Amerika’daki United lounge’larında kullanabiliyorsunuz. İstanbul Atatürk Havalimanı herhalde “lounge” açısından dünyanın en zengin havalimanı. Türk Hava Yolları ve British Airways gibi havayollarının yanı sıra neredeyse bütün bankaların “lounge”ları var. Hatta İş Bankası Millenium Lounge geçen sene dünyanın en iyi 10 havalimanı lounge’undan biri seçildi. Türk Hava Yolları’nın açıldığı günden beri pek beğenilmeyen CIP lounge’u da baştan aşağıya yenileniyor. Lufthansa, Frankfurt’ta Gold kart sahibi müşterilerinin kullanımı için fıçı bira ve kulplu bira bardaklarına kadar bir birahane görüntüsünde bir lounge açtı. British Airways’in Londra Heathrow havalimanındaki Executive Lounge’unda uçağınızı beklerken Fransız, İtalyan, İspanyol ve Yeni Dünya şaraplarından küçük bir şarap tadımı yapabilirsiniz. Cathay Pacific ile Hong Kong’dan aktarma yapıyorsanız, havayolunun lounge’unda küçük bir otel odası boyundaki duşa girip, duvardan akan suların eşliğinde bir yağmur duşunun altında yorgun vücudunuzu diriltebilirsiniz. Bir de tabii ki havayolu ve otel kartlarınızla hava atabilirsiniz. Sürekli seyahat eden bir iş adamımın hayatını konu eden “Up in the Air” filminde George Clooney kaldığı otelin barında tanıştığı Vera Farmiga’yla flört ederken, konu seyahatlere ve haliyle kartlara geliyor. İkisinde de neredeyse seyahat ile ilgili bütün kartlar var. Poker oynuyormuş gibi karşılıklı masanın üstüne kartlarını dökmeye başlıyorlar, gümüş, altın, platin kartlar derken, George Clooney en etkilyici olacağını düşündüğü “loyalty card”ını bırakıyor masanın üzerine. Vera’nın gözleri ışıldıyor çok az kişide olduğunu bildiği kartı görünce. “Çok etkilendim” diyor şaşkın yüzünde hafif bir gülümsemeyle: “Bu kart çok seksi”.
İçinden nehir geçen şehirleri en iyi o nehirlerin iki yakasını bağlayan köprülerin üzerinde durarak hissedersiniz. İstanbul, Hong Kong ve Sydney gibi bir boğaz veya körfezin ikiye ayırdığı şehrilerde ise, köprüler olsa bile bunu en iyi yapabileceğiniz yer şehir hattı gemileridir. O şehirde yaşayanlar ve çalışanlar iki kıyı arasında kendileri için artık rutin hale gelmiş olan günlük seyahatlerini yaparken onların arasına karışıp, şehri soluyabilir, bir parçası haline gelebilirsiniz. Hong Kong’a gidince yapılacaklar listesi istiyorsanız, Star Ferry’nin yeşil gemilerinden biriyle Tsim Sha Sui’den Hong Kong adasına geçmelisiniz derim. Gemide üst kata çıkın ve oturacağınız uzun ahşap bankın sırtını gideceğiniz istikamete göre ayarlayın. Dünyanın en muhteşem limanlarından birini on dakika içinde katettiğinizi göreceksiniz. Bu kısa yolculuk sırasında isterseniz denizin iki yakasında Hong Kong adasının zirvesiyle yarışan gökdelenleri, isterseniz denizde kesişen onlarca gemiyi seyredebilirsiniz. Hong Kong adasına çıkınca bir bankacılık ve alışveriş cenneti ile karşılaşacaksınız. Ama bizim bu haftaki konumuz içki. Bu yüzden gökdelenlerle sarılı Queens Road’dan D’Aguilar Street"e sapıyoruz. Bu dar ve yokuşlu sokak barlarla dolu olduğu için müşteriler kaldırımlara taşmış. Avrupalı kızlar giyebilecekleri en asgari kıyafetlerini giymişler, azınlıkta kalmış Çinliler ise onları hayret içinde izliyorlar. Eğer Çinlileri saymazsanız kendinizi bir yaz akşamı Bodrum’un barlar sokağında sanabilirsiniz. Yolun sağ tarafındaki çok ünlü King Kong barın önündeki kara tahta dikkatimi çekiyor: “100 Beers” Burada Bavyera buğday biraları, İngiliz ale’leri ve Belçika’nın nadide manastır biralarına kadar uzanan kategorilere ayrılmış bir bira listesi var. Liste o kadar zengin olunca bizim bildiğimiz standart sarışın biraları da "Boring Beers", yani "sıkıcı biralar" başlığının altına dizmişler. Sokağın daha yukarısında ise barlar sokağına daha çok uyan adıyla Hollywood Road sizi karşılıyor. Hollywood Road"da ise daha kaliteli barlara rastlamak mümkün. Çin yemeklerini bira eşliğinde deneyinHong Kong’da Star Ferry dışında binmeniz gereken bir diğer şey de adanın tepesine çıkan finüküler. Bu finüküler, turistlerin dışında yerel halkı da işlerine ve evlerine taşıyan bir toplu taşıma aracı. Hong Kong, bütün gökdelenlerine ve modern binalarına rağmen hâlâ eski koloniyal tadını kaybetmemiş. Finükülerde geçirdiğiniz vakit sırasında günbatımına, altınızda uzanan şehire, limana ve hareketliliğe baktığınızda Hong Kong"un sihirli bir şehir olduğunu anlıyorsunuz. Hong Kong’a arabayla 3 saat mesafedeki Çin’in üçüncü büyük şehri Guangzhou ise Hong Kong’un tam tersi. Batılıların bir zamanlar Canton adıyla bildikleri Guangzhou, Pearl nehrinin kıyısındaki çok eski bir şehir. Tabii artık eskiliğini görmek mümkün değil. Eski mahalleler bloklar halinde yıkılmış. Pearl nehrinin bir kıyısına muhteşem gökdelenlerden, bulvarlardan, parklardan oluşan yeni bir merkez inşa edilmiş. Son zamanların yıldız mimarlarından Iraklı Zaha Hadid’e Sydney’in harika opera binasıyla yarışsın diye bir opera binası çizdirilmiş. Bütün bu binaları halk ve turistler daha rahat seyretsin diye de nehrin karşısına 600 metre yüksekliğindeki dünyanın en yüksek TV kulesi Canton Tower’i koymuşlar. Guangchou birçok şehri kıskandıracak ihtişamda, ama ruhunu kaybetmiş. Dar sokakları yok, geniş bulvarlarda düzenli yürüyen insanları yok. Barlar sokağı bulamadım, ama hangi oteli isterseniz var. Otel barlarının bira listelerinde ise Hong Kong’daki barımda “sıkıcı biralar” diye adlandırılanların dışında bir biraya rastlamak mümkün değil. Şarapta ise durum çok daha iyi. Fransız, İtalyan ve İspanyol şaraplarının dışında Yeni Dünya şaraplarının çok geniş bir yelpazesini hem Hong Kong’da, hem de Guangzhou da bulmak mümkün. İki şehirde de şarap listelerine hakim olan şaraplar ise Avustralya’nın Şiraz’ları. Benim naçizane fikrim ise Çin yemekleriyle şarabın değil biranın gittiği yönünde... Bu bira Çin’in ünlü birası Tsingtao olsa bile!