Şimdi sıra PKK’nın adım atmasında

20 Ekim 2009

Başlığa bakan bazı PKK sempatizanları “Nasıl yani, daha ne yapalım ki!” diyeceklerdir. O zaman kendilerine “Ne yaptınız ki!” diye sormak gerekir. Mahmur’dan 26 kişi ve Kandil’den, bazıları yaşını başını almış 8 militanı ülkeye yollamanın PKK için pek bir risk taşıdığı söylenemez. Eğer devlet gelenlere ve onları karşılayanlara çok kötü davranmış olsaydı örgüt fazla bir şey kaybetmeyecek, tam tersine yeni bir propaganda malzemesi elde etmiş olacaktı. Hele 34 kişinin bir şölen havasında ülkeye geldikleri, onur ve gururlarını incitecek herhangi bir mualemeye maruz kalmadıkları düşünülürse PKK’nın bu işten hayli kârlı çıkmış olduğu söylenebilir.Öte yandan devlet ve AKP hükümeti için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Hükümet böyle bir projenin gerçekleşmesine onay ve destek vererek hiç tartışmasız büyük bir risk aldı. Riskin birkaç ayağı vardı: Öncelikle şu ya da bu nedenle ve şekilde tatsızlıklar yaşanabilir, bu yüzden açılım başlayamadan büyük yara alabilirdi. Ardından gerek PKK, gerekse DTP’nin durumu suistimal etmeleri ihtimali vardı ki AKP’lilerin onbinlerce kişinin toplanmasından ve DTP yetkililerinin Öcalan ve PKK’yı öne çıkaran açıklamalarından hayli rahatsız olduklarını biliyoruz. Ama en büyük risk, Kürtleri kazanmak isterken ülkenin geri kalanında derin yarıkların yaşanması ihtimaliydi. Nitekim muhalefet partileri ilk günden itibaren AKP’nin Batı bölgelerindeki kitle tabanını oymak için bu olayı kullanmaya giriştiler. Hükümetin aldığı riskPeki hükümet bu riski neden aldı? Yakın zamanda bir grup meslektaşımla birlikte, açılım sürecinde etkin rol oynadığını bildiğimiz bir yetkiliyle konu hakkında tartışırken bize bir soru yöneltti: “Çözüm son militan dağdan indiğinde mi olur, yoksa ilk militan indiğinde mi?” Kendi kişisel görüşünü açıkça belirtmedi ancak hem soruyu soruş şeklinden, hem de tartışmanın ilerleyen bölümlerindeki bazı yaklaşımlarından onun cevabının “ilk militan” olduğunu kestirmak güç değildi. İzleyebildiğim kadarıyla hükümetin açılım stratejinin temelinde PKK’nın silahsızlandırılması var ve tıpkı konuştuğumuz kişi gibi, bu süreci kotaranlar da “ilk militanın dağdan inmesi”ne hayati bir önem atfediyorlardı. Bu eşiğin aşılmasından sonra işlerin daha kolaylaşacağı düşüncesini isabetli buluyorum. Örneğin eğer olabilseydi Erdoğan-Baykal görüşmesi ve Meclis’teki açılımla ilgili oturum PKK’lıların silahlarını bırakmakta oldukları (önümüzdeki günlerde Mahmur, Kandil ve Avrupa’dan peşpeşe yeni grupların geleceğini İçişleri Bakanı Beşir Atalay da teyit etti) bir atmosferde gerçekleşecekti ki bunun da birçok şeyi değiştireceği açıktır.PKK’ya düşenPKK’lılara “kayıtsız şartsız silah bırakma” söz konusu olmadan çözümün mümkün olamayacağını söylediğimizde “bizden kurbanlık koyun olmamızı beklemeyin” diyerek 10 yıl önceki kötü örneği hatırlatıyorlardı. Örneğin bir toplantıda DTP’li Emine Ayna benim söylediklerime “savaş bilgisayar oyunu sanıyorlar” diye cevap vermişti. Ben ve benim gibi düşünenlerse onlara on yılda çok şeylerin değiştiğini, kendilerinin katkı vermesi durumunda daha da değişeciğini anlatmaya çalıştık. İki gündür yaşananların kimi haklı çıkardığı ortada. Tekrar başlığa dönecek olursak, şimdi sıra PKK’nın adım atmasında. Ülkeye yeni “barış grupları”nın gelmesine paralel olarak büyükşehirlerdeki patlayıcı depolarını teslim etmeleri, Güneydoğu’da döşemiş oldukları mayınların yerlerini söylemeleri ve en önemlisi ülke içindeki silahlı militanlarını ya ülke dışına çıkartmaları ya da silahsızlandırmaları durumunda her şey çok daha kolay olacaktır.

Devamını Oku

Kritik bir eşik aşıldı

19 Ekim 2009

Bu satırları kaleme aldığım dün öğle saatlerinde Türkiye’ye giriş yapan 34 PKK militanı ve sempatizanının durumları netleşmemişti. Bununla birlikte, çok olağanüstü olumsuz bir gelişme olmaması halinde Türkiye’nin Kürt sorununun ve buna bağlı olarak PKK sorununun çözümünde çok kritik bir eşiği aşmış olduğunu, bugünden itibaren PKK’nın silahsızlanması sürecinin bütün hızıyla süreceğini pekala düşünebiliriz.İyimserliğimin temelinde, çok ciddi bir potansiyel bulunmasına rağmen günboyu herhangi bir provokasyon, dolayısıyla tatsızlığın yaşanmaması yatıyor. Bu noktada hem devlet ve güvenlik güçlerinin, hem de DTP’lilerin öncülüğündeki binlerce karşılayıcının sağduyulu tutumlarının altını çizmek şart. Demek ki taraflar bir sorunun çözümünde asgari bir müşterekte birleşiyorsa, çözümsüzlük taraftarlarının heveslerini kolaylıkla kursaklarında bırakabiliyorlarmış.Dün Silopi civarında yaşananları televizyondan izlerken bu “çözümde birleşme” atmosferini gözlemlememek mümkün değildi. Yani, bazılarının iddia ettiği gibi PKK ve Abdullah Öcalan’ın, açılım konusunda adım atması konusunda devleti kışkırtmak için başvurdukları bir oldubitti söz konusu değil; tam tersine devletin, büyük ölçüde istihbarat servisleri aracılığıyla dahil olduğu, onayladığı ve zeminini hazırladığı, (hatta daha ileri giderek “sipariş ettiği” de diyebiliriz) bir olayla karşı karşıyayız. Bu açıdan dün yaşananlar 10 yıl öncekilerle çok köklü olarak farklılaşıyor. Zira o tarihte Öcalan, büyük ölçüde kendi geleceğini düşünerek, hem ülke topraklarındaki PKK militanları dışarı çıkarmış, hem de bazı “barış grupları”nın gelmesi talimatını vermişti. Fakat o tarihte devletin zirvesinde PKK’nın belinin kırılmakta olduğu düşüncesi egemendi ve kapsamlı bir açılım arayışı yoktu. Bu yüzden barış gruplarıyla teslim olanlar bir-iki kare fotoğraf dışında kamuoyundan kaçırıldılar ve sadece cezaevlerindeki PKK’lıların sayısını artırdılar. Daha kötüsü PKK’lılara ne zaman “kayıtsız şartsız silah bırakma” çağrısı yapılsa bu olay kötü bir örnek olarak masaya konuldu ve “bir daha kurbanlık koyun olmayız” mesajları verildi.Bardağın dolu tarafıKuşkusuz işler tereyağından kıl çeker gibi gitmiyor, gitmeyecek. Samimi bir şekilde bu sorunun çözümünü istediklerine emin olduğum bazı kişiler, genel olarak açılım süreci, özel olarak da dün yaşananlar hakkında çok sayıda eleştiri, itiraz ve uyarı dile getiriyorlar. En çok, bu sürece “yabancı” ların (bu sıfatı sadece “yurtdışı” anlamında kullanmıyorum, “yurtiçi”nde olup normalde böylesi bir sürece katkı vermesi beklenmeyecek bazı kişi ve çevreleri de katıyorum) ne ölçüde, nasıl ve neden dahil oldukları konusundaki sorular kafaları karıştırıyor. Bu kaygılara büyük ölçüde katılmakla birlikte esas olarak “yerli” bir süreç yaşamakta olduğumuzu düşünüyor ve çözümü arzulayanlara da, rezervlerini muhafaza etmekle birlikte bardağın dolu yanına bakmalarını öneriyorum. 10 yıl önce teslim olan PKK’lıların o gün veremedikleri mesajları bugün medya aracılığıyla kamuoyuna aktarıyor olmaları Türkiye’nin nereden nereye gelmiş olduğunu gösteren çok iyi bir örnektir. Ve gelinen bayağı iyi bir noktadır.

Devamını Oku

10 yıl sonra tarih tekerrür eder mi?

19 Ekim 2009

Bugün Mahmur Kampı’ndan ve Kandil’den içlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu 34 kişi, son anda bir aksilik olmazsa Türkiye’ye geliyor. Medyada çok az yer bulmasına bakarak bunu “önemsiz” ve “sıradan” bir gelişme olarak nitelemek yanlış olur. Zira bu olayın, Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözümü için tarihi bir önem taşıması ihtimal dahilinde. Şöyle ki bugün yaşanacakların ışığında yeni grupların da ülkeye dönüş yapması söz konusu. Daha şimdiden Avrupa’da bir PKK’lı grubun da dönüş hazırlıkları yaptığını biliyoruz. Eğer sözünü ettiğimiz üç grubun dönüşlerinde ciddi sorunlar yaşanmazsa, bunların devamı pekala gelebilir ve PKK’nın silahtan arındırılması mümkün olabilir. Temennilerimizi bir yana bırakıp gerçeklerden hareketle bir analiz yapacak olursak, ilk aşamada on yıl geriye gitmemiz gerekiyor. Öcalan yakalanmasından kısa bir süre sonra hem ülke topraklarındaki PKK militanlarının yurtdışına çıkarılması, hem de bazı “barış grupları”nın teslim olması talimatını vermişti. Örgüt, çok ağır kayıplar vermesine rağmen (çok sayıda militan dönüş yolunda öldürüldü, yaralandı veya yakalandı; barış gruplarının üyeleri kamuoyu karşısına çıkma fırsatı yakalayamadan hemen tutuklandılar ve yıllarca hapis yattılar) her iki emri de yerine getirdi. Fakat PKK tarafından atılan bu iki kritik adıma devlet hiçbir cevap vermeyince Kürt sorunu ve PKK sorununun çözümünde ilerleme sağlanamadı. Devletin 10 yıl önceki en büyük hatası (gafleti de diyebilirsiniz), cılız bazı itiraz ve uyarılara kulak asmayıp Öcalan’ın yakalanmasıyla PKK’nın tükenişe geçeceğini düşünmesiydi. Öcalan’ın içeriden yaptığı çağrıları ve attığı adımları, canını kurtarma kaygısına bağladılar ki bu tespit kısmen doğru olmakla birlikte yaşananları anlamakta hayli yetersizdi.Çıkartılan derslerBugün de benzer bir eğilimin yeniden yeşermekte ve yeşertilmekte olduğunu söyleyebiliriz. Eğer, uluslararası konjonktür başta olmak üzere bir dizi gerekçeyle PKK’nın iyice tıkandığı ve yokoluşunun yakın olduğu şeklindeki değerlendirmeler devlette egemen olursa, yeni ve faturası çok daha ağır olacak bir hüsranın eşiğindeyiz demektir. Zira başına ne gelmiş ve gelecek olursa olsun PKK’nın (veya onun yok olması durumunda yerini alacak yeni bir örgütün) çok güçlü bir toplumsal ve siyasal zemine sahip olduğu inkar edilemez. Kürt açılımı kapsamında ne yapılırsa yapılsın örgütün altından bu zeminin kaydırılması mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla PKK ve onu yönetenlerin razı olmayacağı bir çözüm arayışının nafile olacağı ortadadır.Şahsen umutluyum çünkü 10 yıl önceki hatalardan ciddi dersler çıkarılmışa benziyor. Şu son “barış grupları” gelişmesi de bunun bir kanıtı. Şöyle ki, Öcalan’ın çağrısı (daha doğrusu talimatı) üzerinden çok az bir zaman geçmiş olmasına rağmen Mahmur’dan jet hızıyla bir grubun gelmesi ve Kandil ile Avrupa’da iki ayrı grubun da kuyruğa girmiş olması, üzerinde uzun zamandır çalışılmakta olan bir projeyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Ortada iki seçenek var gözüküyor: 1) Devletin (galiba MİT’in) PKK ile doğrudan ya da dolaylı görüşmelerle bu proje kotarıldı ve Öcalan’a bu ilan ettirildi (çünkü bu tür bir teslim olmayı PKK ve onun tabanına Öcalan’dan başka kimsenin anlatabilmesi mümkün değil); 2) Öcalan bu projeyi çok önceden düşündü ve talimatını verdi, bunu kamuoyuna duyurmak için de hazırlıkların tamamlanmasını bekledi. Bu ikinci seçenekte de devletin doğrudan ya da dolaylı olarak sürece dahil olduğunu, en azından sıcak baktığını düşünebiliriz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün o çok kısa cümlesi de bütün bunların devletin bilgisi ve onayıyla yaşandığını doğruluyor dersek çok mu abartmış oluruz? 10 yıl sonra tarihin tekerrür etmeyeceğini düşünüyorum ve sırf bu nedenle umutluyum.

Devamını Oku

İsrail ile ilişkiler iyiye gidiyor

16 Ekim 2009

Türkiye-İsrail ilişkileri nereye gidiyor?” diye sorulacak olursa cevabım kesinlikle “İsrail’i bilmem ama Türkiye için iyiye gidiyor” olacaktır. Davos’taki “one minute” çıkışını başından itibaren eleştiren az sayıdaki gazeteciden biri olmamdan hareketle beni “tutarsızlık” la suçlayanlar olacağına eminim. Olabilir, ancak bu kişilere, merkez medyada, Filistin seçimlerinin hemen ardından Hamas lideri Halid Meşal’in Ankara’ya davet edilmesini “riskli ama cesur ve doğru bir hamle” olarak savunmuş ender kişilerden biri olduğumu da hatırlatmak isterim.Uzun zamandan beri Türkiye’nin İsrail ve batı dünyasındaki Musevi lobileriyle ilişkilerini gözden geçirip yeniden yapılandırması gerektiğini savunuyorum. Fakat bunu yaparken Yahudi düşmanlığına (anti-semitizm) asla pirim verilmemesi gerektiğine de dikkat çekmeye çalışıyorum. Hamas ziyareti, son tatbikat olayında olduğu İsrail ile askeri ve stratejik ilişkilerin azaltılması gibi “çalışılmış” inisiyatifler, kısa vadede bazı krizlere yol açsa da orta ve uzun vadede daha sağlıklı bir ilişki zemininin oluşturulmasına yardımcı olacaktır. Nitekim ilk gün onca gürültü koparılan Hamas ziyaretinin, Türkiye’nin (ve AKP iktidarının) elini güçlendirmiş olduğunu görüyoruz.Fakat Davos’taki gibi fevri çıkışlar (bazılarının iddia ettiği gibi Erdoğan’ın bunu önceden hazırlamış olduğuna hiç inanmıyorum) ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasından çok rayından çıkmasına ve en kötüsü zaten toplumumuzda var olan anti-semitizmi daha da kışkırtmaya yol açabilir.Bu nedenle, Başbakan Erdoğan’ın, İsrail’in tatbikata sokulmamasını teknik bazı bahanelerle açıklamaya çalışmak yerine “halkımız istemedi” diye doğrudan siyasi bir çıkış yapmasını isabetli buluyorum. Öncelikle şunu vurgulayalım: Böyle bir konu halkoyuna sunulacak olsaydı herhalde ezici çoğunluk İsrail savaş uçaklarının Konya’ya gelmesine karşı çıkardı. Ardından, lafı dolandırmak yerine İsrail ile açık ve net konuşmanın her iki taraf (ve hatta ABD gibi ilgili üçüncü taraflar) için daha hayırlı olduğunun altını çizelim.Peki bundan sonra ne olur? Kuşkusuz hem İsrail’den, hem de Batı’daki Musevi lobilerinden çok sert eleştiriler gelecektir ancak bunların sonuç alıcı olduğunu sanmam. Zira dün Habertürk’te Umur Talu’nun da yazmış olduğu gibi, İsrail ve ABD’deki bazı güç odakları Türkiye’de de işbirlikçileri bularak AKP hükümetini devirebilmek için epey çaba sarf etmişler ancak emellerine nail olamamışlardı. Bundan sonra olabilmeleri daha da imkansızdır.*****Açılım yerine soruşturma açıldıMilliyet’ten Tolga Şardan’ın haberine göre, Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı, 1 Ağustos’ta Ankara’da Polis Akademisi’nde düzenlenen, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile benim de aralarında bulunduğum 15 gazetecinin katıldığı “Türkiye Modeline Doğru” başlıklı çalıştay hakkında soruşturma başlatmış. Habere göre savcılık soruşturmayı “anayasa ihlali” iddiasıyla yürütüyormuş. Hükümetin, daha sonra adını iki kez değiştirdiği “Kürt açılımı” nın startını bu çalıştayla vermiş olması; çalıştayın düzenlendiği yer; katılımcılar vs. muhakkak tartışılır, tartışıldı da. Fakat ülkenin en önemli sorununun çözümüne katkıda bulunmak için yapıldığı aşikâr olan bu toplantıyla anayasanın ihlal edildiğini ileri sürmek şahsen bana çok abartılı ve haksızca geldi. Fakat MHP Lideri Bahçeli’nin hemen biz katılımcıları “kötü adam” ilan ettiği; kamuoyunun bir bölümünün ve bu arada çok sayıda meslektaşımızın da bu damgalamayı çok beğendiği düşünülürse bu tür girişimleri normal karşılamaktan başka bir şey gelmiyor elden. Soruşturma sonucu bir dava açılacağını sanmıyorum ancak açılsa da bunun yargılanacak olanları yaralayacağını hiç düşünmüyorum.

Devamını Oku

Erdoğan-Baykal görüşmesini beklerken

13 Ekim 2009

Ankara kulislerinde şu iki soru peş peşe soruluyor: 1) Başbakan Erdoğan ile CHP Lideri Baykal buluşur mu? 2) Buluşurlarsa bundan bir şey çıkar mı?Birinci sorunun cevabının “evet” olacağı anlaşılıyor. Zira Erdoğan, dün partisinin TBMM Grup toplantısında yaptığı konuşmada Baykal’ın cevabi mektubuna olabildiğince pozitif anlamlar yükledi; görüşmenin kayda alınması önerisi gibi pürüz çıkartacağı kesin ayrıntıları teğet geçip randevu vermiş olduğu için CHP liderine teşekkür etti. Kısacası, Erdoğan’ın öncelikli hedefinin bu görüşmeyi, şu ya da bu şekilde gerçekleştirmek olduğu anlaşılıyor. Baykal da, her ne kadar Erdoğan’ı ve hükümeti eleştirip sıkıştırmaya devam etse de buluşmayı oldurmayacak söz ve davranışlardan uzak durmaya özen gösteriyor.Peki bu buluşmadan ne sonuç çıkabilir? Gerek AKP, gerek CHP saflarında ve üçüncü şahıslarda kötümser tahminlerin ağır bastığı ortada. AKP’liler, Baykal’ın esas amacının üzüm yemek değil bağcı dövmek olmasından kaygılanıyor; CHP’lilerse hükümetin bir oldubittiyle kendilerini Kürt açılımı sürecine dahil etmesinden.Her iki kaygının da haklı nedenleri muhakkak var, fakat her iki kanat da söz konusu süreçte mutlak bir şekilde birlikte hareket etmeseler bile kısmi işbirliğine gitmek zorundalar. Çünkü AKP’nin tek başına DTP ile -ki onun da bir aşamadan sonra destekten çok köstek olduğu ortada- açılımda başarılı olabilmesi çok zor, CHP üzerinden kentli orta sınıfları da bir ölçüde yanına alıp MHP’yi iyice yalnızlaştırmaya çalışmaktan başka çaresi gözükmüyor.Ne içinde ne dışındaYıllardır Kürt sorununun çözümü konusunda siyasi partiler arasında en özgürlükçü ve iddialı politikaları seslendirmiş olan CHP ise, bu soruna bakışta MHP ile yarışıyor görüntüsünden bir an önce sıyrılmak zorunda çünkü tabanının bir bölümü bu sırada katı bir Türk nilliyetçiliğine doğru evrilirken, hatırı sayılır bir bölümünü kendisinden uzaklaştırabilir. Sonuçta bu görüşmeden kısa vadede pek bir sonuç çıkmasının zor solduğunu düşünmekle birlikte, orta ve uzun vadede iktidar ve ana muhalefet partilerinin Kürt sorununun çözümü konusunda bazı ortak adımları atabileceği kanısındayım. Kuşkusuz CHP bu süreçte AKP’nin partneri gibi bir görüntü vermek istemeyecektir, fakat Erdoğan’ın, Baykal’ın çizmiş olduğu kırmızı çizgileri pek zorlamaması durumunda -ki bu ihtimali hiç yabana atmayalım- CHP’nin hükümetin getireceği bazı önerileri kesinlikle reddedeceğini iddia etmek insafsızlık olur. Özetle, CHP’nin bu sürecin ne tam içinde ne tam dışında olmayacağını söyleyebiliriz.MHP faktörüBu noktada MHP faktörünü de sorgulamak şart. Dün MHP Lideri Bahçeli, kestirmeden Baykal’ı AKP ile suç ortağı olarak ilan etti. Acaba Bahçeli CHP’yi AKP saflarına iterek açılıma karşı çıkmanın -eğer varsa- siyasi rantını tek başına devşirmek mi istiyor? Yoksa CHP’yi daha yolun başında bu kadar sert eleştirerek ana muhalefetin iktidarla birlikte hareket etme ihtimalini baştan bozmayı mı hesaplıyor? Gerçekten zor bir soru. Her iki ihtimal de gçerli olabilir, fakat hangisi olursa olsun, MHP’nin ve liderinin bu açılım sürecinden “mutlak olarak kârlı” çıkacakları yolundaki değerlendirmeleri abartılı bulduğumu söylemeliyim. Eğer, hele PKK’nın silah bırakması sağlanırsa bütün bunlar MHP’nin kayıp hanesine yazılacaktır.Görüldüğü kadarıyla Kürt açılımının sahici startı haftaya verilecek. Hareketli, bol sürprizli ve gerilimli günlere hazır olalım.

Devamını Oku

AKP yeni yönetiminin kodları

6 Ekim 2009

AKP’nin 3. Olağan Kongresi’nden geriye Erdoğan’ın iki saati aşkın konuşması ve orada çizdiği “Türkiye mozaiği” kaldı. Halbuki, adı üstünde, kongrede iktidar partisinin yeni yönetimi şekillendi; daha doğru bir deyişle, AKP delegeleri, liderlerinin saptadığı yeni yönetime onay verdiler.Kimileri, AKP’nin ne zamandır bir “Tayyip Erdoğan partisi” hüviyetine bürünmüş olmasından hareketle, MKYK’daki 17 ismin değişmiş olmasını önemsiz, üzerinde durmaya değmez buluyor. Yanılıyorlar. AKP’nin yeni yönetimini ciddiye almak lazım. AKP’nin “Erdoğan partisi” olması, bu partinin sadece Erdoğan’dan ibaret olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Örneğin son yerel seçimlerde Erdoğan yükün büyük çoğunluğunu üstlendi ancak genel merkezin kendisine ayak uyduramaması, aday seçimlerindeki hatalar gibi bir dizi nedenle iktidar partisi ciddi bir yenilgi yaşadı.Şimdi AKP’nin önünde iki ciddi sınav var: Önce genel seçimler, ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri. Üstelik Erdoğan’ın adı şimdiden Çankaya adaylığı için geçiyor. Erdoğan’ın partiyi ne kadar boş bırakmak istemese de esas ağırlığı hükümet çalışmalarına ayıracağı düşünlürse yeni parti yönetiminin, en azından omun için hayati bir önem taşıdığını anlayabiliriz. Buna bir de Kürt açılımı sürecinin taşıdığı riskleri eklemek gerek. Şöyle ki, AKP için açılımdan geri dönüşün söz konusu olmadığı, olmayacağı görülüyor, fakat Erdoğan’ın konuyu ısrarla sahiplenmesine, sürekli gündemde tutmasına rağmen parti tabanının kafasının karışık olduğu, özellikle Anadolu’da MHP’nin karşı propagandalarından etkilenebildiği anlaşılıyor. Dolayısıyla Erdoğan, Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmamak için tabanına meramını çok iyi anlatabilmek zorunda ve bu nedenle güçlü bir teşkilat ile etkili bir merkezi yönetime ihtiyacı var.Gidenler ve gelenlerPeki delegelerin Cumartesi günü onayladığı liste bu sorumluluğun altından kalkabilir mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için MKYK’nın kendi arasında toplanıp daha üst bir organ olan Merkez Yürütme Kurulu’nu seçmesini beklemek daha isabetli olabilir. Yine de isimlere ve kulislere bakarak bazı değerlendirmeler yapabiliriz. Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor: Erdoğan yerel seçim şokundan bir an önce sıyrılabilmek için en güvendiği isimleri, örneğin Bülent Arınç, Ahmet Davutoğlu, Nihat Ergün, Sadullah Ergin ve Ömer Dinçer’i kabineye aldı. Her ne kadar bunlardan Arınç ve Davutoğlu MKYK’ya girmiş olsalar da esas olarak bakanlık faaliyetleriyle uğraşacaklar.Erdoğan’ın kabinede yeniden görev vermediği eski bakanlardan sadece Hüseyin Çelik ile Kürşad Tüzmen’i MKYK’ya almış olması dikkat çekicidir. Yine eski bakanlardan Said Yazıcıoğlu’nun MKYK üyeliğini koruması, ancak Nazım Ekren’in liste dışı kalması da anlamlıdır.Anlaşıldığı kadarıyla yeni dönemde parti içinde Hüseyin Çelik epey öne çıkacak. AKP’ye Doğru Yol Partisi’ni bırakıp kurucu olan Çelik, hem siyasi deneyimi, hem enteleküel birikimiyle “ikinci adam” sorumluluğunu üstlenmekte zorlanmayacaktır. Hele AKP’nin en önemli gündem maddesinin “Kürt açılımı” olduğu düşünülürse, Kürt kökenli Çelik’in rolünün daha da artması beklenebilir. Bununla birlikte Çelik’in, kişisel inisiyatif alma arzu ve becerisi nedeniyle Erdoğan’la zaman zaman ters düşme ihtimalini de akılda tutmak gerek. Örneğin Erdoğan’ın parti grubuna dayatmak istediği 1 Mart 2003 tezkeresine açıkça karşı çıkan birkaç bakandan biri Çelik’ti.Gül’e yakın isimlerErdoğan’ın teşkilatı MKYK’ya yeni giren İstanbul Milletvekili Mehmet Müezzinoğlu’na bırakacağı söyleniyor. Fazilet Partisi’nde yenilikçilerin İstanbul İl Başkanı adayı ve AKP’nin İstanbul İl Başkanı olduğu düşünülürse Erdoğan’ın Müezzinoğlu’na neden çok güvendiği anlaşılabilir. Yeni isimlerden Ankara Milletvekili Salih Kapusuz ile Çankırı Milletvekili Suat Kınıklıoğlu’nun da yönetimde etkili olmaları bekleniyor. Bu iki isimle Hüseyin Çelik’i birleştiren noktaysa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yakın olduklarının bilinmesi. Bu arada MKYK’nın yeni üyelerinden Arınç ve Davutoğlu’nun da Erdoğan ve Gül’e “eşit mesafede” bulundukları da akılda tutmak şart. Kısacası son AKP MKYK’sının Gül’ü rahatsız etme ihtimalinin sıfıra yakın olduğunu düşünebiliriz.Son olarak bir soru: “Siyaset üstü” görünmeye azami özen göstermesine ve yoğun temasları nedeniyle parti işlerine ayıracak belki de hiç vakti olmamasına rağmen Davutoğlu neden MKYK’ya alındı? Bu sorunun cevabını ilerde, Cumhurbaşkanlığı seçimleri atmosferine girdiğimizde belki alabiliriz.

Devamını Oku

DTP şaşırtmamaya devam ediyor

4 Ekim 2009

Normal şartlarda DTP’nin olağanüstü kongresinden pek bir şey beklememek gerekiyordu. Çünkü bu kongrenin asıl amacaı KCK operasyonlarıyla tutuklanan parti üst düzey yöneticilerinin yerlerini doldurmaktı. Bununla birlikte, kongre vesilesiyle DTP’nin strateji ve taktiklerini gözden geçirmesi, özellikle iyice devre dışı kalmakta olduğu “Kürt açılımı” sürecine yeniden aktif bir şekilde dahil olmasına imkan sağlayacak politikalar geliştirmesi ihtimal dahilindeydi.Aslına bakılırsa, örneğin bundan bir hafta öncesine kadar DTP’nin “yeni” politikalar geliştirme ihtimali sıfıra yakındı. Zira AKP hükümetinin, muhalefet ve TSK’nın baskılarıyla geri adım atmakta olduğu inanışı DTP saflarında o kadar egemen olmuştu ki, açılımın açılmadan kapandığını düşünenler çoğunluğa geçmek üzereydi. Fakat önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM açılışında, dün de Başbakan Erdoğan’ın AKP Kongresi’nde yaptıkları, açılımın somut adımlarına değinmemekle birlikte kapsamlı ve içerikli oldukları kesin olan konuşmalar nedeniyle DTP’de kafalar yeniden karıştı.Şahsen DTP yöneticilerinin, devletin tepesindeki bu iki ismin açılımdaki ısrarından memnun olduklarını ve onların uzatmış olduğu eli geri çevirmeyeceklerini düşünmüştüm. Dünkü kongrede yanıldığımı gördüm. Fakat yanılmayanlar da vardı. Örneğin Kürt siyasi hareketini en yakından takip eden gazetecilerden olan Hakan Tahmaz dün, Birgün Gazetesi’nde kongreden yeni bir şey beklemenin doğru olmayacağını yazmıştı, haklı çıktı. Kongre sonrasındaki sohbetimizde Tahmaz, Ahmet Türk’ün konuşmasının günün şartlarıyla pek bir ilgisi olmadığını, mesela DTP Lideri’nin aynı konuşmayı bir yıl önce partisinin TBMM Grubu’nda da yapabileceğini söyledi ki kendisine katılıyorum.Dilde yumuşamaYine de Türk’ün, 1 Eylül’de Diyarbakır’daki Barış Mitingi’ne kıyasla daha yumuşak ve uzlaşmacı bir konuşma yaptığını söyleyebiliriz. Ne var ki onun daha ılımlı bir noktaya gelmiş olması DTP’nin açılım sürecine katkı sunması için yeterli bulunamaz, çünkü geleceğe yönelik herhangi bir yeni, uygulanabilir proje veya öneri dile getirmedi. Galiba getirebilmesi de mümkün değildi. Çünkü Türk, son dönemde yaptığı tüm konuşmalarda, her ne kadar DTP’nin dışlanmasının yanlış olacağını vurgulasa da, partisini yapıcı çözüm önerilerinin üretildiği bir yer olarak tasvir etmiyor ve esas adres olarak ısrarla Öcalan ve PKK’yı gösteriyor. Defalarca söylediğimiz gibi onun (ve diğer DTP’lilerin) bu tutumları, Öcalan ve PKK’nın da sık sık muhatap olarak DTP’yi işaret ettikleri düşünülürse hayli çelişkili.Ahmet Türk’ün, salonu dolduranların neden sadece “Sayın Öcalan” dediği ve PKK’nın adını geçirdiği bölümlerde coştuğunu, konuşmasının geri kalan kısımlarını neden sessiz bir şekilde dinlediklerini kendisine sorması isabetli olur.Kısır döngüSon olarak DTP kongrelerinde “olmazsa olmaz” olan olaylara değinelim. O gençlerin eylemlerini DTP Eşbaşkanı Emine Ayna konuşmasını yaparken gerçekleştirmiş olmaları çok manidar. Ayna’yı protesto ettiklerini iddia edecek değilim. Biliyoruz ki Ayna, parti içindeki en şahin isimlerden biri. Fakat sahneye çıkıp Öcalan posteri açanların ondan daha radikal oldukları da kesin. Sonuçta ortada bir “tavuk-yumurta ilişkisi” var. Tabandaki radikal eğilimler parti içindeki bazı isimleri daha sert söylemlere sevk ediyor; giderek sertleşen bu söylemlerse tabanı daha da radikalleştiriyor. DTP yöneticilerinin, kendilerini daha fazla işlevsizleştiren bu kısır döngüyü kırabileceklerine, hatta kırmak istediklerine dair pek işaret göremiyoruz.Sonuç olarak, başa dönecek olursak, DTP, Kürt açılımının start verildiği günden bu yana defalarca yaptığı gibi çok uygun bir fırsatı yine tepmiş oldu. Halbuki Türk veya Ayna, Erdoğan’ın önceki günkü konuşmasına yakın etkide konuşma yapmış olsalardı birçok şey değişebilirdi. Evet, DTP şaşırtmamaya devam ediyor.

Devamını Oku

“Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” ve “tek aday, tek liste”

4 Ekim 2009

AKP’nin siyasi çizgisi, lideri Recep Tayyip Erdoğan tarafından sıklıkla “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” olarak özetlenir. Dünkü AKP Kongresi’nde, bunlara “tek aday” ve “tek liste”yi de eklemek gerektiği ortaya çıktı. Aslında bu yeni bir olgu değil. AKP’liler, parti içi demokrasi konusunda, yollarını ayırdıklarını ilan etmiş oldukları Milli Görüş hareketinin geleneğini koruyorlar. Erdoğan, tıpkı eski lideri Necmettin Erbakan gibi hem tek aday olarak ortaya çıkıyor ve hem de delegelere kendi hazırlamış olduğu listeyi oylatıyor.Yani dünkü kongrede heyecan hiç ama hiç yoktu, fakat Erdoğan’ın MKYK’dan kimleri çıkarıp yerlerine kimleri alacağına yönelik belli bir merak vardı. Sonuçta 50 kişiden 17’sini değiştirmiş olması AKP yönetiminin bu kongrede epey yenilendiğini gösteriyor. Aslında esas beklenmesi gereken, bu 50 kişi içinden yapılacak Merkez Yürütme Kurulu (MYK) seçimi olacak. Şöyle ki Erdoğan şimdiki MYK üyelerinin hepsini yine listesine aldı, fakat bunların tekrar daha üst görevlere getirileceklerinin garantisi yok. Özellikle yerel seçimlerdeki başarısızlığın faturasının bazı genel başkan yardımcılarına çıkarılması şaşırtıcı olmayacak.Yeni isimlerKulislerde konuşulanlara bakılacak olursa, siyasi işlerden sorumlu yardımcılığa, daha önce bu görevi üstlenmiş olan Dengir Fırat ve Abdülkadir Aksu gibi Güneydoğu kökenli bir isim olan eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in getirileceği söyleniyor. Öte yandan Erdoğan’ın teşkilatı, eski İstanbul İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu’na teslim etmesi bekleniyor. Dış ilişkileriyse Suat Kınıklıoğlu’nun yürütecek olması kuvvetle muhtemel.Diğer ilginç birkaç isme değinmek gerekirse öncelikle Bülent Arınç’a değinmek gerek. TBMM Başkanı olunca parti yönetiminden ayrılmak zorunda kalan Arınç böylece geri dönmüş oldu, fakat başbakan yardımcısı olduğu için daha üst düzey bir pozisyon almayacak.Benzer bir durum Ahmet Davutoğlu için de geçerli. Davutoğlu Başbakan Başdanışmanlığı döneminde kendisin hep “siyaset dışı” bir figür olarak gösterdi ki haksız da sayılmazdı. Bakan olunca siyasi sorumluluk da üstlenmeye başlayan Davutoğlu, AKP MKYK’sına girerek iyice siyasi bir kimlik edinmiş oldu.Yeni MKYK’nın dikkat çeken bir başka üniversite kökenli ismi sosyolog Doç. Mazhar Bağlı. Dicle Üniversitesi’nde görev yapan Doç. Bağlı özellikle son dönemde Kürt sorunu üzerine kaleme aldığı yazılar ve katıldığı televizyon programlarıyla dikkati çekiyordu. Onun yönetime girmiş olması, Kürt açılımının iktidar partisinin en öncelikli meselesi olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu.Cesur bir konuşmaZaten seçim heyecanı olmayan kongreye damgasını vuran Erdoğan’ın konuşmasının en ağırlıklı bölümleri de Kürt açılımına ayrılmıştı. Başbakan’ın kongrede, açılımın somut adımları üzerine konuşmasını bekleyenler doğal olarak hayal kırıklığına uğradılar. Ben onlardan değildim. Zira AKP’nin açılımı Ekim’in ikinci yarısında, Erdoğan’ın çok sayıda bakanla gerçekleştireceği Irak ziyaretinin ardından Meclis’e getireceğini biliyordum. Peki konuşma nasıldı? AKP Lideri değişik vesilelerle, “demokratik açılım” ve “Milli Birlik Projesi” adını verdiği süreç hakkında konuşmuş olduğu için dünkü konuşmasındaki birçok değerlendirme ve örnekleri daha önce kendisinden duymuştuk. Yine de ortaya kapsamlı ve hayli cesur bir konuşma çıktı. Herşeyden önce onca eleştiri, itiraz, baskı ve tehdide rağmen iktidar partisi ve Erdoğan’ın bu yoldan dönmeyeceği iyice netleşti. Erdoğan’ın kongre vesilesiyle partisini açılımın sorumluluğuna ortak etmeyi hesaplamış olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim delege ve izleyicilerin tepkilerinden, AKP teşkilatının da açılımı iyice benimsemiş olduğunu gördük.Tahrik uyarısıErdoğan’ın konuşmasının, Cumhurbaşkanı Gül’ün TBMM açılış konuşmasıyla epey paralellik taşıdığını söyleyebiliriz. Fakat aradaki en büyük fark, AKP Liderinin daha açık ve doğrudan konuşmasıydı. Bana göre konuşmanın en ilginç yönlerinden biri, Erdoğan’ın Bursaspor-Diyarbakırspor maçında yaşanan olayları örgütlü bir provokasyon olarak nitelemesi ve dinleyicilere “kışkırtmalara, tahriklere, galeyana prim vermeyin, fitne ve fesadı aranızda barındırmayın” diye uyarmasıydı.Erdoğan dün “zorlu bir süreçteyiz, zor bir dönemeçteyiz, sabır isteyen, soğukkanlılık isteyen, suhulet isteyen bir değişim sürecindeyiz” diye konuştu. Gerçekten de önümüzdeki haftadan itibaren AKP’yi, hükümeti ve dolayısıyla Türkiye’yi çok çetin günler bekliyor.

Devamını Oku