SicilyaAkdeniz’in başka bir dev adası... Girit’in karlarla kaplı yüksek dağları varsa buranın ise yanardağı var. Avrupa jet sosyetesinin uğrak yerlerinden Taormina’nın adeta kayalıkların üzerinden denize düşen otelinde kalıp denize girebilir, öğleden sonra da Etna Yanardağı’na çıkabilirsiniz. Sicilya’ya gitmişken Ada’nın başkenti Palermo ve ona yarım saat mesafede Ortaçağ’dan beri değişmemiş bir görüntüsü olan Cefalu mutlaka görülmeli. Cefalu’nun dar sokakları antikacılarla, eski şehrin dışında uzanan sahili ise plajlar ve birbirinden güzel restoranlarla dolu. Ekim ayında ısı 20-24 derece...BeyrutBir zamanlar “Orta Doğu’nun Paris’i” derlerdi Beyrut için. 1975-90 yılları arasında şehri ve ülkeyi mahveden iç savaştan sonra Beyrut barları, restoranlar ve otelleriyle muhteşem bir dönüş yapıyor. Bütün önemli otel zincirleri deniz kenarında yer kapmaya çalışan Beyrutlular, Centrale veya Three Sixty gibi hip barlarda Martinilerini yudumluyor. Lübnan’ın muhteşem yemekleri, harika mezeleri, bizim rakımıza benzeyen arak’ı ve Chateau Moussar gibi dünya çapında ünü olan şaraplarıyla tam bir gastronomi cenneti... Yemyeşil tepelerin Akdeniz’e kavuştuğu yerde kurulu olan Beyrut da bu mevsimde çok güzel bir şehir.İskenderiyeHem deniz kenarında bir kente gidip güneşlenmeye devam etmek, hem de dünyanın yedi harikasından birini görmek istiyorsanız, bir taşla iki kuş vurmak buna denir. Kahire THY ile sadece 2 saat mesafede. Piramitleri gördükten sonra trende yorucu iki saat daha geçirip İskenderiye’ye varabilirsiniz. İskenderiye birçok Akdeniz kenti gibi deniz kenarına yayılmış, denize bakan evlerinin önünde insanların akşamüstü yürüyüşlerini yaptıkları, yiyip içtikleri bir kordon (onlar “Corniche” diyorlar) ile gerdanlığı takılmış bir güzel. Yeni açılan Four Seasons kordonun bittiği yerde, şehre ve denize hakim bir konumda. ZanzibarTürk Hava Yolları’nın Nairobi, Darüsselam ve Entebbe gibi Doğu Afrika şehirlerine uçmaya başlamasıyla bir zamanlar gidilmesi oldukça zor olan Kenya, Tanzanya, hatta Uganda gibi ülkeler “geceyarısı bin, sabah orada ol” kadar yakın oldu. Hem de çok makul fiyatlara! Hal böyle olunca da Kenya’daki Lamu veya Tanzanya’nın “zan”ı Zanzibar gibi adalar ulaşılır oldu. Zanzibar ziyaretçilerine muhteşem denizinin yanında Stonetown gibi Arapların bu sahillerde cirit attıkları, hatta buraları yönettiği dönemin derin izlerini taşıyan kasabalar da sunuyor.NormandiyaYazlık yerler havalar serinlediğinde de çok güzel oluyor, “Şöyle kazağımı çekip pantalonumun paçalarını sıvar sahilde yürürüm” diyenlerdenseniz, Ekim ayında Normandiya sahilleri tam size göre. Paris havalimanına iki saat mesafedeki Honfleur hem harika restoranlarla dolu, hem de vaktiyle empresyonist ressamları hayran bırakmış kadar güzel. Mont St Michel denizin ortasındaki bir adada yükselen kilisesiyle Fransa posterlerinin müdavimi. Cancale, Fransa’nın istiridye başkenti, limanı salaş istiridye lokantalarıyla dolu ve istiridye mevsimi de tam başlamak üzere. St Malo ise deniz kenarında surlarla sarılı bir Ortaçağ şehri. Uzun bir haftasonu seyahati için harika bir güzergah!GiritEge adalarının en büyüğü olan Girit aslında pek ada hissi vermiyor. Karlı dağlarla kaplı adanın yerleşimleri hep Ege’ye bakan kuzey sahilinde. Hanya, Girit’in Osmanlı zamanındaki başkenti, hâlâ Osmanlı izlerini taşıyan tavernalarla dolu limanı akşam saatlerinde çok güzel oluyor. Hanya’ya yakın Samaria kanyonu karlı dağların içine saplanmış gibi, Samaria’dan yolunuza devam ederseniz uçurumlarla dolu Güney sahiline varırsınız. Denize girmek için en iyi yer ise kuzeydoğu sahilindeki Aya Nikolaos. Buradaki Blue Palace, Ege sahillerinin en güzel otellerinden birisi. Girit’e gitmişken otlarıyla meşhur mutfağını ve özellikle zeytinyağını mutlaka tatmalısınız. Ekim ayında ısı 20-24 derece...MadeIraAtlas Okyanusu’nun ortasındaki Madeira’ya Lizbon’dan uçuluyor. Sarp kayaların üzerinde uzanan yemyeşil platolar, küçük köyler, adanın adıyla anılan harika bir şarap... Madeira, Porto ve Sherry gibi likör şaraplar olarak bilinen 18 derecelik sert ve tatlıca şaraplardan, oraya kadar gitmişken kesinlikle tatmalısınız. Reid’s Palace yüz yıldır dünyanın en iyi otellerinden biri olarak anılmaya devam eden bir efsane, orada kalacaksanız bavulunuza birkaç şık kıyafet koymayı ihmal etmeyin. Madeira seyahatinin bir bonusu olan Cafe Brasileiro’da bir kahve mi içersiniz, yoksa tepedeki kalesine tırmanan dar sokaklardaki lokallerden birisinde fado mu dinlersiniz bilemeyiz, ama Avrupa’nın en muhteşem şehirlerinden birinde olmanın tadını çıkartın.MarakeşEkim ayı Marakeş için harika bir zaman. Yaz sıcağı etkisini azaltmaya, Atlas dağlarından gelen serinlik akşamları kendisini hissettirmeye başlamıştır. Marakeş‘te, eski evlerden bozma çok sayıda kaliteli butik otel ve harika restoranlar var. Siz şehrin hemen kenarındaki Caravanserai’yı tercih edin. Avlusunda harika bir havuzu, antikalarla döşenmiş odaların balkonlarından Atlas dağları manzarası var. O muhteşem renkler ve kokular ile kaplı Chez Chegrouni klasik Fas mutfağı için yemekleri ve manzarasıyla ideal. İyi de Marakeş deniz kenarında değil diyorsanız, iki-üç saat mesafedeki Essaouira’ya gidebilirsiniz. Okyanus kıyısında bembeyaz evlerle dolu tembel bir kasaba ve kilometrelerce plajlar. Ekim ayında daha ne istersiniz ki? Ekim ayında ısı 24-28 derece...EndülüsEndülüs’e gitmek için o kadar çok sebep var ki... Müslümanların 500 yıl buralarda kaldıkları yıllardan kalma camileri, saraylarıyla Cordoba, Granada... Denize uzanan bir yarımada üzerinde pırıl pırıl ışıldayan Avrupa’nın en eski şehri Cadiz, onun hemen yanıbaşında ünlü tatlı şaraplara ve sherry’e adını veren Jerez buranın görülmesi için idial sebepler. Bir de Cebelitarık, rüzgarın sürekli dövdüğü kilometrelerce uzanan plajlarında karşı kıyıda Afrika kıtasını seyrederek sörf yapabileceğiniz Tarifa, güneş ve denizi seven herkesin isimlerini duyduklarında dudaklarında bir gülümseme beliren Marbella ve Malaga. Bunlara İspanya’nın en güzel ve en zengin şehirlerinden Sevilla’yı ve flamenkoyu eklerseniz, siz mevsim ne olursa olun Endülüs’ü bir görün.UmmanTürk Hava Yolları ile geceyarısı binip sabaha karşı varacağınız başka bir nokta da Umman. Umman’ın başkenti Muskat Portekizlilerden kalma kalelerle taçlandırılmış kayalıkların arasında sıkışmış bir liman. Arkasını sarp, kayalık, sipsivri ve çok güzel dağlara yaslamış. Muskat’ta Chedi, Al Bustan ve Shangri La gibi çok üst düzeyde oteller ve harika bir deniz var. Ekim ayı da hâlâ bize göre çok sıcak. Umman’a kadar gitmişken Muskat’a iki saat mesafedeki Nizwa görülmeli. Üç milyon palmiye ağacı tarafından sarmalanmış olan bu vaha kentinden sonra Arabistan çölü başlıyor.
Yirminci yüzyılın başlarında insanlar şehirlerarası yolculuklarda otomobil kullanmaya başlayınca lastik üreticisi Michelin rehber kitaplar hazırlamaya başlamış. İlk başta amaç çok özel otomobillerin şoförlerinin nerede lastik tamircisi, tamirhane, kalacak yer veya restoran bulabileceklerine yardımcı olmaktı. Yirmili yıllarda bazı restoranların ve otellerin tavsiye edilmesine başlanan Michelin Guide’lerda 1926 yılında ilk defa restoranlara yıldız verilmeye başlandı. İkinci ve üçüncü yıldızların verilmesi ise 1931 yılında oldu. Bir yıldız o restoranın bulunduğu şehirdeyseniz mutlaka orada yemelisiniz, iki yıldız o şehrin yakınlarından geçiyorsanız o restoranda yemek için yolunuzu uzatmaya değer, üç yıldız ise sadece o restoranda yemek için bile bulunduğu şehre gidilir anlamına geliyordu. Michelin Guide böylece gastronomi dünyasında özellikle “fine dining” için en önemli rehber oldu.Ancak çok seyahat ediyorsanız gideceğiniz ülkeler ve şehirlerdeki iyi restoranları bulabilmek için başka rehberler de vardır. “Dünyanın en iyi 50 restoranı” her yıl dünyanın dört bir yanından şefler, restoran sahipleri ve yemek yazarlarından oluşan bir jüri tarafından seçiliyor. (theworlds50best.com) Jüri üyeleri sadece son 18 aydır gitmiş oldukları 5 restorana oy verebiliyorlar, kendi ülkelerinde oy verebilecekleri restoran sayısı ise 2 ile sınırlı. Bu şekilde ortaya oldukça güvenilir bir liste çıkıyor. Bu listeye göre dünyanın en iyi restoranı (El Bulli’nin 3 yıllık hakimiyetinden sonra) Kopenhag’ta.Yıldızı olan tek Türk restoran sahibi Hamburg’taDünyanın çeşitli yerlerindeki iyi restoranları seyahat etmeye ve yiyip içmeye meraklı olan bir arkadaşınıza sormak da iyi bir fikir olabilir. Ama yemek zevkinizin o arkadaşınızla iyi kötü benzer olması önemlidir. Örneğin yazarınız Paris’e gittiği zaman mümkün olduğu kadar çok brasserie’de yemek yemeye gayret eder ve eğer bir arkadaşı Paris’te restoran önermesini isterse neredeyse sadece brasserie önerir. Almanya’ya gidecek bir arkadaşına ise, hele gideceği yer Münih ise, harika bir bira eşliğinde nefis bir yemek yiyebileceği birden çok yer önerebilir. Dolayısıyla bira ve Alman yemeklerine duyduğu sevgiyi paylaşmayan bir arkadaşı “Mutlaka git” diye önerdiği restoranlardan hayal kırıklığı içinde yazarınızın kulaklarını çınlatarak ayrılabilir. Alman yemekleri ile ilgili nedense çoğumuzun önyargıları vardır, ama Almanya’nın neredeyse her yıl en çok yeni Michelin yıldızı almayı başaran ülke olduğundan haberiniz var mı? Münih’te birkaç tane, iki milyon nüfuslu Hamburg’da ise tam 11 Michelin yıldızlı restoran var. Bunlardan biri olan Le Canard Nouveau’nun sahibi ve şefi olan Ali Güngörmüş ise Türk. Evet, Hamburg’da Michelin yıldızlı bir Türk var, ama bizim sık sık dünyanın gastronomi başkentleri arasında göstermeye çalıştığımız İstanbul’da (her ne kadar Michelin yıldızı alma iddiası ile açılmış olan bir restoranımız varsa da) Michelin yıldızı sayısı “sıfır.” Almanya ve biradan şaraba geçecek olursak, şarapseverlerin gidecekleri şehirlerdeki iyi şarap restoranlarını bulabilmeleri için en iyi rehberlerden birisi Wine Spectator dergisinin her sene yayınladığı “Best Restaurants for Winelovers” listesidir. Wine Spectator’un listesinde dünyanın birçok ülkesinden tam 3 bin 743 restoran bulunuyor. Ortak özellikleri yemeklerinin lezzetinden çok, muhteşem şarap listelerinin olması. Bunların arasından “Grand Award”, yani “Büyük Ödül” kazanan 75 restoranın şarap listelerinde en azından bin 500 şarap bulunması, mönülerinin bu şaraplarla uyumlu olması, mahzenlerindeki şarap miktarının da bu kadar kapsamlı bir listeyi destekler olması gerekiyor.Malezya ve Kazakistan’ın olduğu listede bile adımız yok Florida’nın Tampa şehrindeki Bern’s Steak House’un şarap listesinde 6 bin 600 farklı şarap, mahzenlerinde ise yarım milyon şişe bulunuyor. Bern’s bu çaptaki bir listeyi Büyül Ödül’ü ilk aldığı 1981 yılından beri müşterilerine sunuyormuş. Macao’da yeni açılan Don Alfonso 1890 ise daha ilk yılında müşterilerinin karşısına 6 bin 160 şaraplık bir liste ve 174 bin şişe ile doldurulmuş bir mahzen ile çıkmış. Avrupa’da tabii ki geri kalmıyor. Paris’in efsanevi restoranı La Tour d’Argent 14 bin şarap ile adeta ansiklopedi gibi bir şarap listesine sahip. La Tour d’Argent’in mahzenlerinde ise 420 bin şişe şarap müşterilerinin gözlerine çarpmadıkları sürece yıllanmaya devam ediyorlar. Floransa’daki Enoteca Pinchiorri ise 4 bin 500 şaraplık listesini mahzenindeki 100 bin şişe ile destekliyor.Türkiye’ye gelince, bu yıl yanılmayayım diye 3 bin 743 restoranlık listeyi defalarca kontrol ettim, belki İstanbul’dan da bir restorana, örneğin şehrimizin en iddialı şarap listesine sahip olan Sunset’e rastlarım diye, beyhude! Michelin yıldızı olamayan İstanbul’un Endonezya, Malezya, Kazakistan, Lübnan, Umman, hatta Vietnam’dan restoranların bulunduğu “Best Restaurants for Winelovers” listesinde de adı yoktu. Ben en iyisi bu yazıyı bitirip kendime bir bardak soğuk bira koyayım.
Bükreş’ten kalkan tren iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra nihayet Giurgiu İstasyonu’na vardığında sıcak tahammül edilemez bir hal almıştı. İstasyon adeta terk edilmişti. On, on beş dakikalık bir beklemeden sonra nedense demir perdenin daha kalkmadığı zamanlardan kalmış bir pasaport memuru belirdi, soğuk bir eda ve daha soğuk bir bakışla pasaportlarımızı istedi, aldı ve trenden inip onu kaygıyla izleyen gözlerimizin ardından istasyon binasının arkasında kayboldu. Vagonumuzdaki Japonların gözlerinden okuyabildiğimiz, pasaportlarını bir daha görememe telaşı sıcaktan kurumuş dudaklarımıza hafif bir gülümseme getirdi.Bükreş’te sokak köpeklerinin çokluğu hakkında uyarılmıştık ama galiba Bükreş’in bütün köpekleri bu sınır kentinin tren istasyonunda toplanmışlardı. Onlar kadar dikkat çeken başka bir şey ise boş tren istasyonunda dolaşmakta olan sokak çocuklarıydı. Peronda eli yüzü kir içinde bir kız çocuğu ile bir köpek karşılıklı bağrıştıktan sonra köpeğin uzaklaşmasını seyrederken gözüme elinde pasaportlarla trene yaklaşmakta olan polis memuru ilişti. Kırk beş dakikalık bekleyişimiz sona ermişti, pasaportlar sahiplerinin ceplerinde emniyete kavuştuktan sonra tren yavaşça hareket etti. Tuna Nehri’nin üzerindeki köprüden nihayet Bulgaristan’a geçerken ya nehirden bir esinti gelip bizi serinletti ya da bize öyle geldi. İki Avrupa ülkesi arasındaki sınırın nasıl bu kadar zor geçilebileceği ise artık hatırlamak istemediğimiz bir soru halinde zihinlerimizde kayboldu.Mithat Paşa’nın Avrupa’sı Rusçuk Bu kadar zahmetten sonra vardığımız Rusçuk şaşırtıcı derecede hoş bir şehir çıktı. Gerçi Tuna’ya sırtını dönmüştü, ama Bulgaristan’ın en güzel alışveriş caddelerinden biri olduğu söylenen Aleksandrovska, Art Nouveau binalarla süslenmiş şık bir cadde olarak hepimizi şaşırttı. Caddenin meydanlarına ve iki tarafına serpiştirilmiş kafe ve restoranlarda bu şık caddeye yakışan şık insanlar oturuyordu. Bulgaristan’da komünizm zamanında bile açık hava kafelerine izin verilen tek şehir olan Rusçuk Osmanlı zamanında da önemli bir şehirmiş. 1864 ile 1868 arasında burada valilik yapmış olan Mithat Paşa’nın şehrin çehresini değiştirdiğini, Rusçuk’u bir Avrupa şehri haline soktuğunu Bulgarlar bile kabul ediyor. Bu yıllarda küçük bir Viyana’ya benzetilen Rusçuk’ta Avrupa’nın önemli ülkelerinin konsoloslukları bile bulunuyordu. Şehirde o yıllarda kalma koruma altında olan 267 bina varmış.Rusçuk’a araba ile bir saat mesafedeki Veliko Tarnovo ise Bulgaristan’ın ortasında mücevher gibi bir şehir. 1185 ile Osmanlılar tarafından fethedildiği 1393 yılları arasında Bulgar krallığına başkentlik yapmış, çoğu kısmı sanki o zamanlardan beri dokunulmamış gibi Yantra Nehri’nin kestiği kanyonun iki yanında yükseliyor. Evler eski Osmanlı evleri, ahşap, cumbalı, şehir sanki bizim buralarda ne yazık ki artık pek kalmamış olan eski bir Anadolu kenti. Eski binaların arasından şehrin bir ucuna yürüdüğünüz zaman karşınıza bir tepenin üstüne kurulmuş olan Tsarevets Kalesi çıkıyor. Tepenin en üst noktasındaki kilise Veliko Tarnovo’nun başkentlik günlerinde patriğin kilisesiymiş. Tepeyi saran kalenin surları ise sanki küçük bir Çin Seddi’ymiş gibi tepelerin arasında yükselip alçalıyor. Aşağıdaki vadide eski ev ve kiliselerin Yantra Nehri’nin iki kıyısında uzandıkları Asenova mahallesi var.Bulgaristan’ın ucuz restoranları Veliko Tarnovo’nun en iyi iki otelinden Yantra karşı tepedeki Tsareviç Kalesi’ni, Bolyarski ise eski şehri yukarıdan seyretmek için idealler. Bu üniversite kentinde bar ve restoran bulmak pek zor değil. Fiyatlar ülkemizle karşılaştıracak olursak komik denilecek kadar ucuz. Restoranlardan Şastlivetsa aralarında İnegöl köftesi bile olan yüzlerce yemek barındıran mönüsü ve her zaman dolu olmasıyla dikkat çekiyor. Balkanlarda köfte yemeyi mecburiyet kabul edip tattığımız Kebapçeler (sucuk kıvamında uzun köfteler) çok lezzetliydi. Veliko Tarnovo (Gorna Oryahovitsa istasyonu), Sofya’ya tren ile dört saat mesafede. Birinci sınıf bilet sadece 22 lira ve tren Bükreş-Rusçuk treninden çok daha güzel. Dört yüz yıl vatan bildiğimiz bu topraklar bize çok yakın, Plevne, Rusçuk, Silistre, Filibe, hepsi tarih kitaplarından bildiğimiz, gezilmesi çok keyifli şehirler. THY, Bükreş ve Sofya’ya her gün neredeyse çoğu iç hat uçuşundan daha ucuza uçuyor.
Bahsedilen nehirler Avrupa’nın dev nehirlerinden Ren ve Tuna’dır, biri Hollanda’da Kuzey Denizi’ne, diğeri ise Romanya’da Karadeniz’e dökülür. Sizi bilmem ama ben pasta çok severim, Ren ve Tuna arasındaki efsanevi pastaların çoğunu yerlerinde yemeyi kendime vazife edindim. Geçen sene arkadaşlarımızla gittiğimiz Viyana’da ünlü Sachertorte’yi hem yaratıldığı Sacher Oteli’nin pastanesinde, hem de bu pastanenin ezeli rakibi Demmel’de yemiş ve hatırladığım kadarıyla izlenimlerimi sizlerle paylaşmıştım.Geçen hafta, Viyana’daki Sachertortelerin tatları hâlâ zaman zaman damağımı meşgul etmeye devam ederlerken kendimi Ren nehrinin kıyılarında, Durbach kasabasında buldum. Lisede coğrafya okurken isimlerinden olacak zihinlerimize kazınan yerler vardır. İşte vaktiyle Alman Lisesi’ndeyken coğrafya öğretmenimiz Mediha Hanım’ın ağzından dökülen “Karaormanlar“ lafı da o gün, bugün beynimin bir kenarında kalmış, Karaorman pastası yedikçe de canlanmış, lezzetlenmişti.Krema ve çikolata kaplamalı Karaorman pastası Karaorman pastası veya Almanca’da aynı kendisi gibi ağzı çok daha fazla dolduran adıyla Schwarzwälder Kirschtorte rejim yapanlar için pek önerilmez, hatta Culinaria’daki yazıldığı gibi tam bir “Diätkiller”, yani rejim katilidir. Çikolatalı kek, marmelat, bölgenin ünlü vişne likörü Kirsch ile zenginleştirilmiş krema, kremanın üzerine dizilmiş vişneler, üzerine bir satıh daha çikolatalı kek konarak yapılan Kirshtorte’nin kenarları ve üstü tekrar krema ile sıvanır. Saatin rakamları misali krema tepeciklerinin ortalarına yerleştirilen vişnelerle süslendikten sonra üstüne bunu yerken kilo alacağınızdan hiç bir şüpheniz kalmasın diye bir de kalınca çikolata rendelenir.Almanya’nın ünlü gurme dergisi Feinschmecker’e göre bu muhteşem pasta en iyi Karaormanlar’daki Durbach köyündeki Cafe Müller pastanesinde yapılıyor. Durbach, Ren Nehri’nin vadisinin yerini Karaormanlar’ın başladığı tepelere terk etmeye başladığı bir vadide. Bu vadilerdeki köyler adeta masal kitaplarının sayfalarından fışkırmış gibi güzeller. Kuzeyindeki birkaç defa Almanya’nın en güzel köyü seçilmiş olan Sasbachwalden (2 bin nüfuslu köyde 20 restoran var) ve güneyindeki Gengenbach gibi sokaklarına dış duvarları tahta kirişlerle süslenmiş evler serpiştirilmiş olan Durbach’ta Schwarzwälder Kirschtorte tapınağı Cafe Müller’in dışında bir de Michelin yıldızlı restoran bulunuyor. Bu köydeki Michelin yıldızlı restoranın bulunduğu Hotel Ritter ise bir şehirde bile zor bulabileceğiniz güzellikte bir butik otel. Bölgenin Almanya’nın Riesling başta olmak üzere ünlü beyaz şaraplarından bazılarının yapıldığı yer olması da ayrı bir artısı. Zaten üzüm bağları, ormanların arasındaki tepelerin birçoğunu kaplıyor ve çok güzel bir manzara sunuyorlar. Ama onlar başka bir yazı konusu.Müller sabah 04.30’da pasta yapmaya başlıyorCafe Müller’i üç nesildir aynı aile işletiyor. Stephan Müller her sabah saat dört buçukta pasta yapmaya başlıyor. Feinschmecker dergisi onun yaptığı pastayı Almanya’nın en iyisi seçtiği gibi bu ücra köydeki pastaneyi de Almanya’nın en iyi pastanelerinden biri olarak gösteriyor. Stephan’ın tabağıma koyduğu pastaya hayran olmamak mümkün değil! Zaten yarattığı eserine o kadar sevgiyle bakıyor ki, iyi olmaması mümkün değil. Her tarafı kremayla sıvanmış olan pasta o kadar hafif ki, bir oturuşta (cesaret edebilseniz) üç beş tane yiyebilirsiniz. Oysa 26 santim çapında ve 1 kilo 600 gram ağırlığındaki pastanın 800 gramı krema, 80 gramı şeker, ıslaklığı veren önemli bir kısmı ise Kirsch imiş. Neyse ki bir pastadan 16 porsiyon çıkıyor, insanın da bir dilim yerken kendisini “kararında yedim” diye ikna etmesi kolay oluyor. Buralara gitmek sandığınız kadar zor değil. Stuttgart ve Basel havalimanlarının ikisi de birer buçuk saat mesafedeler ve THY her gün uçuyor. Bazı kimseler Münih üzerinden gitmenizi önerseler de, onları dinlemeyin, yol çok uzuyor. Bu meyve cenneti bölgeye bir festival sırasında giderseniz, Kirsch, yani vişne likörü içip, Krischtorte, yani vişne pastası yediğiniz gibi, ağzınıza doldurduğunuz vişnelerin çekirdeklerini en uzağa atabilme yarışmasına da katılabilirsiniz. Konumuzla pek ilgisi yok, ama sanki eğlenceli olur gibi geldi...
Sevdiğim sofralar vardır, kendileri kalabalık, etrafları kalabalık, İtalyan ailelerin ağaçların altında kurdukları uzun sofralar gibi. Yaşlı, genç, çoluk çocuk otururlar masanın etrafına, kadehlerde güneşte ışıldayan kırmızı şaraplar, daha genç olanlarınki sulandırılmış, kahkahalar eşliğinde kaldırılırlar. Yaz geldiğinde bizde de öyle olur, hele deniz kıyısında iseniz. Rakı sofraları kurulur, masalar küçük tabaklarda mezeler ile donatılır. Evin beyi, her meraklı erkek gibi ustası olduğuna kalpten inandığı mangalını hazırlar, etleri, balıkları teker teker kızıl korların üstündeki ızgaraya yerleştirir. Denizden gelen akşam serinliği masayı şöyle bir okşar.Başka kıyılarımızdaki okurlarım kusura bakmasınlar, ama deniz kıyısı denilince benim aklıma Ege kıyıları gelir. Rakı veya uzo içecekseniz meze eşliğinde, bu lacivert denizin iki kıyısı kadar uygun bir yer bulamazsınız. Ben hep bunun için en ideal yerin (zeytinyağı cenneti) Ayvalık ile (uzo adası) Midilli’nin karşılıklı birbirlerini süzdükleri yerin olduğunu söylerim, ama bu sefer Saroz kıyılarında, sevgili eşim Lale’nin babası Melih Tansal’ın (kayınpederim olurlar) yazlığındayım. Köy kahvaltısı tabelalarına itirazSaroz Körfezi harika bir yer, Sazlıdere köyünün kıyısındaki evin iki tarafında ayçiçeği tarları, masmavi denizin karşısında ise Gelibolu Yarımadası’nın yorgun tepeleri uzanıyor. Devamlı güneşe bakan bu muhteşem çiçeklere neden ayçiçeği denildiğini hiç anlamamışımdır. Belki de köylüler “günebakan“ derken daha doğrusunu diyorlar. Lale şezlonguna uzanıp günebakanlar ile birlikte güneşin gökyüzünde çizdiği çizgiyi takip ederken, ablası Hale “Gel sana köy yumurtası yapayım“ diyor. İştahla mutfağa girip yumurtaları alıyorum, “köy yumurtaları“nın üzerlerinde lazer ile yazılmış ünlü bir üreticimizin isminin ve yanındaki kod numarasının hangi tavuğun arkasının marifeti olduğunu çözemeyince yumurta yemekten vazgeçiyorum. “Bari köye gidip köy yumurtası ve köy ekmeği alalım“ diyecek oluyorum, Hale “Ben köy ekmeği getirdim“ diye lafımı kesiyor. Korkarak “Nereden“ diye sormama gerek kalmadan da “İstanbul’dan“ diye ekleyerek köy dünyamı yıkıyor.Köyü bu kadar şehrin içine getirirsek olacağı da buydu diye düşünürken aklıma sevgili arkadaşım Mehmet Yaşin’in artık şehirlerarası yollarda olduğu kadar şehirlerde, yazlıklarda rastladığımız “Köy kahvaltısı” tabelalarına itirazı geliyor. Mehmet’in dediği gibi köylerde köylüler kahvaltıda (kibrit kutusu kadar) beyaz peynir, zeytin, domates ve reçel yemezler ki... Anadolu’da olsun, Rusya’da, Almanya’da, hatta İskoçya’da olsun, köylünün sabah aşı çorbadır. Bizdeki içi sıcak tutacak, mideyi doyuracak tarhana, İskoçya’daki bizim keşkeğe benzeyen “porridge“, hepsinin içtiği, hatta Avrupa lisanlarına göre yediği çorbadır. Kulüp rakısı ve bizim tezatlığımızAkşam olunca Saroz’da günebakanlar boyunlarını büküyorlar, güneş ilk önce göğü, sonra yavaşça denizi kızıla boyamaya başlıyor. Benim için Lale’ye “Akşam oldu, güneş batmak üzere, artık şezlongundan kalkabilirsin“ deme vakti. Bu arada sofra kuruluyor, İtalyanların ki kadar uzun bir sofra değilse de aile sofrası, keyifli. Küçük mangaldaki balıkların yanına Tekirdağ’dan getirdiğim köfteleri sıkıştırmaya çalışıyorum. İtalyanların öğle güneşinin altında ışıldayan kırmızı şarap kadehlerinin yerine ellerimize rakı kadehlerini alıyoruz, su ve buzu görünce beyazlaşmış olan rakılarımız akşam güneşinin kızıllığına direnip renklerini koruyor. Biraz önce dolapta Yeşil Efe’lerin yanında Kulüp rakısını görünce yüzümde bir gülümseme oluşmuştu. Şişeyi masaya koyunca kayınpederim etiketteki şık adamların ellerindeki beyaz şarap kadehlerine benzeyen kadehlerin ve artık rakıyı neden limonata bardağında içtiğimizin hikâyesini anlatıyor. Bir yandan dinlerken, şort, mayo ve tişörtten oluşan kıyafetlerimizi, İhap Hulusi’nin çizdiği muhteşem etiketteki smokinli adamların yanında biraz ayıp kaçıyor diye düşündüğümden olacak, Kulüp rakısının etiketini bizden uzağa, ufka doğru çeviriyorum. Burası Saroz, öyle bir ufuk uzanıyor ki, bir tarafta Mürefte’nin bağları, öte tarafta Gelibolu Yarımadası’nın sırtlarında uzanan Sarafin ve Alçıtepe bağları. Onların ardında, görünmüyor, ama orada olduğunu bildiğim annemin doğduğu ada, eski adıyla İmroz, şimdiki adıyla Gökçeada. Buraları onun için mi bu kadar seviyorum acaba?
Dünya Kupası’nı hiç kazanmamış iki ülke, Hollanda ile İspanya bu akşam dünya şampiyonu olmuş ülkeler listesine isimlerini ekleyebilmek için karşı karşıya gelecek. Bizim spor basınının “futboldan anlamıyor” dediği Fenerbahçe’nin eski antrenörü Löw’ün Almanya’sıyla gene bizim basınımıza göre “futboldan anlamayan” Beşiktaş’ın yolladığı Del Bosque’nin İspanya’sı arasındaki muhteşem yarı final maçından sonra sıra nihayet finale geldi. Hollanda’nın antrenörü daha önce Türkiye’de takım çalıştırmadığı için onun futboldan anlayıp anlamadığını bilemeyeceğiz, ama esaslı bir finalin bizi beklediği kesin. Maç İspanyollar için iyi bir saatte. Muhtemelen siestalarını, yani öğleden sonra uykularını yaptıktan sonra saat 6 buçuk gibi sokaklara dökülecekler, meydanları dolduracaklar. Küçük barlarda tapas eşliğinde sherry, bira veya şarap içecekler. İspanyolların futbol ve futbol takımları dışında kıskandığım bir şeyleri varsa o da öğleden sonra uykuları ve tapas eşliğinde içki içmeleridir. Tapas küçük tabaklarda servis edilen, daha doğrusu bar tezgahının üzerine dizilen küçük meze tabakçıklarına verilen isim. Bu, akşam yemeğini gece 10 gibi yiyen İspanyolların buldukları dahiyane bir ara öğün çözümü. Yanında genellikle bira, şarap veya sherry içerler. Sherry bizde pek bilinmez, ama “Fino” adını verdikleri sek sherry’ler tapas ile muhteşem gider. Şaraba gelince, bu akşam İspanya’yı tutuyorsanız, masanıza bir şişe Rioja şarabı koymanız iyi bir fikir olabilir. Rioja, İspanya’nın en önemli şarap bölgesidir. Ama biranın her şey ile iyi gittiğini iddia eden yazarınız bu akşam İspanya’da bir meydanın kenarındaki bir tapas barında olsaydı, bir Cruzcampo veya San Miguel, yani bira içiyor olacaktı.Hollandalılar biranın yanı sıra cin de içecek Hollandalılara gelince, Hollanda bir bira memleketi olarak tanınsa da aslında cinin anavatanıdır. Cin 17’nci yüzyılda yılında Leiden Üniversitesi profesörlerinden Franciscus Sylvius tarafından bulunmuştur. Neden bir üniversitede bir profesör tarafından bulunmuş diye sorarsanız, Profesör Sylvius’un cini bir idrar sökücü ilaç olarak bulmuş olmasındandır. Ama Hollandalılar’ın zaten sürekli içmekte oldukları biranın da oldukça etkin bir idrar sökücü olduğunu fark etmelerinden olmalı, bu yeni içki de kısa sürede keyif için içilmeye başlanmış. Hatta Hollandalılar cin içmekten o kadar keyif almaya başlamışlar ki, nüfusu 17 milyon kadar olan Hollanda’da yılda hâlâ 50 milyon litre cin içiliyor (Bu bizde içilen rakı miktarına eşit, ama biz 70 milyon kişiyiz). Cin Hollandalı William’ın İngiltere’yi işgal edip kendisini İngiltere kralı ilan etmesiyle İngiltere’ye de girmiş oldu. Hatta William of Orange yeni tebasını neredeyse cin içmeye mecbur etmiş. Cinin bir İngiliz içkisi olarak tanınması İngilizlerin sömürgelerinde cin-tonik içerek cini bütün dünyaya yaymalarındandır. Ama konumuz İngilizler ve onların ne içtikleri değil, çünkü onlar elendiler. İngiltere ve cini bir kenara bırakıp bu akşam için Hollanda’ya dönecek olursak, karşımıza tabii ki ellerinde kocaman bira bardakları olan turuncu renkte insanlar çıkacak. Hollanda’nın harika biraları olduğu gibi komşusu Belçika’nın dünyanın en iyi biraları arasında olan Trappist manastır biralarını da bu ülkede içebilirsiniz. Amsterdam’daki In de Wildeman bütün dünyada en iyi bira içilebilecek barların başında gelir. Oradaki 300 kadar farklı biranın arasında iyi bir biraseverin mutlaka içmesi gereken neredeyse bütün biraları bulabilirsiniz. Biz Hollanda-İspanya maçını evde seyredeceğiz. Arkadaşlarımız Suzan ile Nezih ve Sima gelecekler. Suzan ile Nezih Rioja’nın üzümü Tempranillo’yu pek severler. Günün mana ve ehemmiyetine de uyuyor, herhalde bir Rioja veya İspanya’nın yeni yükselen yıldızı Ribera del Duoro’nun bir şarabını içerler. Benim gözüm maç varsa, hele masada da üç beş tapas varsa, biradan başka bir şey görmez. Sima ise “albondigas” sever (bizim domatesli köfteye benzeyen bir tapa), tam bira mezesi, ona da herhalde bir Heineken içiririm, zaten galiba Hollanda’yı tutuyor. Sevgili eşim Lale ise rakısını koyacak, onun için fark etmez, zaten maç bitene kadar “Kim oynuyor?” diye sorup duracak.
Doğrusunu isterseniz vaktiyle Connors, Nastase, Mc Enroe, daha sonra da Boris Becker ve Sampras’ları izledikten sonra (Bu yazıyı yazarken Federer de elenmişti) artık tenis seyretmekten eskisi kadar zevk almıyorum. Wimbledon denilince de artık aklıma tenis topları kadar, Wimbledon’un her tarafındaki standlarda satılan geleneksel çilekler geliyor, hem de üzerlerinde krem şantiyelerle! Sonra sıcaklara bakıyorum, serin bir kokteyl de olsaydı diyorum, çilekler, rom, buz hepsi ilk önce aklımda, sonra buz gibi bir kadehte birbirlerine karışıyorlar. Çilek parçalarının mis gibi kokularını saldıkları Strawberry Daiquiri elime yerleşiyor, koltuğumdan epey uzaktaki televizyondaki kortun yeşil çimleriyle harika bir ikili oluyorlar.Yazının girişinden tenis ile alkollü kokteyllerin bir ilişkisi olduğu sonucuna varmayın. Ama içkilerin, geleneklerinin önemli bir parçası haline geldikleri spor yarışmaları da vardır. Her yıl Nisan ayında Amerika’nın Kentucky eyaletinde koşulan dünyanın en önemli at yarışlarından biri olan Kentuck Derby gibi. Orada aynı İngiltere’deki Ascot yarışları gibi hanımefendiler en şık kıyafetlerini giyer, kafalarına birbirinden ilginç şapkalar takar. Wimbledon nasıl çilekleriyle ünlüyse, Kentucky Derby de kendi kokteyli Mint Julep ile ünlüdür. Kentucky Derby de her yıl 120 bin kadeh Mint Julep servis edildiği söylenir. Bunları yapmak için kullanılan taze nane ise yarım ton kadardır.İlk tarifleri 150 yıl öncesine dayanan Mint Julep neredeyse Kentucky Derby kadar eskidir. Mint Julep aslında bir bakıma kendisi kadar eski olmayan ünlü Mojito’nun da babası sayılabilir. Rom ile yapılan Mojito’nun bourbon ile yapılmış bir versiyonudur. Kentucky eyaleti de bourbon olarak tanıdığımız Amerikan viskilerinin damıtıldığı eyalettir. Kentuck Derby’de genellikle Early Times marka bourbon kullanılırsa da, bizde bulunabilen Jim Beam veya Woodford Reserve (aslında en iyi bourbon’lardan biri olarak az buzla kendi başına içilmeli) gibi markalar aynı vazifeyi fazlasıyla görebilirler. Bizde pek sevilen Jack Daniel’s ise Kentucky’nin güneyindeki Tennessee eyaletini viskisidir, dolayısıyla Mint Julep yapımında kullanılmamalıdır!İtalya’ya gelen Amerikalı turistlerin keşfi Güney eyaletlerinde Mint Julep kadar sevilerek içilen bir içki de şeftali kokularıyla bezenmiş bir viski likörü olan Souther Comfort’tur. Bol buzlu bir viski bardağında içine bir limon atıldığında ideal bir yaz içkisi olan Southern Comfort (öyle olmasaydı New Orleans’a kadar bütün Mississippi kıyılarında içilmezdi) aynı zamanda koktellerde de kullanılır. Yaz aylarında mutlaka hatırlanması gereken içkilerden birisi de Campari’dir. Bire üç buz gibi taze portakal suyu ile karıştırıldığında muhteşem bir aperitif olan Campari’nin marifeti bu kadarla bitmez. Martini Rosso gibi tatlı bir vermut ile yarı yarıya karıştırıldığında (biraz da soda ilavesiyle) Americano adında nefis bir kokteyl haline dönüşür. Yüz yıl önce İtalya’ya gelen Amerikalı turistler tarafından çok beğenilince bu adı alan bu kokteylin başka bir versiyonu ise Negroni’dir. Yirmili yıllarda ise Floransalı Kont Negroni uşağından biraz daha sert bir Americano isteyince uşak Campari, Martini Rosso ikilisine cin de ekleyerek farkında olmadan yüzyılın efsane kokteyllerinden birisinin yaratılmasına neden olmuş. Şampanya (veya köpüklü şarap) ile yapılan Bellini ise bu haftaki önemli bir konuğumuz. Neredeyse 100 yıl önce Cipriani tarafından yaratılmış olan Bellini’yi herhalde aslına çok uygun olarak önümüzdeki kış Levent’te açılacağı söylenen Cipriani’de içebileceğiz. Yok ben o kadar bekleyemem diyorsanız, bu sayfadaki tariften rahatça kendi Bellini’nizi yapabilirsiniz. Kokteyllerle ilgili önemli bir not ise aslı tarifi çok bozmadan miktarlarla kendi ağız tadınıza göre oynabilme rahatlığınız. Unutmayın ki neredeyse bütün kokteyller deneme yanılma yöntemiyle yaratılmışlardır. Siz de dengelerle çok fazla oynamadan daha çok sevdiğiniz malzemelerden daha çok kullanabilirsiniz. Bunların hiçbiri yapmayacak kadar üşeniyorsanız, o zaman hiç değilse kendinize bir kadeh rakı koyun, biraz daha üzüm kokan “yeşil“ rakılardan, suyunu, buzunu kendi ölçülerinize göre ilave ettikten sonra bir iki nane yaprağı alıp usulca kadehin içine bırakıverin. Belli olmaz, hoşunuza giderse, acaba başka ne koysam diye düşünmeye başlayabilirsiniz.Çilekli Daıquırı* 4 cl Havana Club Blanco rom* 1 cl taze sıkılmış limon suyu* 5-6 adet çilek Kırılmış buz ile doldurulmuş bir blenderden geçirdikten sonra Martini kadehine doldurulacak. Süsü tabii ki kadehin kenarına iliştirilecek bir çilek.Southern Punch* 3 cl Southern Comfort* 1cl Jack Daniel’s* 3 cl ananas suyu* 1/2 cl limon suyu* 1cl şeker şurubuBirkaç damla Grenadine bol buz ile karıştırıldıktan sonra yüksek kokteyl kadehine koyun. Grenadine’e dikkat, birkaç damlayı geçmemeli, hatta Grenadine olmadan da deneyebilirsiniz.Absolut Cıtron Pıneapple Fusıon * 4 cl Absolut Citron* 2 çay kaşığı şeker* 1 dilim ananasKüçük parçalar halinde kesilmiş ananas dilimini buzlukta soğutulmuş viski kadehinin dibinde şeker ile hafifçe ezdikten sonra votka ve kırılmış buz parçalarını ilave edip bir kaşık ile karıştırın. Bardağı üstünden taşacak şekilde buz parçacıkları ile doldurduktan sonra kenarını bir ananas parçası ve yaprağıyla ile süsleyin. Mınt Julep* 4 cl Jim Beam (veya Woodford Reserve) Bourbon viski* 1 cl şeker şurubu (1 ölçek şeker 5 ölçek su içinde eritilecek)* 10 adet nane yaprağı* Birkaç damla Angostura BittersShaker’da nane yapraklarını biraz bourbon ile hafifçe ezdikten sonra buz ve viskinin kalanını doldurun. Sonra shaker’ı buzdolabına koyun. Biraz daha buz ile şeker şurubunu ekleyip çalkaladıktan sonra yüksek bir kokteyl kadehine koyun. Birkaç damla Angostura Bitter bu noktada eklenebilir. Süsü kadehin üstünde yüzen nane yaprakları.Planter’s Punch* 4 cl Captain Morgan Black (veya Bacardi Black) rom n 2 cl Havana Club Blanco rom* 1 cl şeker şurubu * 1/2 cl taze sıkılmış limon suyu * 1 cl su Buz ile dolu yüksek kokteyl bardağında karıştırın. Kenarına, hatta içine abartmamak kaydıyla sevdiğiniz meyvelerden koyabilirsiniz. Sıcak yaz günleri için çok serinletici gerçek bir long drink.Negronı* 2 cl Campari* 2 cl Martini Rosso* 2 cl Beefeater CinÜç içkiyi büyük bir viski bardağında karıştırıp içine bir bütün portakal dilimi ve bol buz koyun. İsterseniz az miktarda soda da ekleyebilirsiniz. Negroni’nizi bitirdikten sonra içindeki portakalı yemeyi unutmayın.Bellını* Soyulmuş bir şeftaliyi biraz köpüklü şarap ve az buz ile blendırda püre haline getirdikten sonra flüt şampanya kadehinin dibine bir tatlı kaşığı limon suyu ile birlikte iki tatlı kaşığı olarak koyun. Sonra kadehiniz şampanya veya daha makul fiyatlı bir prosecco veya Henkell Trocken gibi bir Alman köpüklü şarabı ile yavaşça doldurun.
Gün batalı birkaç saat olmuş, İmparator Qianlong tebdil-i kıyafet çıkmış birkaç arkadaşı ile sokaklarda geziyor. Çin yılının son akşamı, yol kenarında tüccarlar oturmuş geçtikleri yılın hesaplarıyla meşgul oluyorlar. İmparator ve arkadaşları acıkıyor, ama heyhat, sarayda değiller ve yemek yiyecek bir yer bulamıyorlar. Sonra nedense kapısında fenerleri hâlâ yanmakta olan bir şarapevi buluyor ve içeri giriyorlar. Küçük müessesenin sahibi Wang Ruifu bu iyi giyimli üç misafiri kim olduklarından haberi olmadan üst kata alıyor ve en iyi yemeklerini ikram ediyor. İmparator yemeklerden çok memnun kalmış olmalı ki “Restoranının adı ne?” diye soruyor, Wang omuzlarını silkeliyor, o zaman restoranların adlarının olması pek âdetten olmadığı için, “Adı filan yok” diye mırıldanıyor. İmparator da hâlâ kim olduğunu belli etmeden “Madem ki gecenin bu saatinde açık olan tek yer seninkiydi, adı da ‘Du Yi Chu’ (Tek Yer) olsun” diyor. Wang’ın, üç misafir yemeklerini bitirip kendilerini Pekin’in karanlık sokaklarına attıkları zaman arkalarından bakıp ne düşündüğünü bilmek zor. Ama birkaç gün sonra İmparator’un sarayından üzerinde kendi el yazısıyla yazılmış bir “Du Yi Chu” tabelası geldiğinde gözlerinin faltaşı gibi açıldığı kesin. Du Yi Chu’da İmparator Qianlong’un yürüdüğü koridorlar yıllarca ayak izleri kaybolmasın diye silinmemiş, ta ki komünizm ile restoranın idaresi devletin eline geçinceye kadar. Ama Du Yi Chu hâlâ dünyada en iyi dim-sum yiyebileceğiniz restoranların başında olarak mutlaka gidilmesi gereken bir yer.AĞIzda erİyen kuzu etlerİ harİka bİr sürprİzdİ Dim sum bir nevi Çin mezesi veya tapas’ıdır, “kalbe dokunuş” anlamına gelen adı gibi amacı aslında yemek öncesi kalbinize şöyle bir dokunmaktır. Ancak son yıllarda ana yemek halini almıştır. En önemli dim sum, “shaomai” buharda pişirilip küçük hasır sepetlerde servis edilen içleri doldurulmuş bohça şeklinde hamurlardır. Ama hamur deyip geçmeyin, Du Yi Chu’da önünüze gelen dim sum’ların hamurları en usta Antepli baklava ustalarını bile kıskandıracak incelikte, zar gibi açılmışlar. İçleri ayrı ayrı sebze, karides ve kuzu eti ile doldurulduktan sonra bir çiçek gibi kapatılmışlar. Çin mutfağında kuzu eti görmeye alışık olmayan bizler için o enfes hamur bohçasının içindeki tandır kıvamındaki ağızda eriyen kuzu etleri harika bir sürprizdi. Ama daha sonra Pekin sokaklarında küçük ızgaralarda kuzu çöp şişler yapıp satan Uygurları görünce kuzunun Pekin mutfaklarındaki varlığına şaşmamak gerektiğini anladık. Sokak demişken, Du Yi Chu’nun bulunduğu Qianmen Caddesi ünlü Tiananmen Meydanı’nın hemen güneyinde ve Pekin’in belki de en hoş caddesi. Meydanın kuzeyindeki İmparatorluk Sarayı’nı (Yasak Şehir) gezdikten sonra Du Yi Chu’da birkaç dim sum yiyip Qianmen caddesinde dolaşabilir, Yunhong mağazasından chopstik’lerinizi, ipek seviyorsanız kendinizi cennette sanacağınız Ruifuxiang’dan da ipek kumaşlarınızı alabilirsiniz.Pekİn’de ördek yemeden sakIn dönmeyİn Madem Pekin ve yemek diyoruz, tabii ki Pekin ördeği de yemeden dönmemeniz gerekir. Oradaki Pekin ördeği başka bir hayvan olmalı ki, pek ördek sevmeyen yazarınız bile parmaklarını yiyerek ördek ile arasındaki husumeti Pekin’de giderdi. Nerede mi derseniz, Pekin ördeğinin en ünlü adreslerinden birisi şehirde birkaç şubesi olan Da Dong. Kapsamlı şarap listelerine rağmen siz ördeğinizi gene de bir Tsingtao veya şehrin yerel birası Beijing eşliğinde yiyin, çünkü sadece ördek değil, Çin yemeklerinin neredeyse hepsiyle bira harika gidiyor. Pekin ördeği için bir adres daha var, ama birkaç hafta sabredin, çünkü o restoranda şimdiye kadar yediğim en iyi Çin yemeğini yedim ve haliyle kendi başına bir yazıyı hak ediyor. Peki, oraya kadar gitmişken Çin Seddi’ni görmedin mi derseniz, tabii ki gördüm. Ne kadar resmini görürseniz görün, hiçbir şey sizi Çin Seddi’ni görmeye hazırlayamaz, ama onu da başkası anlatsın, bu Pekin’de yiyip içmeyle ilgili bir yazıydı. Zaten Qianmen Caddesi’ndeki ipek mağazasını Ruifuxiang’ı da (bütün iyi kocalar gibi) sevgili eşim Lale’nin ısrarıyla içeriye girdikten sonra çok etkilendiğim için bu yazıya ekledim.