Observer Gazetesi’nden Killian Fox vaktiyle "dünyada yenilecek en iyi 50 şey ve nerede yenilebilecekleri" başlıklı bir yazı yazmıştı. İstiridyeden steak"e, tavuktan hamburgere, patlıcandan dondurmaya, her şeyin en iyisini nerede yersiniz? Michael Roux ve Rose Gray gibi şeflerin ve bu konularda yazıp çizenlerin de fikirlerini almış, ama doğrusunu isterseniz oldukça iddialı ve zor bir konuya girmiş. Önerdikleri arasında gittiğim yerler, yediğim yemekler de var, katılıp katılmadıklarım da. Ve tabii bazı çok ilginç öneriler. Dünyanın en iyi patlıcanı Killian"a göre Atina"da, Kolonaki"deki Ta Koupia"da yenirmiş. Zeytinyağına gelince, şimdi sıkı durun, listenin 20. sırasında dünyanın en iyi zeytinyağını alabileceğiniz yer var: Londra"da 76 Compton Street"teki elektrik malzemeleri satan bir dükkan. Sahibi Mehmet Murat ailesinin Kıbrıs ve Ege"deki zeyinliklerinden ürettiği meyvemsi yağı dükkanında satıyor. Killian Fox "o kadar lezzetli ki kendi başına içebilirsiniz" diyor. Bizim buralarda artık ne yazık ki lezzetlisini bulamadığımız tavuk için Killian ile önerdiği adreste hemfikiriz: Paris"teki L"Ami Louis. Oradaki fırında tavuk, "etin de, şarabın da kırmızısı makbuldür" diye ısrar eden yazarınızın bile aklını başından alacak kadar lezzetli. Başka bir zor kanatlıya, ördeğe gelince, Killan Fox "dünyada en iyi ördek olan Pekin ördeğinin 400 çeşidinin yapıldığı Pekin"deki Quanjude"dir" diyor. Quanjude 145 yıllık bir restoran ve şimdiye kadar 115 milyon ördek yenmiş. "Bir yemeğin en iyisi burada yenir" çok zor bir iddia, çünkü yemekten aldığımız tat aslında o günkü ruh halimizden, beraber olduğumuz arkadaşlara, ortama kadar bir çok şeyden etkilenebilir. Örneğin benim için "dünyanın en iyi zeytinyağı" hâlâ sevgili arkadaşım Tarık Terzioğlu ile Girit"te Mythos birası eşliğinde, harika bir ekmeği bana tek başına bir öğlen yemeği haline getiren Sitia yağıdır. Kaz ciğeri ve ördeğin İstanbul’daki adresiBizim buralara ve tavuk ile ördeğe dönecek olursak, Tarık"ın pek sevdiği tavuğun çocukluğumuzdaki lezzette olanlarını bizim buralarda bulmak pek mümkün değil. Diğer kanatlı ördek için ise İstanbul"da Reşitpaşa"ya gidin derim. Mest, Reşitpaşa"da bir restoran. Geniş bir salon, bir loft havasında döşenmiş rahat masalar, kocaman bir açık mutfağın etrafında keyifli bir atmosfer. Sahibi Can Ünsal, Dr Artun Ünsal ile Beyhan Gence Ünsal"ın oğlu. Artun Hoca"nın aralarında bir kitaba adı bu kadar yakışır diye düşündüğüm Türk peynirleri hakkındaki "Süt uyanınca" başta olmak üzere yeme-içme üzerine birçok kitabı ve yüzlerce yazısı var. Can Ünsal, New York"ta restoranlarda çalışmış, konuya hakim. İstanbul"a dönünce Mest"i açmış. Mutfak Beyhan Hanım’ın kontrolünde, her yemeğe elinin değdiği belli, yemekler çok lezetli. Benim denediğim kuzu sırtı türünün en iyi örneklerindendi. Eşim Lale"nin ve arkadaşlarımızın yedikleri ördek butu confit ise bizim buralarda yediğimiz en iyi ördekti. Zaten gene çok lezetli olan kaz ciğerini ve ördeği Fransa"nın güneyinde 1875 yılından beri ördek yetiştirek bir firmadan temin ediyorlarmış. Kendi yağında uzun süre pişen ördeğin yağı yanındaki sote patateslerde de kullanılıyor. Mest"in sabit bir menüsü yok. Her gün mevsime ve o günkü malzemeye göre özel bir şeyler hazırlanıyor. Kaz ciğeri ve ördek iddialı oldukları yemekler ve her menüde öneriliyorlar. Adeta 10 kişilik gruplar ve davetler için yaratılmış bir mekan, onlar için de özel menüler hazırlıyorlar. Beyhan Gence Ünsal geniş açık mutfağın etrafında "mutfak atölyeleri" de düzenliyor, yemek tarifleri Artun Ünsal"ın "İstanbul"un Lezzet Tarihi" kitabının sayfalarını süslüyor. Mest"in yeri itiraf etmeliyim ki, biraz zor. Ama İstinye"ye inerken sağa sapıp Reşitpaşa"ya girerseniz, bütün yapacağınız Tuncay Artun Caddesi"ni takip etmek. Salihbey Sokak"tan içeriye girip üstünde "Atelier Culinaire" yazan binanın önünde durun. İçeride ne yiyeceğiniz size ve Beyhan hanıma kalmış. (Mest 0212-2290382)
On yıl kadar önce Taksim’deki Hyatt Oteli’nin İtalyan restoranı Spasso’da bir şef vardı: Giovanni Terracciano. O zamanlar şimdiki kadar çok İtalyan restoranı yoktu şehrimizde ve Spasso da az sayıdaki İtalyanların en iyilerindendi. Giovanni sonra nedense İstanbul’dan ayrıldı, Uzakdoğu’ya gitti. Shanghai’deki Ritz Carlton’un İtalyan restoranı Palladio’yu Zagat’a göre “en iyi İtalyan restoranı“ yaptıktan sonra Pekin’deki Ritz Carlton’a geçip oranın restoranı Cepe’yi de “yılın restoranı” olarak en iyiler arasına sokmayı başarmış. Giovanni Terracciano artık Çin’den sıkıldığından mı, karısının Türk olmasından mı bilemiyeceğim, İstanbul’a döndü. Kısa bir Cipriani macerasından sonra şimdi Levent’teki Mövenpick Oteli’nin restoranı Azzur’un başında. Azzur’un bir İtalyana dönüşmesi iyi olmuş, zaten “mavi” anlamına gelen adı da İtalyan milli takımının “Azzuri”, yani “gök maviler” anlamına gelen lakabıyla pek uyumlu. Yemeklere gelince, dediğim gibi mutfakta bir “usta” var, hem de Napolili. Ben Güney İtalya’nın domates sosu ağırlıklı yemeklerini Akdenizli olduğumdan Kuzey’in krema soslu yemeklerine hep tercih etmişimdir. Azzur’a gelince, aslında Napolili şefin Güney İtalya esintilerinden etkileneceği kesin, ama mönüye bakınca Antep fıstığı ile kaplanmış kuzu pirzola ve patlıcan beğendili ağır ateşte pişmiş kuzu incik gibi Akdeniz’in bizim taraflarımızdan esinlenmiş, mönüde görünce insanın ağzını sulandıran yemekleri var. Bir de Mövenpick’in İsviçre kökenlerini haykıran Zürcher Geschnetzeltes var ki, en sevdiğim yemeklerin başında gelir. Geschnetzeltes sipariş ederken zorlanmamanız için mönüye “Zürih usulü dilimlenmiş süt danası” olarak girmiş.“Aslında tam bir İtalyan’ım”Risotto, makarnalar ve pizza, Azzur’un mönüde size “bakmayın ana yemeklere, ben aslında tam bir İtalyanım” demeye başladığı bölüm. Yıllardır İstanbul’da pizza iyi bir pizza yemeye hasret kalmış birisi olarak, neyse ki Fratelli di Bufala ve bu yıl da Pipa’nın açılmasıyla bu konudaki şikayetlerim bitti. Siz başkalarını dinlemeyin, pizzanın anayurdu İtalya değil, Napoli’dir ve iyi bir pizza Napolililer nasıl yapıyorsa, öyle yapılmalı ve yenilmelidir. Pizza’nın Napoli’de olduğu gibi kenarları pofuduk, domates sosu sulu, ağzınızı ıslatacak kıvamda olmalıdır. Kenarlarındaki şişlikler hafif yanık, dumanı üstünde olmalıdır. Napoli’deki pizza mabetlerinde böyle pizza yenilir.Azzur’da yemeklerinizin pişmesini kamera ile takip edebiliyorsunuzAzzur’da siparişler iPad ile veriliyor. Masanıza gelen iPad’in ekranından yemeğinizi seçebildiğiniz gibi seçtiğiniz yemeğe uyabilecek şarap önerisi de alabiliyorsunuz. Hatta şarapların bilgilerine Google Maps ile ulaşabiliyorsunuz. Bu arada yemeklerinizin nasıl piştiğini de mutfaktan canlı yayın ile izleyebiliyor, hatta kamera ile tencere ve tavalara zoom yapabiliyorsunuz. Tatlıları sorarsanız, onları yapılırken izlemenize gerek yok, yemeyi ihmal etmeyin yeter.
Opazar Sheffield"de, Sheffield Wednesday-Sheffield United derbisi oynanacaktı. Yorkshire"in "çelik kenti"nin uzun yıllarını İngiltere 1. Ligi"nde geçirmiş olan iki ezeli rakibi zaman içinde 3. kümeye kadar düşmüş ve eski günlerini arar olmuşlardı. Buna rağmen pazar günü Wednesday"in dünyaca ünlü Hillsborough stadını bu 36 bin seyircinin tıka basa doldurması bekleniyordu. Ann Miller"in Sheffieldli olduğunu duyunca ezeli rakiplerden hangisini tuttuğunu sordum. "Hiçbirisini" dedi gülümseyerek, "ben kızlar okuluna gittim ve orada futboldan pek bahsetmezdik, ama ille de birisini tutmak gerekseydi maviyi kırmızıdan daha çok sevdiğim için herhalde Wednesday"i tutardım."Viski kadehleriyle dolu masada karşımda oturan sarışın, kısa saçlı, orta yaşlı hanıma arkadaşlarıyla kızlar okulunda içki içip, viskiden bahsedip bahsetmediklerini soramadım. Aslında sormalıydım, çünkü Ann Miller yaşamını İskoçya"da sürdürmeye karar verdikten sonra viskiye merak salıp bir viski uzmanı olmuş, hatta öylesine bir uzman ki dünyanın belki de en ünlü lüks viskisi olan ChivasRegal"in marka elçisi olmayı başarmış. Marka elçisi olarak da dünyanın çeşitli ülkelerini dolaşıp Chivas Regal tadımları yapıp viski üzerine konuşmalar yapıyor.Chivas Regal, New York sosyetesinin gözdesi Ama bizim karşılıklı oturduğumuz masa İskoçya"nın Highlands diye bilinen kuzeyinde, Keith kasabasındaki Strathisla damıtımevindeydi. Masada Chivas"ın harmanındaki viskilerden örnekler vardı ve Ann bir viskideki harmanın tadının nasıl yaratıldığını, dengesinin nasıl sağlandığını anlatıyordu. Harman viskiler İskoçya"nın farklı bölgelerindeki otuz kadar farklı malt viski ile genellikle kendi başlarına pek içilmeyen buğday ve başka tahıllardan yapılan viskilerin harmanlanmasıyla yapılırlar. Chivas Regal gibi üzerinde "12 yıllık" olduğu belirtilen bir viskinin harmanında kullanılan en genç viskinin 12 yıl meşe fıçılarda yıllandırılmış olması gerekir.19. yüzyılda İskoçya"nın kuzeyindeki Aberdeen kentinde lüks bir yiyecek dükkanı işletmekte olan Chivas kardeşler dünyanın ilk lüks viskilerinden birisini yaratmayı başarmışlar. 1909 yılında bulabildikleri en nadide viskilerden harmanladıkları 25 yıllık Chivas Regal kısa sürede New York sosyetesinin gözdesi ve lüks viskinin sembolü olmuş. Ancak bu başarı kısa sürmüş, yirmili yıllarda Amerika"da içkinin yasaklanmasıyla bu cazip pazar kapanmış. 1950 yılında Strahisla damıtımevini satın alan Chivas Brothers bu defa 12 yıllık Chivas Regal ile lüks viski pazarında önlerde yer almaya başlamış. Kraliçe Elizabeth"in taç giymesi şerefine harmanlanan ve adını ve yaşını "21 pare top" atışından alan Royal Salute hâlâ en lüks harman viskilerinin başında gelir.Benim favori Chivas"ıma gelince, Ann Miller ile tattığımız ve aralarında 18 yıllık Longmorn, Strahisla ve aralarında harika Islay adası maltlarının bulunduğu farklı viskiler ile çiçeksi kokular salan buğday viskilerinin harmanı olan Chivas Regal 18 yıllık demeliyim. Baş harmancı Colin Scott"un 1997 yılında "yarattığı" bu viski kadehinizi burnunuza yaklaştırdığınızda karamelize meyve kokularıyla mest ediyor. Damakta çok rahat içimli bir viski olan 12 yıllığın aksine baharlı, yoğun ve dolgun. Yoğun meyve ve onlara eşlik eden çiçeksi kokuların arkasına gizlenmiş olan dengeli bir is kokusu damağınızda kendisini hemen belli ediyor. Farkındayım, biraz karmaşık oldu, ama Chivas Regal 18 damağınızda iyi bir şarap gibi açılmaya devam ediyor ve çok uzun bir finiş ile sizi ve damağınızı meşgul etmeye devam ediyor.Gusto dergisinin Mart sayısında ülkemizde bulabileceğiniz viskilerin tadım notları var. En yüksek notu hangi viski mi almış? Sözü oldukça geçen viski yazarı David Broom"dan Whisky Magazine"de birkaç yıl önce 10 üzerinden 9 almış olan Colin Scott"un 18 yıllık Chivas Regal harmanı, aynı notu Gusto"dan da almış. Bu arada maç ne oldu diye soruyorsanız, Sheffield Wednesday 1-0 galip gelerek ikinci sıradaki ezeli rakibiyle aralarındaki farkı 2 puana indirdi.1786"dan beri damıtım yapan Strathislaİskoçya"da Tibet mabetlerinin çatılarına benzeyen "pagoda" çatılar görürseniz orada malt viski damıtıldığını bilirsiniz. Eski günlerde çimlendiren arpa turba ateşi üzerinde kurutulur ve bu çatılar dumanın çıkması için baca olarak kullanılırdı. Artık bir iki istisna dışında damıtımevleri arpayı artık kendi spesifasyonlarına göre maltlanmış olarak aldıkları için artık pagoda çatıların bu işlevi kalmadı, ama hâlâ çok güzel görünüyorlar. Ann Miller ile fotoğrafta, önünde durduğumuz Strathisla damıtımevi İskoçya"daki 100 kadar malt viski damıtımevinin en güzeli olarak kabul ediliyor. Chivas harmanlarının "kalbi" olan Strahisla 1786 yılında kurulmuş ve İskoçya"nın halen faal olan en eski damıtımevi.
Hawaii Adaları 19. yüzyılın sonlarına kadar bağımsız bir krallıktı. Son kral Kalauka yemeye, içmeye ve eğlenceye düşkünlüğü ile ünlüydü, hatta lakabı da “Merrie Monarch”, yani “neşeli, eğlenceli hükümdar“dı. Hal böyle olunca partilerden devlet işlerine ayıracak pek zamanı yoktu ve öldüğünde de yerine geçecek olan kızkardeşi kraliçe Liliu’ya bırakacak bir krallık kalmamıştı. Uzun zamandır bu cennet adalara sahip olmak için yarışan Avrupa’nın sömürgeci güçlerinden Almanya ve Fransa ile Amerika’nın etkili olmaya çalıştığı Hawaii, sonunda Amerikalıların eline geçti. Türk Hava Yolları ile kalkıştığımız İstanbul-Los Angeles-Honolulu-Tokyo-İstanbul dünyanın çevresini dönme seyahatinin üçüncü etabında Honolulu’dan Tokyo’ya uçarken okuduğum Hawaii tarihi ile ilgili yazı Tokyo’ya yaklaşırken yerini 1945 yılına ve Tokyo körfezindeki Missouri zırhlısının güvertesine bıraktı. Orada Amerikalı General Douglas McArthur, Japon imparatoru Hirohito’ya koşulsuz teslim anlaşmasını imzalatırken imparatordan “tanrı” olmadığını da kabul etmesini istiyordu. Otuz yıl sonra tekrar ayak bastığım Japonya’da beni en şaşırtan şeylerden birisi Pearl Harbor baskını ile kendilerinin başlattıkları bir savaş olsa bile yenildikten sonra böyle bir muameleye tutulan Japonların Amerikan hayranlığı oldu. Tokyo’da neredeyse Amerikan olan her şey moda... Özellikle kentin Harajuku semtine giderseniz, punk kıyafetler giymiş sarı ve kızıl saçlı Japon gençlerinin Amerikan tarzı kafelerdeki davranışlarını hayretler içinde seyredebilirsiniz. Ama Japonya’ya tabii ki bunun için gidilmez. Vaktiniz varsa mutlaka görülmesi gereken yer Fujiyama’nın gölgesinde yapacağınız bir hızlı tren Shinkansen yolculuğuyla ulaşabileceğiniz Kyoto. Bu kent Japonya’nın eski başkenti ve oldukça iyi korunmuş bazı mahalllerinde sizi yüz yıl öncesine taşır. Kyoto’da bir geleneksel tarzda döşenmiş Japon oteli “Ryokan”da kalmak unutulmaz bir deneyim olabilir.Sake içerken sakin olmanız gerekiyorTokyo’ya gelince, 20 milyonu geçen nüfusuyla son yıllarda Mexico City ile “dünyanın en büyük şehri“ yarışına giren bu kent ne yazık ki savaşta tamamen yıkıldığı için imparatorluk sarayı dışındaki tarihi yerlerini kaybetmiş. Akasuka mabedinin çevresindeki daracık sokaklardaki küçük lokantalar bira ve sake eşliğinde başta küçük tavuk sişleri olan Yakitori emek için ideal. Japon biraları iyi, özellikle Kirin Ichi-Ban bir öğlen yemeğine harika eşlik ediyor. Sake’ye gelince, bizim buralardaki uzak doğu restoranlarında da bulunmaya başlanan sake harika bir içki. Pirinçten yapılıyor ve genellikle ılık ile sıcak arası içiliyor ve aynı bizim rakı sofrasında olduğu gibi içilirken uyulması gereken yazılmamış kuralları bulunuyor.Sake çok lezzetli olduğu kadar içimi de birçok geleneği kapsadığı için çok zevklidir. Sake içerken sakin olmalısınız. Japonlar bildiğiniz gibi çok kızgın oldukları zamanlar dışında çok sakinlerdir. Sake genellikle yemeklerde içilir ve sake servisi tokkuri’ler ile yapılır. Herkese kendi tokkuri’si verilir. Bu küçük sürahiler sakeyi sıcak tutmaya yararlar. Geleneklere göre kendi seramik kadehinize, yani sakazuki’nize sake koymanız ayıptır. Masadakilere dostluk gösterip onların sakazuki’lerine sake koymanız halinde onlar da bu çabanızı takdir edip sizin sakazuki’nize sake koyarlar. Sake içerken özellikle dikkat edilmesi gereken husus içimi çok rahat ve keyifli olduğu için sarhoşluğunun da çok kolay olmasıdır.En büyük balık hali Tsukiji’yi görmeden dönmeyinYemeklere gelince, Tokyo’da her türlü mutfağı emsil eden binlerce restoran var. Ama oraya kadar gitmişken İsviçreliler’in fondüsü gibi masanın ortasında pişen Sukiyaki veya Shabu Shabu yemeden katiyen olmaz. Bir de çok usta şeflerin et kesme ve pişirme sanatlarını masanızda icra ettikleri Teppanyaki’ler var ki işte yemeğin hem göze hem de damağa hita ettikleri yerler onlar. Bizim gittiğimiz Ginza’daki Corza, muhteşem Kobe steak’i ile harika idi. Etten balığa geçecek olursak, Tokyo balık hali dünyanın en büyük balık hali ve kesinlikle sabahın erken saatlerinde kalkmanızı gerektirecek olsa bile görülmeye değer. Tsukiji’de günde 2 bin ton balık satılıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla yapılan dev orkinozların açık arttırması ise muhteşem, ne yazık ki ziyaretçi turist sayısı çalışanlara mani olunmasın diye sınırlı tutuluyor... Dönüş yolculuğuna gelince, Narita havalimanında gittiğimiz Japon ANA havayollarının iddialı lounge’u doğrusu THY’nin Atatürk havalimanındaki yeni CIP lounge’undan sonra pek bir şey ifade etmedi. Tokyo-İstanbul uçuşu 10 saat kadar sürüyor. Skytrax tarafından geçen sene “dünyanın en iyi premium ekonomi koltuğu” seçilen yeni Comfort Class koltukları, business class rahatlığına yakın bir rahatlığı ekonomiye yakın bir fiyat ile sunduğu için özellikle uzun uçuşlarda tercih edilebilir. 8 günde dünyanın etrafını döndükten sonra uçağımız İstanbul’a inişe geçtiğinde Türk kahvelerimizi yudumlayarak yorgunluğumuzu gidermeye çalışıyorduk, ama arka arkaya yediğimiz jet-lag’lerin tesiri oldukça uzun süreceğe benziyordu. Belki de bir gezginin dediği gibi sahiden “Bazen tatile en çok ihtiyacı olan kişi tatilden yeni dönmüş olandır.”
Sevdiğin bir şeyi yaparken ölmek o kadar da trajik bir olay değildir demiş bir sörf şampiyonu... Oahu Adası’nın kuzey sahilinde Sunset Beach"de harika bir tabiatın kucağında, önümüzde kusursuz bir kumsal uzanıyordu... Okyanus kumsalı dev dalgalarla dövüyor, kumsalı süsleyen palmiyeler sert rüzgâra direnmeye çalışıyorlardı. Denizin turkuaza çalan mavisi, bembeyaz dalgalarla bölünüyor, olduğundan da daha güzel görünüyordu. Dev dalgaların arasında kah kaybolup kah tekrar ortaya çıkan sörfçüler, şampiyonun sözünü haklı çıkartacak kadar tehlikeli ama belli ki bu tehlikeye değecek kadar zevkli sporlarını yapıyorlardı. Sunset Beach"de insan zamanın geçmesini hiç istemiyordu. Doğrusu dört arkadaş Türk Hava Yolları ile devamlı doğuya uçarak yaptığımız İstanbul-Los Angeles-Honululu-Tokyo-İstanbul seyahatimizin en güzel yeriydi Sunset Beach... Sonra yol kenarındaki karides çiftliklerinin önünde duran (ve mutfak olarak kullanılan) minibüslerden birisinin önüne kurulu salaş lokantalardan birinde karides yedik, yanında da bakkaldan aldığımız Hawaii birası Longboard içtik ve Honolulu"ya döndük.232 metrelik kraterden gün doğumu keyfiHonolulu şehrinin tam ortası plaj. Sunset Beach kadar güzel değil, ama dünyanın en bilinen plajlarından Waikiki Beach. Ne yazık ki Waikiki Beach boyunca uzanan gökdelen oteller, tabiatı oldukça bozmuşlar. Ama neyse ki aralarında birer mücevher gibi hemen göze çarpan Royal Hawaiian ve Westin Moana Surfrider gibi bir başka devirden kalma oteller bize etrafımızda yükselen modern dünyanın bu canavarlarından birer sığınak sunuyorlar. Moana Surfrider"in panjurlarla süslü koloniyal lobisinden geçip plajına çıktığınızda, karşınıza çok güzel bir bahçe ve bahçe ile kumsal arasında kalan harika bir bar çıkıyor. Yaz yaklaşsın size tarifini de vereceğim, ama burada en sevdiğim tropikal kokteyllerden Mai Tai içiyorum, hem de belki de şimdiye kadar içtiklerimin en iyisini... Yemeğe gelince, Honolulu"daki neredeyse her otelde iyi restoranlar var. Otellerin çoğu bin oda gibi devasa boyutlarda ve Hawaii"de mevsim sorunu olmadığı için bütün yıl dolu ve hazırlıklılar. Hyatt Oteli"ndeki Japengo ile otel dışı restoranların en iyisi diyebileceğim Chart Room gitmeye değer restoranlar. Brooklyn"in efsanevi steak house"u Peter Luger"in eski şef garsonlarından Wolfgang"ın Manhattan"da neredeyse Peter Luger"i aratmayan steak house"unu görünce büyük bir hevesle gittiğimiz Honolulu şubesi ise tam bir hayal kırıklığıydı. Diğer bir dikkate değer yer ise Sheraton Waikiki Beach"deki Rum Fire Bar. Burası dekoru ile dünyanın hangi şehrinde olsa seve seve giceğiniz bir bar. Bir büyük artısı ise önünüzde uzanan upuzun bir kumsaldan sonra karşınında yükselen Diamond Head... Bu 232 metre yükseklikteki tepe Honolulu"nun yanardağı. Artık aktif değil, kraterinin içinden tepesine kadar çıkıp altınızda uzanan Honolulu"yu ve Waikiki Beach"i seyretmek, hele sabah üşenmeyip gün doğumunu seyrederseniz size unutamayacağınız bir gün yaşatacaktır. Aktif bir yanardağ görmek isterseniz, Hawaii bunu yapmak için dünyada gidebileceğiniz en iyi yerlerden birisi, hatta belki de en iyi yer. Ama bunu yapmak için Hawaii adalarının en büyüğüne, adı üstünde Big Island"a gitmeniz gerekir. Çiçekli Hawaii gömleklerinden mutlaka almalısınızHonolulu"dan bir saat kadar uzakta olan Hilo"ya uçtuktan sonra bir helikopter ile lav püskürtmeye devam eden yanardağların üstünde, kanyonların içinde ve sahillerden dimdik yükselen uçurumların kenarında uçmak mümkün. Ama biz gene Honolulu"ya dönelim. Burada yerlilerin "Aloha shirt" dedikleri gömleklerden mutlaka almalı ve Rum Fire"da küçük bir şemsiye ile süslü tropikal kokteylinizi yudumlarken giymelisiniz. Bizim Hawaai gömleği de dediğimiz bu çiçekli gömlekleri asla küçümsemeyin, Bailey"s adındaki dükkâna giderseniz fiyatı birkaç bin doları bulanlarını bile bulabilirsiniz. Hatta yüzlerce gömlek arasında paraya kıyarsanız bir zamanlar Humphrey Bogart veya Marlon Brando"nun filmlerinde giydikleri gömleklerin asıllarını veya aynılarını bile alabilirsiniz. Pearl Harbor’daki batığı görünHonolulu"da plajlar kadar keyifli olmayan, ama mutlaka görülmesi gereken bir yer de hemen şehrin yanıbaşındaki Pearl Harbor. Amerikan donanması 7 Aralık 1941 günü adanın içine uzanan bir el biçimdeki bu körfezde Japonlar tarafından gafil avlanmış ve ağır kayıplar vermişti. Pearl Harbor"da batık Arizona savaş gemisinin üzerindeki anıtı ziyaret edebilir, bir milletin şehitlerini nasıl andığını görebilir, o günü adeta bir daha yaşayabilirsiniz. Pearl Harbor"dan sonra artık Hawaii"den ayrılma zamanımız gelmişti. Chinese Airlines"ın Boeing 747 Jumbo"sunun Honululu"dan Tokyo"ya 9 saat kadar sürecek uçuşu için havalanırken üst kattaki koltuklarımıza kurulduk. Uçağın içi yaklaşmakta olan Çin yılbaşısı için bir Çin lokantası kıvamında süslenmişti. Ama biz onu düşünmüyorduk. İstanbul ile saat farkı tam 12 olan Hawaii"nin 27 derecelik güneşli havasını arkamızda bırakmıştık. Gittiğimiz Tokyo"da ısı sıfır dereceydi ve kar vardı. Sabah 10"da Honolulu"dan kalkan uçağımız öğleden sonra saat 14:00"da Tokyo"ya inecekti, ama ertesi gün saat 14:00"da... Uluslararası gün çizgisini geçeceğimiz için hayatımızın bir günümüzü kaybedecektik. O da dünyanın etrafını dönmek için o kadar da trajik bir olay değildi...
Dev Boeing 777 pistin başına geldi. Bir süre bekledikten sonra motorlar kendilerini duyurmaya başladılar, uçak pistte yavaşça hareket etmeye, sonra giderek hızlanmaya başladı. Uçak yolculuğunun en zevkli (ve korkutucu) anlarından birisi uçağın pistte hızlandıktan sonra tekerleklerinin pistten kalkması ve jet motorlarının o muhteşem itici gücünün sizi ve o dev uçağı boşluğa yollamasıdır. Atatürk Havalimanı’ndan kalkan Boeing 777 bizi batıya doğru uçuracak, sonra, 8 gün sonra doğudan geri getirecekti. Seyahatten, yeme içmekten ve gördüklerimiz, tattıklarımızla ilgili yazıp çizmekten hoşlanan dört arkadaş bir gün masamızdaki bir şişe şarabın da etkisiyle “Bu kadar seyahat ediyoruz, neredeyse bütün dünyayı gördük, ama çevresinde dolaşmadık” dediğimizde aklıma Türk Hava Yolları ve üyesi olduğu Star Alliance geldi. Öyle ya, THY, doğuda Tokyo’ya, batıda ise Los Angeles’e kadar uçuyordu. Arada bir tek Büyük Okyanus kalıyordu, onu da Star Alliance üyesi United Airlines veya Japon’ların hava yollarından ANA ile bir Hawaii stop’uyla geçmek mümkündü, hem de millerimizi kullanarak! Hemen hesap kitaba konduk ve seyahat programımızı yaptık. İstanbul’dan Los Angeles’e uçacak, oradan Honolulu, Tokyo üzerinden sürekli batıya doğru uçarak tekrar İstanbul’a dönecektik. Tabii bunun tersini de yapmak mümkündü, ama bizim 8 günlük süremize bu şekil daha çok uyuyordu. Biletlerimizi aldık ve 42 saatini, yani neredeyse 2 gününü uçakta geçireceğimiz “8 günde devr-i alem”imize başladık.İlk durak Santa Monica’nın hoş kafe ve restoranları olduİlk etabımız en uzun olanıydı. İstanbul-Los Angeles 13 saat kadar sürüyor. Ancak uçuş çabuk geçiyor denilebilir. THY’nın business class koltukları tamamen yatıp adeta bir yatak haline geliyor. Gerçi pek yatmak istemiyorsunuz, çünkü önünüzdeki şahsi ekranınızda onlarca film seyretmeniz için sizi bekliyor. Yemeklere gelince, THY’nin economy class yemekleri bile geçen yıl Skytrax tarafından “dünyanın en iyisi” seçilmişti. Business class’daki servis ve özellikle steak, steak cenneti Amerika’ya giderken bile iyi bir restoranı aratmayacak kalitedeydi. Batıya doğru uçunca gün bitmiyor, gecenin karanlığı sizi yakalamaya çalışırken, siz adeta önünde kaçıp gidiyorsunuz. Buzlar ve sarp dağlarla kaplı Grönland’ı, Kanada’nın kuzeyinin binlerce göl ile süslü uçsuz bucaksız düzlüklerini geçtikten sonra uçaktaki ikinci yemeğimizi de bitirmiş, ellerimizdeki kadehlerdeki Porto şarabını yudumluyorduk ki, alçalmaya başladık. Altımızda artık Kaliforniya’nın bereketli toprakları uzanıyordu. Los Angeles’e vardığımızda İstanbul’da geceyarısı olan saat hâlâ öğleden sonra 3 idi.Los Angeles’de deniz kenarında, Santa Monica’da kalmaya karar verdik. Fairmont oteli Pamela Anderson’u dünyaya kazand ıran Baywatch dizisinin çekildiği plaja hakim bir uçurumun üstünde. Santa Monica tam bir sayfiye yeri havasında, kış ortası (Los Angeles’de 15 dereceye kış diyorlar) biraz sakindi, ama kaldırım kafeleri , hoş restoranları ve nefis bir kumsalı ile kışın bile çok keyifli, şehre de sadece yarım saat mesafede.Beverly Hills"deki Cut"da steak yemeden sakın dönmeyin!Los Angeles’de şehir denilince akla hemen Hollywood ve Beverly Hills geliyor. İkisine de gitmek tabii ki şart. Yeme içme konusunda ise bence gidilmesi şart olan yer Kaliforniya’da Arnold Schwarzenegger’den sonra en ünlü Avusturyalı olan Wolfgang Puck’ın restoranları. Puck efsanevi restoranı Spago’dan sonra şimdi de kısa bir sürede Amerika’nın en iyi iki üç staek house’undan biri sayılmayı başarak Cut ismindeki restoranını, hem de ünlü Beverly Wilshire otelinin içinde açmış. Dünyaca ünlü Kobe steak’lerin yapıldığı Wagyu sığırlarının eti böyle bir ustanın elinde olağanüstü bir hal almış. Brooklyn’deki Peter Luger veya Manhattan’daki Smith & Wollensky gibi klasiklerin kalbimizdeki ve damaklarımızdaki yerlerini alabilmek için 120 dolarlık Wagyu’dan daha çok çaba göstermeleri gerekecek. Gene de Cut’taki steak olağanüstü, hemen yanıbaşındaki Sidebar’da içtiğimiz aperitif Martini kokteyl de Beverly Wilshire’in büyülü atmosferinde... Ne diyeyim, büyüleyiciydi.Ama zamanımız azdı ve Los Angeles’ı gene batıya doğru, bu sefer Hawaiian Airlines’ın bir uçağıyla terk ettik. Issız, uçsuz bucaksız bir okyanusun üzerinde altı saat kadar uçtuktan sonra altımızda Büyük Okyanus’un neredeyse tam ortasına serpiştirilmiş Hawaii adalarından Oahu’nun ve Honolulu’nun ışıkları belirdi. Honolulu havalimanı, ABD donanmasının İkinci Dünya Savaşı’nda Japonların bombaladığı Pearl Harbor’un hemen yanında, gece 9’da bile buraya inerken o meşum günü hatırlamadan edemiyorsunuz. Bir de tabii Honolulu’da saat akşam 9 iken, İstanbul’da da saatin 9 olduğu, evdekilerin sabah kahvaltılarını bitirmek üzere oldukları gülümseyerek aklınıza geliyor. Bu haftalık bu kadar! Waikiki Beach’te Mai Tai ve Sunset Beach’te surf ile Tokyo’da Kobe beef ve dünyaca ünlü balık hali... Dünyanın etrafından eve dönüş yolculuğu haftaya!Türk Hava Yolları ve United Airlines ile dünya turu örnek parkur ve fiyatTHY, 25 Mart’tan itibaren İstanbul ve Tokyo seferlerini hergün yapacak. Bu bilet için ekonomi ücret 2.449 Euro+1.228 vergi Business class (vergi dahil) 13.500 Euro, ama millerinizi de kullanabiliyorsunuz.TK 9 / UA 641 / UA 879 / TK 51İstanbul-Los Angeles 11:10-15:25Los Angeles-Honolulu 08:40-12:48Honolulu-Tokyo 11:54-16:00 (ertesi gün)Tokyo-İstanbul 14:40-20:00
Tokyo’da çok soğuk bir gün, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, geceye doğru belli ki kara çevirecek. Hideo Yamaoka hızlı adımlarla önümüzde ilerliyor. Mehmet Yaşin ile bir şemsiyenin altına sığınmış onu takip etmeye çalışıyoruz. Dünyanın en efsanevi viski barlarından birisine gidiyoruz. Hava “viski soğuk havada yapılır ve soğuk havada içilir” diyen İskoçlar’a göre tam viski içme havası, ama içmeyi hayal ettiğimiz viskiler İskoç değil, Japon viskileri. Hideo nihayet bir binanın önünde durup “burası” diyince doğrusu karşımızda beklediğimiz gibi bir bar filan yoktu. Hideo gülümseyip bir binanın giriş kapısının yanında bodrum katına doğru inen merdivenleri gösterdi. Aşağıya inince karşımızda iki buçuk metre kadar genişlikte, beş altı metre uzunlukta bir oda çıktı. Onlarca viski barı bulunan Tokyo’nun en efsanevi viski barı Campbelltoun Loch burasıydı. Odanın ortasında boylu boyunca bir bar uzanıyordu. Barın arkasında tavana kadar uzanan dolap silme viski şişeleri ile doluydu. Tavan oldukça basıktı, ama bu görüntünün ihtişamını pek etkilemiyordu. Bar dolabından taşan viski şişeleri bar tezgâhının üstüne sıralanmışlardı. “Burada 300 çeşit malt viski bulunur” dedi hayatında 3 bin farklı viski tattığını söyleyen Hideo Yamaoka... Bir efsane viski barında bir efsane viskisever ile beraberdik, tabii ki “ne içelim” diye sorduk.Dünyanın en iyi viskisi Yamazaki 1984"Japon viskisi" diyip geçmeyin... Dünyanın belki de en ünlü viski dergisi Whisky Magazine’e göre 2011 yılında “Dünyanın en iyi malt viskisi” bir Japon maltı olan Yamazaki 1984, “Dünyanın en iyi viskisi” ise aynı 2010 yılında da olduğu gibi gene bir Japon viskisi olan 21 yıllık Hibiki idi. 20 yıllık Yoichi ise 2008 yılında aynı dergi tarafından “Dünyanın en iyi malt viskisi” seçilmişti. Campbelltoun Loch’un sahibi Nabuyuki Nakamura kısa boylu bir adamdı. Yıllarca Imperial Otel"in barında çalıştıktan sonra 1999 yılında burayı açmış. Daracık barında bar tezgahının üstündeki şişelerin arasında kah görünüp, kah kayboluyordu. Hideo ile kısaca konuştuktan sonra yüzlerce şişe arasından üç beş şişe seçip önümüze koydu. İlk yudumladığımız Yoichi 1989 muhteşem bir malt viski idi, hani derler ya “içtiklerimin en iyilerinden” diye, işte öyle bir malt viski. Neredeyse bir Islay maltını aratmayacak kadar isli, dengeli, damakta yoğun, çok lezzetli ve kalıcı. Sonra gene Nikka Damıtımevi"nin bir malt viskisini, Miyagikyo 1989’u denedik. Hideo’nun özellikle önerdiği Ichiro’s Malt Hanyu da damaklarımızda hoş izler bıraktı, ama doğrusu Yoichi 1989 hepsinin üstünde kaldı. Gecenin finalini Longmorn’la yaptımMalt viskiseverler bir araya geldiklerinde konu ister istemez “en sevdiğin viski hangisi” sorusuna gelir. Hideo ile karşılıklı sevdiğimiz viskileri sayarken gözüm en sevdiğim İskoç maltlarından birisine takıldı. Bar tezgahının üstündeki şişelerin arasında adeta saklanmaya çalışıyordu Longmorn, ama onu gördüm, hem de bir 1969 idi. Bu kadar Japon maltından sonra Tokyo’da onu içmenin bu akşam için iyi bir final olacağını düşündüm. Nedenine gelince, onu da size anlatayım, ama neredeyse yüzyıl kadar geriye gitmemiz gerekecek. Masataka Taketsuru viski ile Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Glasgow Üniversitesi’nde okurken tanışmış. Sake üreten bir ailenin 25 yaşındaki oğluydu. Bir yandan okurken, bir yandan da viski damıtımevlerinde çalışan Masataka Taketsuru, bir İskoç ile evlenmiş. Parfüm hediye ederek evlenme teklif ettiği müstakbel eşi Rita, İskoçya hayranı Japon’un evlenme teklifine İskoçlar’ın milli şairi Robert Burns’den mısralarla cevap vermiş. Evlenen çift bir süre sonra Japonya’ya dönmüş. Taketsuru know-how’ını kullanıp Japon içki devi Suntory’e Yamazaki Damıtımevi"ni kurmuş. Birkaç yıl sonra ise sevgili İskoçya’sına çok benzettiği Japonya’nın en kuzeyindeki Hokkaido Adası"nda kendi damıtımevini kurmuş: "Nikka Yoichi." Longmorn’un hikâyemizdeki yeri ise, Japon viskisinin babasının kısa bir süre için de olsa, İskoçya’nın kuzeyindeki Speyside’ın bu ünlü damıtımevinde çalışmış olması. (Campbelltoun Loch, Matsui Building, 1-6-8, Yurakucho, Chiyoda-ku, Tokyo.)
Yılbaşlarında adettendir, gazetelerin eklerinde yılın en iyi içkileri, yılın en iyi şarapları hangileri diye yazılar yazılır. Ben bu yıl değişiklik olsun diye yılın en iyi şarapları konusunda kendi fikrimi değil, başka birisinin fikirlerini yazacağım, ama konusunda oldukça ehil olan birisinin.Geçen hafta sevgili arkadaşım Şans restoranın sahibi Niso Adato ile mutat öğlen yemeğimizi yemiştik. Şişenin dibinde kalan şarabı da kadehlerimize boşaltacaktım ki, Niso “Bunu tatmasını istediğim birisi var, bırak kalsın” dedi. Biraz sonra La Brise’in kapısından içeriye 40 yaşlarında bir bey girdi, tanıştık, masamıza oturdu. Şarabımızı kadehine koyduk ve sorduk “Bu hangi şarap” diye. Kadehi burnuna götürdü, uzun uzun kokladı ve “Avustralya’da mıyız” diye sordu. şarap harika bir Kaliforniya şiraz’ı idi, “Hayır” dedik. Bu sefer bir yudum aldı, gözleri parladı, muzip bir gülümseme ile “Sine Qua Non olmasın” dedi. Bir yudumda binlerce şarap arasından birisini bulmak? 2005 yılında “Dünyanın en iyi restoranı” seçildikten sonra yıllardır “50 Best restaurants in the world” listesinde Ferran Adria’nın El Bulli’sinin ardından 2. Olan, geçen yılda “Dünyanın 5. en iyi restoranı” seçilen Londra yakınlarındaki Fat Duck’ın Türk someliyesi İsa Bal gerçekten işini çok iyi biliyordu. Masamıza oturmuşken Türk şarapları hakkındaki fikrini sormadan olmazdı. Hoş bir sohbet yaptık. Sine Qua Non bitince “Bira sever misin” diye sordum. Arada bir stout veya Bavyera’nın buğday biralarından birisi olursa içerim dedi. Bardaklarımıza birer Schneider Aventinus Weizenbock koyduk ve bira eşliğinde şarap konuşmaya başladık.Tempus’u mutlaka tatlamalısınız...Türk şaraplarının dünyaya yayılmasının yerli üzümler sayesinde olacağı konusunda hemfikirdik. İsa Bal, Öküzgözü’nü Boğazkere’den daha çok sevdiğini söylerken Kavaklıdere Pendore"nin ben dahil çok kişinin pek beğendiği Boğazkere’sinden ziyade Öküzgözü’nün çok iyi olduğunu düşünüyor. Son yılların sivrilen üreticilerinden Büyülübağ da sohbetimize konu oluyor. Gene çok kimsenin aksine Büyülübağ Cabernet Sauvignon Reserve’in yerine sadece Cabernet Sauvignon’u tercih ediyor, “Hele 2006 rekoltesi olursa” diye ekleyerek. Son yıllarda dikkat çekmeye başlayan Urla Şarapçılık’tan ise çok şey bekliyor. “Özellikle Tempus harika bir şarap” diyor; “En iyi Türk şarabı diyebilir miyiz” sorularımı ise ne “evet” ne de “hayır” demiyerek cevapsız bırakıyor. Ama Robet Parker’den 90 puan alan, İngilizlerin ünlü şarap dergisi Decanter’in de 2011 “Dünya şarap ödülleri”ne dahil ettiği Tempus’un Fat Duck’da da dikkatleri çekmesi hoşuma gidiyor. Kayra Imperial ünlü restorantların mönüsünde Beyaz şaraplara gelince Fat Duck’ın someliyesinin ağzından üzümler ve markalar dökülmeye başlıyor. Bir zamanlar içtiği Doluca Kav Narince’nin (galiba) 96 rekoltesi damak hafızasında yer etmişti. İsa Bal’a göre Kavaklıdere Selection (Emir-Narince) iyi bir Chablis’ye yakın bir şarap, Doluca’nın DLC Emir-Sultaniye’si ise her gün içilebilecek diri, canlı, güzel bir beyaz şarap. İsa Bali ile kısa bir sohbette bahsettiğimiz şaraplar bunlar. En iyiler mi, yoksa Fat Duck’ın someliyesine göre en iyi Türk şarapları mı, bilemeyeceğim, sadece Bavyera buğday birası eşliğinde bir şarap sohbetinde aklına ilk gelen şaraplar bunlar. Fat Duc’ın Türk someliyesi İsa Bal, dünyanın en iyi restoranlarından biri olan Fat Duck’ın şarap listesine ilk Türk şarabı olarak Kayra Imperial’i dahil etmişti. Gönül ister ki, hem Fat Duck’ın, hem de dünyanın diğer “en iyi” restoranlarının şarap listelerinde Türk şaraplarının sayısı artsın... İsa Bal’dan aldığım izlenime göre öyle de olacak.