Avrupa´nın müşterileri kadar zarif kafeleri

Dünyanın en eski ve en güzel kafeleri

Haberin Devamı

Avrupalıların kahve ile bizim ikinci kez kapılarına dayandığımız Viyana’dan geri dönerken arkamızda bıraktığımız kahve çuvalları sayesinde tanıştıkları söylenir. Ama aslında Avrupalılar, daha doğrusu o zamanlar bizim gibi büyük bir imparatorlukları olan Avusturyalıların kahve ile tanışmaları biraz daha önce olmuştur. Viyana’da ilk kafenin kuruluşunun 1672 veya 1675 yılında, yani 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması’ndan önce olduğu tahmin ediliyor. Gerçi bunda da Osmanlı’nın gene bir parmağı olmuş. Çünkü bu ilk kafeyi kuran Franz Georg Kolschitzky adındaki Avusturyalı, Viyana’ya dönmeden önce yıllarca Türkiye’de oturmuş. Kahve çekirdeklerini toz haline getirip tatlandırdıktan sonra içine biraz süt katmanın Kolschitzky’nin buluşu olduğu söylenir. Kafeler Viyana’dan ilk önce imparatorluğun Salzburg, Budapeşte ve Prag gibi diğer önemli şehirlerine, sonra da Avrupa’nın Berlin, Paris, Londra, Madrid ve Lizbon gibi başkentlerine yayılmış.
O zamanlar daha Amerikalıların kahve zincirleri dünyayı istila etmeye başlamamışlardı. Hatta ortada ABD filan dahi yoktu. Bir kafeye gittiğiniz zaman kasanın önünde kuyruğa girmiyordunuz ve size bir fincan kahve alabilmek için “De-caff mi olsun, medium, large, giant ne istersiniz” gibi saçma sapan sorular sorulmuyordu. Kafeler son derece şık dekorları olan, kaldırımdaki sandalyelerinde uzun elbiseli hanımefendilerin, kravat ve silindir şapkalı beyefendilerin oturdukları, insanların bağırarak birbirlerini rahatsız etmedikleri müşterileri kadar zarif mekanlardı. Grand Cafe’lerin müşterileri arasında yazarlar, ressamlar, bestekarlar, önemli düşünürler, hatta devlet adamları bulunurdu. Belki laptop’ları yoktu ama birçok yazar yazılarını, kitaplarını buralarda yazardı.
O dünya artık bir daha geri gelmemek üzere kaybolmuş olabilir ama Avrupa’nın bu Grand, kelimenin gerçek anlamıyla “büyük” kafelerinden birçoğu hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Madrid’in kraliyet sarayı ile operanın sardığı o harika meydanındaki Cafe de Oriente ile Lizbon’da bir zamanlar Fernando Pessoa’nın kahvesini yudumladığı muhteşem Brasileira Akdeniz ülkelerinin kahve kültürünün çok iyi örnekleridir. Ama kahve ve özellikle yanında bir pasta diyorsanız, hâlâ Viyana başta olmak üzere eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun “büyük” şehirlerine gitmelisiniz.

Oturduğunuz masada belki de Franz Kafka kahve içti

Viyana artık bir imparatorluğa başkentlik etmiyor, ama eski ihtişamından ve mağrurluğundan hiçbir şey kaybetmemiş. Size sadece üç kafe önereceğim içim seçimlerime katılmayabilirsiniz, çünkü bu şehirde üç kafe seçmek şehre de, kafelerine de haksızlıktır, ama yerimiz dar. Burgtheater’in hemen yanıbaşındaki Cafe Landtmann şehrin en eski ve en iyi kafelerinden. En iyi müşterilerinden biri olan Sigmund Freud’un burayı çok sevdiği için bazı hastaları ile muayenehanesi yerine Cafe Landtmann’da görüştüğü biliniyor. Cafe Landtmann aynı zamanda çok iyi bir restoran, Viyana’daki en iyi Gulaş çorbasını burada içebilirsiniz. 20’nci yüzyıl başları Viyana’sının en “in” kafelerinin başında müdavimleri arasında devrin Adolf Loos, Oskar Kokoschka, Stefan Zweig gibi dev isimleri ile Leon Trotsky bulunan görkemli Cafe Central idi. Şair Alfred Polgar’ın Cafe Central için söylediği “Burası insanların yalnız kalmak için geldikleri, ama bunu yaparken de etraflarında başka kimselerin bulunmasını istedikleri bir yer” sözü belki de bir kafe için yapılabilecek en iyi tanımdı. Viyana’da bir de hiç değilse atmosferi kadar ünlü Sacher-Torte’si hatırına Sacher’e de uğramak gerekir.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ikinci başkenti Budapeşte kendisi gibi Tuna kıyılarına yayılmış olan Viyana ile hep yarışmak istemiştir ama doğrusu bütün güzelliğine rağmen pek başarılı olamamıştır. Gene de Cafe Gerbaud ile Central Kavehaz imparatorluk devrinin ihtişamını hatırlatan görkemli Grand Cafe’lere sahip. İmparatorluğun üçüncü şehri Prag ise her ne kadar daha çok biraları ile ünlü ise de harika kafelere sahip. Avrupa’nın en güzel Art Nouveau kafelerinden Europa aynı adı taşıyan otelin girişinde. Cafe Slavia ile Montmartre de şehrin diğer gidilmesi gereken kafeleri. Prag’da da bir kafede kahvenizi yudumlarken unutmayın, belki de oturduğunuz masada yıllar önce Franz Kafka oturmuştur.

DİĞER YENİ YAZILAR