Marketlerde rastlıyorsunuzdur, uzun bir yeşil şişe, içindeki kahverengine çalan kırmızı içkinin rengi şişenin yeşilini de adeta kendi rengine boyamıştır. Üstündeki etikette içki dünyasının efsane markalarından birisinin ismi vardır: Martini. Altında ise daha küçük harflerle Rosso, yani “kırmızı”. Martini denilince çoğumuzun aklına bir kokteyl ve onun servis edildiği üçgen kadeh gelir. Bu aslında Martini’ye yapılan büyük bir haksızlıktır, çünkü Martini aslında bir kokteyl değil, vermuttur. Kendi adını taşıyan kokteylde ise ancak kadehi sıvayacak miktarda kullanılır. Hatta Winston Churchill, iyi bir Dry Martini kokteylde buz gibi cin ile doldurulmuş üçgen Martini kokteyl kadehine vermut şişesini açıp uzağından geçirmenin bile yeterli olacağını iddia etmiştir. Vermutlar otuz küsur ot ve baharat ile tatlandırılmış şaraplardır. İtalya’da Romalıların zamanından beri şaraba çeşitli ot ve baharatların katıldığı bilinir, ama modern vermutların ilki bir zamanlar ülkemizde de bulunan Cinzano olmuştur. Giovanni Giacomo Cinzano’nun (bazı İtalyan isimleri ne kadar güzel oluyor) 1757 yılında yarattığı vermutuna 1863 yılında gene Torino’da Allessandro Martini ile ortağı Luigi Rossi’nin yarattığı vermut rakip gelmiştir ve bu ikilinin rekabeti 150 yıl sonra hala devam etmektedir. İlk başta çoğu Rosso, yani kırmızı olan vermutlara daha sonra Bianco, yani beyaz ve 1900 yılının başında daha sonraki yıllarda Martini kokteylde de kullanılacak olan Martini Dry eklenmişlerdir.Kokteyl tarİhİnİn en önemlİ İçkİsİ Martİnez Vermutlar tek başlarına içilebildikleri gibi birçok kokteylin tadılarında izlerini bırakırlar. Bir vermutun bir kokteylde ilk defa kullanılması 1860’lı yıllarda Campari’nin mucidi Gaspare Campari’nin Milano’daki barında Campari ile Rosso vermutu yarı yarıya karıştırdığı kadehe buz ve soda eklenmesiyle olmuştur. İlk başlarda Milano-Torino adı verilen bu basit kokteylin adı yirminci yüzyılın başlarında İtalya’ya gelen Amerikalı turistlerin çok sevmeleri üzerine Americano’ya çevrilmiştir. Floransalı kont Negroni Americano’yu yeterince sert bulmayıp uşağına içine Campari ve vermut ile aynı oranda cin koymasını söyleyince hâlâ adıyla anılan kokteyli, Negroni’yi bulmuş oldu. Ama kırmızı vermutun marifetleri tabii ki Americano ve Negroni ile sınırlı kalmıyor. 19’uncu yüzyılın efsane barmeni Jerry Thomas yazdığı kokteyl kitabında modern Martini kokteylinin babası sayılan Martinez’in yapılışını tarif ederken tatlıca bir cin (Old Tom) ile kırmızı vermut kulanmış ve bir şarap kadehi vermut ile bir ölçek cini az buzla karıştırıp içine birkaç damla bitters (angostura gibi) konulmasını önermiş. Kokteyl tarihinin en önemli kokteyllerinden biri olan Martinez’i seveceğinizi garanti edemem, ama tarihsel önemi açısından isterseniz deneyebilirsiniz.Sade martİnİ İçİn vİskİ bardaĞI kullanIn Bazı kokteyllerin adları da tatları kadar çekicidir. Bunların da nedense çoğu rom ile yapılan ve sadece adlarıyla bile sizi tropikal hayallere sürüklemeyi başarabilen kokteyllerdir: Martini Rosso gibi kırmızı bir vermutun en iyi hakkını veren kokteyllerden Ciudad Antigua gibi. 50 cl (Ülkemizde bulunabilenlerden Bacardi Reserva veya Havana Club Anejo gibi) yıllanmış rom, 15 cl Marini Rosso, 5 cl şeker şurubu ve 25 cl taze sıkılmış elma suyu bir shaker’da buz ile karıştırıldıktan sonra üçgen Martini kokteyli kadehine doldurulur. Kokteyl kadehlerinin kenar süsleri çok önemlidir. Ciudad Antiua’nın ideal süsü de üzerine tarçın serpiştirilmiş bir elma dilimidir. Bu kokteyller oldukça karmaşık geliyorsa, Martini Rosso’nun tadını yapılması çok basit olan yazının girişindeki Americano ve Negroni’yi deneyebilir, hatta Martini’nizi Rosso veya Bianco olsun, George Clooney misali birkaç buz tanesi eşliğinde kendi başına bile içebilirsiniz. Ama o zaman kullanacağınız kadeh Martini kadehi olmamalıdır, çünkü o Dry Martini başta olmak üzere kokteyller için yaratılmıştır. Buzlu, yani “on the rocks” Martini’niz için “tumbler” dediğimiz bildiğimiz viski kadehi fazlasıyla yeterlidir.
Aslında bu yazıyı geçen hafta İstanbul karlar altındayken yazmalıydım, çünkü konumuz Glühwein yani sıcak şarap. Ama soğuğu görünce aklıma içkiler arasındaki bir numaralı sevgilim malt viski ile onun en muhteşemlerinin damıtıldığı İskoçya’nın Batı sahillerindeki adalar aklıma geldi, onları yazdım, Glühwein da bu haftaya kaldı.ÇeŞİtlİ baharatlarla lezzetİne lezzet katIlmIŞ Sıcak şarapla çoğumuz ilk olarak kayak merkezlerinde karşılaşmışızdır. Kayak sonrası teleskilerin başındaki cafè’lerin en sevilen içkilerinin başında gelen Glühwein, Almanca olan adından da anlaşılacağı gibi bir Alman içkisidir. İlk olarak Almanlar tarafından düşünülüp düşünülmediğini pek bilemeyeceğim ama Almanya’da 500 küsür yıldır içildiği biliniyor. O zamanlar tabii kayak merkezleri filan yoktu, ama çeşitli Alman kentlerinin meydanlarında Noel öncesi pazarlar, panayırlar kurulurdu. Almanya’da Noel öncesi, yani Aralık ayı soğuk olur, hem de bazı kısımlarında çok soğuk. İşte Glühwein, yani sıcak şarap da günlerimizde de hâlâ olduğu gibi bu pazarlarda gezen insanların içini ısıtmak için yapılır ve satılırdı. Bu pazarların en önemlilerinden birisi Bavyera’nın kuzeyindeki Nürnberg’in “Christkindlmarkt” adı verilen Noel pazarıydı. Nürnberg’deki Christkindlmarkt kayıtlarda ilk olarak 1628 yılında görülüyor. Nürnberg o zamanlar önemli bir kentti. 1499 yılında Hindistan’a deniz yolun keşfedilinceye kadar, Avrupa’ya karadan getirilen baharatların ticaretinin de yapıldığı önemli bir kent, bir baharat pazarıydı. İşte insanlar ta o zamanlarda şarabın ısıtılınca çok da lezzetli bir içecek haline gelmediğini görmüş olmalılar ki, ısıttıkları şaraba çeşitli baharatlarla lezzet vermeye çalışmışlar. Sonuçları da beğenmiş olmalılar ki Noel pazarlarındaki standlardan Glühwein içme geleneği günlerimize kadar gelmiş. Hem de bir tek şehir meydanlarındaki Noel pazarlarında değil, başta Alp Dağları’ndakiler olmak üzere dünyanın neredeyse bütün önemli kayak merkezlerinde uygulanan bir gelenek olarak!KIsIk ateŞte kaynatmaDAN sadece IsItIn VE İÇİN Sıcak şarap içmek için ille de Almanya’ya veya kayak merkezlerine gitmek zorunda değilsiniz. Glühwein kolaylıkla evde de yapılabilir. Bütün ihtiyacınız olan birkaç şişe ucuz kırmızı şarap ile bazı baharatlar, meyveler ve tatlı canınız isterse brendi ve/veya rom. Çok temel Glühwein tariflerinde 3-5 şişe vasat kırmızı şarabın içine birkaç dilim portakal kabuğu, biraz şeker veya bal, tarçın çubukları ve karanfil konulması önerilir. Şarap kısık ateşte 10-15 dakika asla kaynatılmadan ısıtılır. Ve sıcak servis edilir ki amacına ulaşsın, içinizi ısıtsın. Geçen yıl ülkemize gelen ünlü İngiliz şarap yazarı Jancis Robinson, Glühwein için tek bir şey söylüyor: “Onun tek görevi vardır, o da sıcak olmak.” Ama siz Jancis Robinson’un küçümsemesine bakmayın, evde yaptığınız sıcak şarabı da oldukça lezzetli bir hale sokabilirsiniz. Ne de olsa içine koyacağınız baharat ve meyvelerde ne bir sınırlama, ne de bir kural vardır. Hayalgücünüzün ve damağınızın sizi götüreceği yere kadar uzanabilirsiniz.TarÇIN ve PORTakalIN UYUMUBiz Asmalımescit’teki La Brise Brasserie’de sıcak şarabımızı Mustafa Çolak’ın kendi karışımının tarifi ile yapıyoruz, çok da güzel oluyor. Onun için izin verirseniz, onun tarifini vereyim: Bir şişe kırmızı şaraplık bir ölçüyle verecek olursak, ona birer tek (2 cl kadar) rom, portakal likörü ve brendi ekliyoruz. Birer adet portakal ve elma kabuğu ile dört beş kuru kayısı şarabımızın meyveleri, 10 adet karanfil ile 3 tane orta boy tarçın çubuğu da baharatları oluyorlar. Bunların hepsini 10-15 dakika, aman dikkat kaynatmadan, ısıtırken bir kahve fincanı şekeri de içinde eritirseniz nefis bir Glühwein yapmış olursunuz. Sıcak servis etmeyi unutmayın ki, kadehten bütün bu baharatların, meyvelerin ve şarabın kalan aromaları yükselsin. Sıcak servis etmeyi unutmayın ki, soğuk bir kış gününde hem içiniz ısınsın, hem de ağzınız tatlansın.
İskoçlar “Malt viski soğuk havada damıtılır ve soğuk havada içilir” der. Bizim buralarda hava ne kadar soğuk olursa olsun malt viski damıtmak pek mümkün değil. Ama bugün pencerenizden dışarı baktığınızda dışarıdaki soğuk içinizi daha pencereyi bile açmadan ürpertiyorsa, bilin ki malt viski içme zamanı gelmiştir. Winston Churchill ilerleyen yaşlarında “Eskiden öğlen yemeğinden önce içki içmemek gibi bir prensibim vardı, ama artık kahvaltıdan önce içki içmemeye çalışıyorum” demişti. 19’uncu yüzyıl İskoçya’sında, ülkenin kuzeyindeki sarp dağların arasından akan nehirlerin vadilerinde (ki İskoçlar buralara Highlands derler) bir hanımefendinin (bile) birkaç yudum malt viski içmeden güne başlaması düşünülemezdi. Ama ben size tabii ki onlara ve kendisine olan bütün saygıma rağmen Churchill’e uyup kahvaltı sırasında, hatta öğlen yemeğinden önce malt viski içmenizi önermeyeceğim. Ne de olsa devir de değişti, insanların alışkanlıkları da! İyot ve tuz kokularIyla yoĞrulmuŞ çeŞİtlerİskoçya’nın kuzeyindeki Highlands bölgesi İskoçya’nın viski üretiminin kalbidir. Buradaki Spey Nehri geniş bir vadiden Moray Körfezi’ne doğru akar. Çıplak tepeler, yerlerini eteklerindeki yemyeşil ormanlara bırakır. Cardhu, Cragganmore, Dalwhinnie, (şeri fıçılarında yıllandırılan) Aberlour ve Macallan gibi malt viski dünyasının en prestijli markalarının damıtımevleri Spey Nehri’nin kenarına serpiştirilmişlerdir. Spey’e akan küçük nehirlerin, derelerin kıyılarında ise Glenlivet, Glenfarclas ve Glenfiddich gibi malt viski dünyasının başka devlerini bulmak mümkündür. Daha kuzeye gittiğinizde, Spey Nehri’nin döküldüğü Moray Körfezi’nin kuzeyinde, artık kuzey kutbuna doğru uzanan gri suların kıyılarında Glenmorangie ve Dalmore gibi nevi şahsına münhasır malt viskileri bulabilirsiniz. Ama ne yazık ki bunların çoğunu ülkemizde bulmak imkansızdır. Bulabileceklerinizden kısa bir liste yapacak olursak lezzetli oldukları kadar rahat içimli olan Glenlivet ve Balvenie ile Glenmorangie, Glenfiddich, Glenrothes ve Aberfeldy’i sayabiliriz. İçerken mutlaka pencereyİ aralayIn İskoçya’nın kuzeyde bittiği yerde Orkney Adaları bulunur. Bu adaların malt viskilerinden Highland Park ve Scapa da ülkemizde bir bulunup, bir bulunmayan (çok iyi) viskilerden. İskoçya’nın batı sahilindeki sürekli rüzgar alan kayalık ve vahşi Skye Adası’nın malt viskisi Talisker denizden gelen iyot ve tuz kokularıyla yoğrulmuş “büyük” bir malt viski. Tam bugünkü havanın viskisi diyebileceğimiz Talisker’in 10 yıllığı ülkemizde bulabileceğiniz en iyi malt viskilerin başında geliyor, aynı Skye’ın biraz güneyindeki isli viskileriyle ünlü Islay Adası’nın efsanevi Lagavulin’i gibi.Islay (Ayla okunur) sadece birkaç bin kişinin yaşadığı küçük bir ada, ama tam bir malt viski adası olarak bütün dünyadaki viskiseverler tarafından tanınıyor. İngiliz hükümetine sadece viskiden yılda yarım milyar dolar kadar vergi ödeyen bu ada herhalde bizde de olsa bir anda Maliye Bakanlığı’nın gözdesi olurdu. Islay Adası İskoçya’nın dört malt viski üretim bölgesinden biri olarak kabul edilir. Viskinin damıtımında kullanılan arpanın turba ateşi üzerinde kurutulması sırasında içine sinen is, Islay viskilerinde ön plana çıkar. Daha sonra deniz kenarındaki mahzenlerdeki fıçılarda yıllanırken içlerine sinen iyot ve tuz, kısacası deniz kokusu Islay viskilerini belki içilmesi zor, ama eşsiz lezzetli viskiler yapar. Bunlardan Lagavulin’in yanı sıra Ardbeg’de ülkemizde bulunabiliyor.Yazının başına dönecek olursak, malt viski gerçekten soğuk hava içkisidir. Bugünkü kadar soğuk havaların içkisi ise Talisker, Lagavulin veya Ardbeg gibi bir ada maltıdır. Nasıl içileceğine gelince, isterseniz onu da İskoçlar gibi yapın, pencerenizi veya kapınızı açın, soğuk havayı, varsa rüzgarı yüzünüzde hissedin (İskoçlar bu noktada “fresh” diye haykırırlar) ve viskinizden bir yudum alıp havaya meydan okuyun. Aman sonra kapıyı, pencereyi kapatıp içeriye girmeyi unutmayın, ne de olsa İskoç değilsiniz!
Ayşe, Oya ve Seda, üç kadın, bir de adam, Orhan, filmin konusu bu. Orhan, Eskişehir’de bir üniversitede hoca, Ayşe’ye deliler gibi aşık. İstanbul’a gitmeden önce evine uğruyor, Ayşe bir adamla koltukta sevişiyor, Orhan yıkılıyor. Ekranında “Ayşem” yazan telefonunu kapatıyor. Bir daha ki sahnede İstanbul’da bir üniversitede bir heyetin önünde oturuyor, hıçkıra hıçkıra, salya sümük ağlayarak o üniversitede öğretim üyesi olmak istiyor. Sonra bir kızla, Oya ile karşılaşıyor; tanışmaları, çıkmaları, birbirlerine aşık olup evlenmeleri bir kelime dahi konuşulmadan, nefis bir müzik eşliğinde üç beş dakikalık harika bir sinema dili ile anlatılıyor. Orhan zengin, bir rezidansta minimalist bir daireye yerleşiyorlar. İkide bir bütün İstanbul’u yukarıdan gören bir restoranda birbirlerinin gözlerinin içine bakarak yemek yiyorlar, kocaman balon kadehlerde kırmızı şarap içiyorlar. Ha bu arada unuttum, Oya balayında geçirdikleri bir kazada (anlattığım ne de olsa bir Türk filmi) kör oluyor. Balon kadehlerde şarap içme tutkusuOya bir yandan kör haliyle fotoğraf çekmeye çalışırken, bir yandan da kocasına yemek yapıyor, “Akşama gelirken bir şişe roze şarap getirmeyi unutma” diyor. Ama Orhan bu arada öğrencisi olan Seda ile de çıkmaya başlıyor ve tabii ki eve gelirken roze şarabı getirmeyi unutuyor. Eve geldiğinde ne görsün ki Oya yeni komşuları Şule ile şarap içiyor. Şimdi iki kadın bir araya geldiklerinde genellikle beyaz veya roze şarap içerler ama Oya ile Şule (Orhan rozeyi unuttuğundan olacak) ellerinde gene kocaman kadehler, kırmızı şarap içiyorlar. Bu arada Şule aslında Orhan’ın eski sevgilisi Ayşe, karşı daireye yerleşmiş ve kendisini Oya’ya nedense Şule olarak tanıtmış. Sonra Orhan, Ayşe’yi affediyor ve bir yandan Oya ile evliliğini sürdürürken bir yandan da Ayşe ile çıkmaya başlıyor, onu da bütün İstanbul’u yukarıdan gören aynı restorana götürüyor, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak yemek yiyorlar, kocaman balon kadehlerde kırmızı şarap içiyorlar. Orhan ile (sanki İstanbul’da başka restoran yokmuş gibi) aynı restorana gidip, yemek yiyip, kocaman balon kadehlerde kırmızı şarap içen üçüncü bir kadın ise okuldan öğrencisi olan Seda. Ve tabii ki Orhan’ın bu kadınlar ve kırmızı şarap kadehleri arasındaki sefası bir yerde sona eriyor, üç kadın birden Orhan’dan hamile kalıyorlar.Orhan teselliyi rakıdan yana buluyorŞimdi gelelim insanın hayatındaki olayların içki seçimini nasıl etkilediğine: Arka arkaya gelen bebek haberleri Orhan’ın kimyasını bozuyor. Bir dahaki sahnede kırmızı şarap seven kahramanımızı İstanbul’u yukarıdan gören aynı restoranda, aynı masada otururken görüyoruz. Önünde birkaç tabak meze ve bir kadeh rakı! O rakıya bakıyor, kara gün dostu rakı da ona! Orhan teselliyi rakı şişesinin dibinde arıyor, dertlerine çözümü şişenin dibinde aradığında şişenin dibinin senden ne kadar süratle uzaklaştığını bilmiyormuş gibi! Ayşe, Oya ve Seda’ya gelince, kadınlar nedense bu gibi durumlarda bir araya gelirlerse sorunlarını çözebileceklerini zannederler. Bizim üçlü de öyle yapıp, bir masanın başına toplanıyorlar ve hem Orhan’a, hem de birbirlerine ne yapacaklarını konuşurken ne içiyorlar dersiniz? Su! Filmin adı “Acı Aşk”, acaba aşk acısını suyun dindireceğini mi zannediyorlar?
Pulkovo havalimanından çıktığımızda soğuk yüzümüze vurdu. Hava çoktan kararmış, şehre giden otoyolun sarı ışıkları yolu olduğu kadar, kenarında yükselen komünist dönemi yansıtan soğuk blokları istemeyerek de olsa aydınlatıyordu. Aslında Neva Nehri ve şehrin içine uzanan kanalları donmuş olmalıydı. Ama daha donmamışlardı, aramızda birkaç kelime ile hayal kırıklığımızı dile getirdik. Hava soğuktu ve bazı şehirlere soğuk yakıştığı gibi, St Petersburg’a da soğuk ve karanlık, çok yakışıyordu. St Petersburg, Neva Nehri’nin Finlandiya Körfezi’ne açıldığı yerde, 1703 yılında kurulmuş yeni bir şehir. Çar I. Petro, gördüğü Avrupa şehirlerine hayran olmuş, Rusya’ya onlara benzeyen bir başkent vermiş. Bu genç şehir 200 yıl Rusya’ya başkentlik yapmış, trajedilere, zaferlere, yenilgilere tanıklık etmiş. Çar II. Aleksandr 1881 yılında Kurtarıcı İsa Kilisesi’nin önündeki bir bombalı saldırıda yaşamını yitirmiş, torunu II. Nikolai’ın sonu ise çok daha hazin olmuş.Eskİ baŞkentTe El yapIMI NeFİs bİralarI DA tadIn 1917 yılındaki komünist ihtilalinden sonra Tsarskoe Selo’daki sarayında esir tutulan çar daha sürgüne yollandığı Ural Dağları’nın ötesindeki Yekaterinburg’da karısı çariçe, kızları, oğlu, hatta aile doktorlarıyla birlikte katledilmiş. Birinci Dünya savaşı sırasında Almanca olan ismi ilk önce Rusça Petrograd’a, sonra da Leningrad’a çevrilmiş. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra eski ismi St Petersburg’a gene kavuşmuş. Rusların milli şairi Aleksandr Puşkin için Rusçayı en iyi kullanan şair derler. Puşkin St Petersburg’da yaşamış, genç yaşta bir düelloda yaşamını gene burada kaybetmiş. Karısına sürekli kur yapan bir Fransız subay George d’Anthes’i düelloya davet ettiği Nevski Prospekt’teki Literatur noe Cafe hâlâ şehrin en hoş restoranlarından biri. St Petersburg yeme içme konusunda çok cazip değil, ama Rusya’da ille de havyar yiyeceğim diyorsanız şehrin en iyi oteli Grand Hotel Europe’daki Kaviar Bar, votka içeceğim diyorsanız Russian Vodka Room’a gidebilirsiniz. Kempinski Moika Oteli’nin roof restoranı ise Hermitage ve rengarenk soğan kubbeli iyi bir Rus yemeği yemeniz için ideal. Bu satırların yazarı biraya olan özel merakından dolayı kendi yaptığı nefis biraları harika sosisler eşliğinde içebileceğiniz Tinkoff’u da önerir. Neva nehrinin kıyısındaki Hermitage karşı kıyıdaki Peter ve Paul Kalesi’yle birlikte şehrin en önemli yapısı. Çarların eski sarayı 19. yüzyılda 2 milyon 800 bin eserin sergilendiği önemli bir müze. Hermitage’ın önündeki muazzam Dvortsovaya meydanı ayaklanmalara şahitlik etmiş. Meydandan Neva’ya dikey olarak uzanan Nevski Prospekt şehrin can damarı. Nevski Prospekt’in ortalarındaki Singer dikiş makinelerinin eski merkezi olan Art Nouveau binadaki kitapçı ve ikinci katındaki Kazan Katedrali manzaralı kafe öğlen saatlerini geçirmek için ideal. St Petersburg’da akşamları Marinsky Teatr’a gidip bale seyretmelisiniz. Burası Çaykovski’nin Fındıkkıran’ı ilk olarak sahnelediği, Mikhail Barişnikov’un sahnesinde dans ettiği bir mabet. Bir de hafiften yağan kar etrafı beyaza boyamaya başladıysa, işte “beyaz geceler” dedikleri o an hissedeceklerinizdir
TAT FARKLARIYılbaşı gelince akla sofralarda hindi, kadehlerde ise şampanya gelir. Bu ikiliden hindi yılbaşında bile olsa nispeten ucuz bir yemek, ama moralinizi bozmayayım, şampanya pahalı bir içkidir. Tekel zamanında bir iki markasıyla yetindiğimiz şampanyaların artık neredeyse her markası bulunabiliyor. Hatta dünyanın en ünlü şampanyalarından Dom Perignon’u bile artık 835 liralık fiyatıyla süpermarketlerde bulmak mümkün. Geçen yılbaşında sanki bu yıl roze şarapların bu kadar moda olacağını biliyormuş gibi size “kadehlerinizdeki cıvıl cıvıl iksirin vücutlarınızın görme, duyma, tat alma, hatta hissetme duyularını nasıl coşturacağını görmeniz için” roze şampanya içmenizi önermiştim. Yılbaşını ille de en tepelerde karşılamak istiyorsanız, bu yıl da yeni yıl ile ilgili pembe rüyalarınıza eşlik etmesi için en prestijli şampanyalardan Louis Roederer Cristal Rosè’yi seçebilirsiniz. Fiyatı 1000 liranın üzerindedir, ama dedik ya, bu sadece yeni yılı en tepelerde karşılamak isteyenlerimiz için.Esas Şampanyalar Champagne’da üretilmelidir İngiltere kraliçesi II. Elizabeth’in tercih ettiği şampanya olan Veuve Clicquot da artık milletimizin hizmetinde. Fiyatı 500 TL civarında. Majesteleri bildiğim kadarıyla pek roze tercih etmiyorlar, ama siz ne de olsa kraliyet ailesinden olmadığınız için ona uymak zorunda değilsiniz. Arkadaşlarınız ile yılbaşı gecesi patlatacağınız şampanyaya 500 TL kıymak niyetindeyseniz, Veuve Cliquot ışıl ışıl rengiyle, harika kokusu ve içinizi kıpırdatacak lezzetiyle iyi bir seçim olabilir. Aynı fiyatlardaki roze şampanyalardan, şampanya devi MoÎt Chandon’un Rosè Imperial’i ile (Wine Spectator’dan 90 puan alan) Roederer Brut Vintage 2004 ışıl ışıl kabarcıkların arasından taze meyve kokuları saçan lezzetli şaraplar. Ama yılbaşı gecesi niyetiniz sadece bir köpüklü şarap patlatmak ise, o zaman o kadar para harcamanıza gerek olmayabilir. Şişenin içindeki köpüren şaraba şampanya diyebilmeniz için onun Fransa’da, Paris’in bir saat kadar doğusunda kalan Champagne, yani Şampanya bölgesinde üretilmiş olması gerekir. Bu bölge dışında üretilen köpüklü şaraplar şampanya metodu ile üretilmiş olsalar bile şampanya olarak anılmaya hak kazanamazlar. Ama fiyatları şampanyalardan çok daha makul olduğu gibi, tatları da bazı vasat şampanyaları aratmayacak kadar iyidir, özellikle bir yılbaşı gecesi bağırış ve çağırışlar arasında tüketileceklerse!Roze köpüklü şarapları da denemek lazım 2009 yılında roze şarapları keşfettiğimize göre size bu yılbaşı için de birkaç roze köpüklü şarap önereyim, hem de 50 ile 70 TL aralarında gezinerek. İtalyanların prosecco’larının iyi örneklerinden Sergio Rosè hem çok şık şişesi (ne de olsa İtalyan), hem de hafiften tatlıca lezzetiyle bu fiyatlar için cazip bir köpüklü şarap. Almanlar ile Avusturyalı kuzenleri iyi beyaz şaraplar ürettikleri gibi, oldukça iyi köpüren şaraplar da üretirler. Ülkemize ithal edilenler arasında bulunan Henkell ile Schlumberger bunların en önemlilerindendir. İkisinin de hem roze köpüklü şaraplarını, hem de 20 cl boyunda çeyrek şişelerinden Schlumberger’in Grand Prix yarışlarını kazanan yarışçıların sallayarak etrafa fışkırttıkları dev şişelerine kadar çeşitli boylarını bulmak mümkündür.Altı Litrelik Methuselah’ların etkileyici görüntüleri Şampanyaların büyük şişeleri Tevrat’taki Yahudi ve Babil krallarının isimleriyle anılırlar: İki şişe boyundaki (bir buçuk litre) Magnum’dan sonra 3 litrelik Jeroboam, 4 buçuk litrelik Rehoboam, 6 litrelik Methuselah, 12 litrelik Balthazar ve 15 litrelik ünlü Babil kralı Nebuchadnezzar. Bir de özel şişelenen şampanyalar vardır ki, bunların en ünlüsü, tahmin edebileceğiniz gibi (kendi adıyla anılan puro boyu bile olan) Winston Churchill için “Imperial Pint” olarak 60 litrelik şişeye doldurulan şampanyadır. Tekrar bizim buralara dönecek olursak, Cihangir’deki La Cave’da Schlumberger’in 6 litrelik Methuselah’larını yan yana dizili görebilirsiniz. Almasanız bile çok etkileyici bir görüntü. Bu arada Methuselah Tevrat’a göre tarihte en uzun yaşamış olan adam; Kutsal Kitap’a göre Methuselah öldüğünde tam 969 yaşındaymış. O kadar yaşamak ister misiniz bilemem, ama bu vesileyle hepinize iyi bir 2010 ve uzun, mutlu, ışıltılı bir yaşam dilerim.
Bir yılbaşı daha kapımıza dayandı. Krizlerle, griplerle dolu bir yılı geride bırakıyoruz. Yılbaşı gecesi bu zor yıldan sonra becerebildiğimiz kadarıyla eğlenmeye çalışacağız. Birçoğumuz ünlü şarkıcıların sahne alacağı eğlence yerlerinde veya yılbaşı ışıkları ile süslenmiş restoranlarda kafalarımıza komik şapkalar geçirip ağızlarımıza tutuşturulacak kağıt düdükleri saat 12 olduğunda öttürmeye çalışarak eğlendiğimizi sanacağız. Kontrolümüzü kaçırıp çok içecek ve yeni yılın ilk sabahı yoğun bir baş ağrısı ile uyanacağız. Bazılarımız ise daha akıllı davranıp birkaç arkadaşı ile bir araya gelip yeni yılı evlerinde karşılayacak. Bu durumda yiyeceğiniz yemekleri bilemem, ama içeceğiniz şarap ve içkilerinin yılbaşı mönülerinin genellikle en basit şaraplarla “desteklendiği” eğlence yerlerinin çoğundan daha iyi olacağından emin olabilirsiniz. Buna katkıda bulunmak istiyorsanız, yılbaşı gecesi davetli olduğunuz arkadaşınıza elinizde bir şişe iyi şarapla gitmeniz iyi bir fikir olabilir.Bu yılın tercihleri arasında , Malt viski, konyak ve rakı da var Aslında yılbaşı olsun olmasın, misafirliğe giderken bir şişe şarap götürmek çok güzel bir adettir. Derler ki bir yere misafirliğe gittiğinizde yanınızda götürdüğünüz şarabın fiyatı o evde yemekte size ikram edilmesini beklediğiniz şaraptan daha ucuz olmamalıdır. Kapıyı çaldığınızda elinizdeki şişenin şarap şişesi olması da şart değildir. Mesela evine yemeğe gittiğiniz arkadaşınız rakıdan hoşlanıyorsa yeni siyah şişesindeki Altınbaş hoş bir sürpriz olabilir. Şarap yerine bir şişe malt viski veya konyak alarak arkadaşınızı şımartmak istiyorsanız buna da itirazı olacağını sanmam. Bizde şarap çok diye olacak, bu akşam bize yemeğe gelecek arkadaşlarımdan birisi fırın sütlaç, diğeri ise iki kalıp zeytinyağı sabunu getirecek, ama inanın ikisi de çok makbule geçecek. Yılbaşı gecesi ve şaraba dönecek olursak, arkadaşlarınıza kendi evinizde vereceğiniz bir yılbaşı yemeği için veya davetli olduğunuz arkadaşlarınıza götürmek için (Yalnız aman yılbaşı hediyesi olarak saymayın) size on tane şarap seçtim, bazıları ithal, bazıları yerli, biri beyaz, kalanlar kırmızı. Cihangir’deki La Cave (www.lacavesarap.com) ile İstinye Park’taki Mania Gurme şarap alışverişiniz için iyi adresler.Yılbaşı gecesi için şarap önerileriDoluca SigniumDoluca’nın “imza şarabı.” Şık bir şişe, iddialı bir şarap. 2007 rekoltesi harika bir Shiraz, Cabernet Sauvignon ve Boğazkere kupajı. Bilmem Doluca’nın (Karma ile) yerli ve yabancı üzümlerin kupajını en iyi yapan üreticimiz olduğunu hatırlatmam gerekir mi?Marques Concha y ToroWine Spectator dergisinden son yıllarda hep 90 puanın üzerini alıyorsanız, tadılmaya değersiniz. Cabernet Sauvignon’un damakta patlayan kırmızı orman meyveleri ve zarif tanenleriyle harika bir şarap.Penfolds Rawson’s Retreat Shiraz-CabernetShiraz denilince akla Avustralya, Avustralya Shiraz’ı denilince de efsanevi şarap Grange gelir. Penfolds Grange’in üreticisi ve Rawson’s Retreat en makul fiyatlı Shiraz kupajları. Avustralya Shiraz’larından beklediğiniz meyvemsi dolgunluktan taviz verilmemiş.Corvus MalbecYılbaşı gecesi et yiyecekseniz Corvus Malbec çok iyi bir seçim. En iyi sonuç verdiği Arjantin’de o devasa bifteklerin yanında içiliyor, bizde neden olmasın? Corvus’un şarapseverlerimize 2009 yılındaki hediyesiydi.Sevilen Centum ShirazShiraz üzümü Türkiye’yi, Türkiye de Shiraz’ı sevdi. Centum, Denizli-Güney’deki bağların şarabı. Zengin ve iyi bir Shiraz’dan beklediğiniz gibi dolgun bir şarap. Kırmızı etlerin hepsinin yanına çok yakışıyor.Hill & Dale Cabernet Sauvignon-ShirazGüney Afrika son yıllarda şarapta mucizeler yaratmaya başladı. Boekenhoutskloof bulamıyorsanız (bulursanız bana da haber verin) Hill & Dale sizi tadıyla saracağı gibi, fiyatıyla da gülümsetecektir.Büyülübağ Cabernet Sauvignon ReserveBüyülübağ ilk rekoltesinden beri şaşırtmaya devam ediyor. Dolgun, gövdeli, ben Cabernet’yim diyen lezzetli bir şarap. Yılbaşı gecesini beraber geçirmek isteyebilirsiniz.Kavaklıdere Cote d’AvanosYılbaşı gecesi ille beyaz içeceğim diyorsanız, Kavaklıdere’nin Kapadokya’daki bağlarından alınan bu şarap hem yapıldığı üzümün parfümünü, hem de alındığı toprağın kokusunu taşıyor.Chateau Bellegravesİyi bir Bordeaux şarabı ve iyi bir Bordeaux’da aradığınız toprak, deri kokularını bulabiliyorsunuz. Havalandıkça zarifleşip nefis kokular salıyor. Cazip fiyatı için çok iyi bir Bordeaux.Likya Kızılbel2000 yılında Antalya’da kurulan bağlardan güzel şaraplar çıkmaya başladı. Bu bir Öküzgözü, Merlot ve Syrah kupajı sizi zorlamayan lezzetli bir şarap. Likya’dan önümüzdeki yıllar iyi şaraplar gelecek.
Aralık ayının başında Almanya’nın çeşitli şehirlerinin ana meydanlarında devasa Noel ağaçları kurulur. Ağaçlar süslenir, meydana açılan caddeler ışıl ışıl olurlar. Şansınız olur da, şehri ziyaret ettiğinizde kar yağarsa, sizi soğuk bir hava, ama çok güzel bir manzara karşılar. Ağaç kurulduktan sonra etrafında küçük tahta kulübeler belirmeye başlar, kısa sürede meydan bunlarla dolar. Bazılarında hediyelik eşyalar satılır, bazılarından mis gibi sosis ve Glühwein (sıcak şarap) kokuları yükselir. Christkindlmarkt, yani Noel pazarları yılbaşından birkaç gün öncesine kadar şehirleri süslerler, şehir halkı da, turistler de buralara akın ederler.Almanya tam anlamıyla yeme içme cenneti Berlin ve Bremen gibi şehirlerin noel pazarları da çok güzeldir, ama nedense en güzelleri Bavyera’da olurlar. Eyaletin başkenti Münih’in Christkindlmarkt’ı şehrin ana meydanı Marienplatz’da görkemli belediye binasının önünde kurulur. 150 kadar kiosk’da seramikler, el işleri, mumlar satılır. Marienplatz’daki 30 metrelik Noel ağacının gündüz gölgesinin, akşamları ise ışıklarının altında biriken insanlar ızgaralardan yükselen dumanların arasından farklı şehirlerin, farklı bölgelerin sosislerinden seçerler. Ellerindeki ekmeklerin arasına sıkıştırılan Nürnberger, Thüringer veya Wiener gibi sosisleri ısırır, bira ya da içlerini ısıtmak için Glühwein içerler.Dünyanın en zengin biraları Münih’de Kahvaltıdan sonra daha öğlen olmadan genellikle bir bira ile tatlı hardal eşliğinde Münih’in ünlü dana sosislerinden (Weisswurst) oluşan ikinci bir öğün yenir. Öğlen yemeği daha ciddiye alınır. Bavyera’da binden fazla irili ufaklı bira üreticisi bulunur. Münih’in dünyaca ünlü bira üreticilerinin şehrin içinde birahaneleri bulunur. Hofbräuhaus, Franziskaner, Spaten ve Augustiner, hepsinin restoranlarında Kalbsrahmgulasch veya Zwiebelrostbraten gibi adları zor olduğu için sipariş edilmesi de zor olan çok lezzetli yemekler ve harika biralar bulursunuz. Buralar öğlen saatlerinde dolmaya başlarlar ve çoğunda akşama kadar masa bulmakta zorlanırsınız. Münih’in açık renkli biralarına Helles, yani “açık renkli” denir. Bir de buğday biraları (Weissbier) vardır ki bunların en ünlüsü Schneider’dir. Bu birayı evinde içmek istiyorsanız, Marienplatz’ın hemen çıkışındaki Weisses Bräuhaus’a gitmelisiniz. Burada dünyanın en zengin biralarından biri olan Schneider Aventinus’u bulabilirsiniz. Noel pazarlarına dönecek olursak, Almanya’da “Christkindlmarkt” denilince ilk akla gelen şehir Bavyera’nın kuzeyindeki Nürnberg’dir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yerle bir olan eski şehir yamacında kurulu olduğu kalesi ile birlikte o kadar başarılı bir restorasyon geçirmiştir ki, sokaklarında dolaşırken Noel ışıklarını görmezden gelirseniz kendinizi Orta Çağ’da sanabilirsiniz. Bir de bu daracık sokakların açıldığı bir meydanda kalenin gölgesine kurulan Christkindlmarkt vardır ki, tam bir masal dünyasıdır. Eyaletin en güneyindeki Konstanz’ın eski şehirden göl kenarındaki limana kadar uzanan Noel pazarı da çok etkileyicidir.Sosis ve bira zevkini Türkiye’ye taşıyın Bavyera’dan döndükten sonra buradaki arkadaşlarınızı etkilemek istiyorsanız, Marienplatz’ın hemen yanındaki çiçekçiden antikacıya, manavdan oyuncakçıya irili ufaklı dükkan ve kiosklar ile dolu Viktualienmarkt’ın bir kenarında dizili olan kasapların birisinden Weisswurst ve Thüringer başta olmak üzere sosis çeşitleri almalısınız. Bir de Münih havalimanındaki Duty Free mağazasından bir 5 litrelik fıçı Münih birası almayı da ihmal etmeyin. Taşıması biraz zahmetli oluyor, ama İstanbul’da arkadaşlarınızla fıçının başına oturup musluğundan akan birayı kulplu bira bardaklarına doldurduğunuzda, tabaklarındaki Weisswurst’ları tatlı hardala bandırıp yiyen arkadaşlarınızın bu emeğinizi takdir ettiğini hissediyor veya hiç değilse öyle zannediyorsunuz...