Sevdiğim sofralar vardır, kendileri kalabalık, etrafları kalabalık, İtalyan ailelerin ağaçların altında kurdukları uzun sofralar gibi. Yaşlı, genç, çoluk çocuk otururlar masanın etrafına, kadehlerde güneşte ışıldayan kırmızı şaraplar, daha genç olanlarınki sulandırılmış, kahkahalar eşliğinde kaldırılırlar. Yaz geldiğinde bizde de öyle olur, hele deniz kıyısında iseniz. Rakı sofraları kurulur, masalar küçük tabaklarda mezeler ile donatılır. Evin beyi, her meraklı erkek gibi ustası olduğuna kalpten inandığı mangalını hazırlar, etleri, balıkları teker teker kızıl korların üstündeki ızgaraya yerleştirir. Denizden gelen akşam serinliği masayı şöyle bir okşar.
Başka kıyılarımızdaki okurlarım kusura bakmasınlar, ama deniz kıyısı denilince benim aklıma Ege kıyıları gelir. Rakı veya uzo içecekseniz meze eşliğinde, bu lacivert denizin iki kıyısı kadar uygun bir yer bulamazsınız. Ben hep bunun için en ideal yerin (zeytinyağı cenneti) Ayvalık ile (uzo adası) Midilli’nin karşılıklı birbirlerini süzdükleri yerin olduğunu söylerim, ama bu sefer Saroz kıyılarında, sevgili eşim Lale’nin babası Melih Tansal’ın (kayınpederim olurlar) yazlığındayım.
Köy kahvaltısı tabelalarına itiraz
Saroz Körfezi harika bir yer, Sazlıdere köyünün kıyısındaki evin iki tarafında ayçiçeği tarları, masmavi denizin karşısında ise Gelibolu Yarımadası’nın yorgun tepeleri uzanıyor. Devamlı güneşe bakan bu muhteşem çiçeklere neden ayçiçeği denildiğini hiç anlamamışımdır. Belki de köylüler “günebakan“ derken daha doğrusunu diyorlar. Lale şezlonguna uzanıp günebakanlar ile birlikte güneşin gökyüzünde çizdiği çizgiyi takip ederken, ablası Hale “Gel sana köy yumurtası yapayım“ diyor. İştahla mutfağa girip yumurtaları alıyorum, “köy yumurtaları“nın üzerlerinde lazer ile yazılmış ünlü bir üreticimizin isminin ve yanındaki kod numarasının hangi tavuğun arkasının marifeti olduğunu çözemeyince yumurta yemekten vazgeçiyorum. “Bari köye gidip köy yumurtası ve köy ekmeği alalım“ diyecek oluyorum, Hale “Ben köy ekmeği getirdim“ diye lafımı kesiyor. Korkarak “Nereden“ diye sormama gerek kalmadan da “İstanbul’dan“ diye ekleyerek köy dünyamı yıkıyor.
Köyü bu kadar şehrin içine getirirsek olacağı da buydu diye düşünürken aklıma sevgili arkadaşım Mehmet Yaşin’in artık şehirlerarası yollarda olduğu kadar şehirlerde, yazlıklarda rastladığımız “Köy kahvaltısı” tabelalarına itirazı geliyor. Mehmet’in dediği gibi köylerde köylüler kahvaltıda (kibrit kutusu kadar) beyaz peynir, zeytin, domates ve reçel yemezler ki... Anadolu’da olsun, Rusya’da, Almanya’da, hatta İskoçya’da olsun, köylünün sabah aşı çorbadır. Bizdeki içi sıcak tutacak, mideyi doyuracak tarhana, İskoçya’daki bizim keşkeğe benzeyen “porridge“, hepsinin içtiği, hatta Avrupa lisanlarına göre yediği çorbadır.
Kulüp rakısı ve bizim tezatlığımız
Akşam olunca Saroz’da günebakanlar boyunlarını büküyorlar, güneş ilk önce göğü, sonra yavaşça denizi kızıla boyamaya başlıyor. Benim için Lale’ye “Akşam oldu, güneş batmak üzere, artık şezlongundan kalkabilirsin“ deme vakti. Bu arada sofra kuruluyor, İtalyanların ki kadar uzun bir sofra değilse de aile sofrası, keyifli. Küçük mangaldaki balıkların yanına Tekirdağ’dan getirdiğim köfteleri sıkıştırmaya çalışıyorum. İtalyanların öğle güneşinin altında ışıldayan kırmızı şarap kadehlerinin yerine ellerimize rakı kadehlerini alıyoruz, su ve buzu görünce beyazlaşmış olan rakılarımız akşam güneşinin kızıllığına direnip renklerini koruyor.
Biraz önce dolapta Yeşil Efe’lerin yanında Kulüp rakısını görünce yüzümde bir gülümseme oluşmuştu. Şişeyi masaya koyunca kayınpederim etiketteki şık adamların ellerindeki beyaz şarap kadehlerine benzeyen kadehlerin ve artık rakıyı neden limonata bardağında içtiğimizin hikâyesini anlatıyor. Bir yandan dinlerken, şort, mayo ve tişörtten oluşan kıyafetlerimizi, İhap Hulusi’nin çizdiği muhteşem etiketteki smokinli adamların yanında biraz ayıp kaçıyor diye düşündüğümden olacak, Kulüp rakısının etiketini bizden uzağa, ufka doğru çeviriyorum.
Burası Saroz, öyle bir ufuk uzanıyor ki, bir tarafta Mürefte’nin bağları, öte tarafta Gelibolu Yarımadası’nın sırtlarında uzanan Sarafin ve Alçıtepe bağları. Onların ardında, görünmüyor, ama orada olduğunu bildiğim annemin doğduğu ada, eski adıyla İmroz, şimdiki adıyla Gökçeada. Buraları onun için mi bu kadar seviyorum acaba?
Saroz Körfezi’nin dayanılmaz huzuru
Sevdiğim sofralar vardır, kendileri kalabalık, etrafları kalabalık...
Haberin Devamı