Cumhurbaşkanı Gül’ün, uzun süredir hazırlandığı TBMM açılış konuşmasının ana eksenine, startını kendisinin vermiş olduğu “Kürt açılımı”nı koyacağı düşünlüyordu, öyle oldu. MHP Lideri Bahçeli, Gül’ün konuşmasında hiç “Türk” sözcüğünü kullanmadığından yakınmış; doğru, fakat Gül aynı konuşmada “Kürt” de demedi, “açılım” kavramını da telaffuz etmedi. Fakat çoğulculuk, demokrasi, farklılıklar içinde bir arada yaşama konusunda çok kapsamlı değerlendirmelerde bulundu ve bu bakımdan “Kürt açılımı”nın ana hatlarını epey net ve kesin bir şekilde çizdi.Çizdi çizmesine ancak bu konuşmanın, açılımın önündeki en büyük engel olan “toplumsal” ve oradan hareketle de “siyasal” mutabakatı temin etme konusunda çok fazla etkili olduğunu ve olacağını söyleyemeyiz. Şöyle ki muhalefet, yani CHP ile MHP açılıma daha baştan çok sert ve uzlaşmaz bir şekilde karşı çıktı ve hükümetin bocaladığını gördükçe eleştirilerinin dozunu artırdı. Bu nedenle Meclis’te açılıma destek veren tek muhalefet partisi olarak DTP kaldı ki o da somut adımların gelmemesine öfkelenerek hükümetle arasına belirgin bir mesafe koydu.Hükümetin muhalefete ulaşmasının zor, hatta neredeyse imkansız göründüğü bir atmosferde, doğal olarak “partilerüstü” konumu nedeniyle Cumhurbaşkanı’na önemli bir rol düşmesi beklenir. Ne var ki Gül, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın basın toplantısıyla resmen başlatılan açılım sürecindeki tartışmaları uzaktan izledi ve iktidar ve muhalefet arasındaki giderek artan mesafeyi giderme yolunda somut bir girişmde bulunmadı. Bulunduysa bile bunlar kamuoyuna yansımadı.Dolayısıyla Gül’ü bir şekilde yeniden tartışmalara dahil edecek olan dünkü konuşmaya belli bir önem atfedildi, atfettik. Ne var ki bu konuşmanın, başta da vurguladığımız gibi, sürecin içine girdiği düşünülen tıkanıklığı aşmada pek bir katkısı olduğu söylenemez. Nitekim muhalefet partileri, konuşmanın ardından, düne kadar dile getirdikleri eleştirileri tekrarlamakla yetindiler. Ekranlarda CHP ve MHP temsilcilerinin, açılımı engelleme misyonlarından asla tereddüt etmedikleri, hatta kendilerinden daha emin oldukları görülüyordu.Tek başına yola devamGül’ün konuşmasında altı çizilecek çok bölüm var, fakat bir yerden sonra bunların pek bir anlamı kalmıyor. Bana kalırsa Gül’ün konuşmasının sırrı, “toplumsal uzlaşma”dan bahsettiği bölümlerde saklıydı. Gül önce, farklı ve karşıt düşüncelerin bulunduğu ortamlarda, karar alma mekanizmasının belli düzeyde uzlaşmayı gerektirdiğinin açık olduğunu vurguladı ve demokratik rejimlerin doğasının, bunu gerektirdiğini söyledi. Ancak sözlerini “uzlaşma, bütün fikirlerin ortalamasını almak değildir” diye sürdürdü. Onun “Öyle olsaydı seçim yapmanın, belli aralıklarla milletin iradesine müracaat etmenin, hükümetlerin kurulması sisteminin, devleti yönetmenin hükümet sorumluluğunda olmasının anlamı kalmazdı. Uzlaşmak, var olan fikirlerin ortalamasını almak anlamına gelseydi, demokratik rejimin sağlıklı işlemesi açısından muhalefetin vazgeçilmezliğinin ve yüklendiği denetleme işlevinin de önemi olmazdı” sözlerinden, Kürt açılımının CHP ve MHP, hatta DTP de katılmasa bile sürdürüleceği, en azından sürdürülmek isteneceği sonucunu çıkarabiliriz.Kuşkusuz muhalefetin, özellikle de CHP’nin, açılımın bazı somut adımlarına destek vermeleri için uğraşılacaktır fakat açılımı yürütenlerin bunda pek de umutlu oldukları söylenemez. Tabii bu durumda açılım “ölü” olmasa bile “sakat” doğacak demektir. Öyle ya, hiçbir anayasa değişikliği yapmadan Kürt sorununun çözülebileceğini düşünmek saflıktan da öte bir durum olur.
Ortada henüz somut bir adım olmamasına rağmen Kürt açılımı üzerine yorum ve tartışmalar hızından pek bir şey kaybetmişe benzemiyor. Hükümet cephesinde, açılımla ilgili hazırlıkları bizzat yürüten İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın geri planda kaldığını, buna karşılık Başbakan Erdoğan’ın her vesileyle açılım konusunda kararlı olduklarını vurguladığını görüyoruz. “Tarihi fırsat”tan söz edip bir nevi açılımın startını vermiş olan Cumhurbaşkanı Gül ise, bir süredir koruduğu suskunluğu bugün TBMM açılış konuşmasında bozacağa benziyor.Muhalefet ise açılım konusunu sürekli gündemde tutma stratejisinden vazgeçmiyor. Hem CHP Lideri Baykal, hem MHP Lideri Bahçeli, farklı açılardan da olsa hükümetin üstüne üstüne gidiyor ve açılımın ölü doğması için yoğun bir çaba gösteriyorlar. Açılım konusunda AKP’nin yegane destekçisi gözüken DTP de, hem başına gelen adli soruşturmalar, hem hükümetin adımlarını geciktirmesi nedeniyle eski heyecanını kaybetmiş durumda; hatta son dönemde yaptıkları açıklamalara bakacak olursak DTP’lilerin iyice ümidi kestiklerini düşünebiliriz.Umutsuz yorumlarSiyasileri bir kenara bırakıp medyaya bakacak olursak, ilk başlardaki heyecandan eser kalmadığını görüyoruz. Hükümet yanlısı medya kuruluşları zaten başından beri açılım konusunda ürkek ve pasifti, zamanla sadece Erdoğan’ın konuşmalarını yayınlayıp bu konuyu iyice boşladılar. Başından beri açılıma karşı çıkanlarsa, onca zamanda hiçbir somut gelişme yaşanmamasını; bir ölçüde buna bağlı olarak DTP tabanının açılıma mesafeli yaklaşmaya başlamasını öne çıkarıp “dağ fare doğurdu” sonucuna varıyorlar. Açılıma inanan ve ona destek vermeye çalışan medya mensuplarında da belirgin bir hayalkırıklığı gözleniyor. Örneğin Derya Sazak, TRT’deki programlarında konuk olan Bakan Atalay’ın söylediklerinden hareketle “açılım başka bahara kaldı” diye yazarken, Oral Çalışlar, Diyarbakır’da umutların iyice tükenmekte olduğunu aktarıyor.Gerçekten açılım bir başka bahara veya Mehmet Tezkan’ın sözleriyle “seçim sonrası”na mı kaldı? Sanmıyorum. Hükümetin bu derece kendini bağlamış olduğu açılımdan şu ya da bu şekilde cayması, onu bilerek geciktirmesi veya içini daha doldurmadan boşaltması -Türkiye’ye getireceği kötülükleri bir yana bırakalım- kendisi için bir tür intihar olur. Diğer bir deyişle eğer AKP açılımı seçim sonrasına bırakırsa o seçimden hiç de parlak bir sonuç elde edemez.İki kritik noktaBugün Meclis’in açılmasıyla birlikte iktidar partisinin, “kısa vadeli” adımlardan başlayarak açılımı hayata geçirmeye başlayacağını düşünüyorum. Bu noktada iki kilit konu karşımıza çıkıyor: 1) PKK’nın silahsızlandırılması; 2) Kürtçenin kamusal alanda kullanımı. Birinci hususta, devlet dört koldan hummalı ve tamamen örtülü bir faaliyet yürütüyor. Her ne kadar bazıları tarafından PKK’nın açılıma savaş açtığı yolunda yorumlar yapılsa da, örgütün kendi rızasıyla silah bırakma noktasına gelmesi hiç de imkansız değil. Tabii bunun formülünü bulmak ve hayata geçirmek de pek kolay olmayacak.Kürtçe konusundaysa, hem Kürtleri “bu muydu?” diye hayal kırıklığına uğratmayacak, hem de “iki dilli bir ülke” imajı yaratıp toplumun geri kalan kısmının “yoksa bölünüyor muyuz?” diye endişelendirmeyecek bir formül aranıyor. Her iki konuda da çözüm bulundu mu, bulunur mu, bilmiyor ama arayış ve çabaların esas olarak bu iki noktada yoğunlaştığını söyleyebilirim. Sonuçta ortaya atılacak hiçbir formülün “sihirli” olması, yani ülkenin tüm kesimlerini eşit ölçüde mutlu etmesi bekelenemez, fakat herkesin tartışılabilir bulacağı formüller geliştirilebilirse Türkiye açılım konusunda ilerleyebilir.Bu bakımdan Cumhurbaşkanı Gül’ün bugün yapacağı konuşmada vereceği mesajlar çok önem taşıyor.
Bir zamanlar, siyasi partilerin kongreleri, hele iktidar ya da ana muhalefet partileriyse, epey ilgi uyandırır, medya da günler öncesinden, kulis bilgileri ve analizlerle neler olabileceği, kimlerin seçilebileceği ve bunların sonuçları üzerine yoğunlaşırdı. Fakat bir süredir, birkaç istisna dışında, kongrelerin kamuoyunda yaprak kımıldatmadığını söyleyebiliriz. Bunun en büyük nedeni, hiç kuşkusuz büyük partilerde genel başkanların dediklerinin olması, karşılarına etkili rakipler çıkmaması ve yönetim organlarının seçiminde “çarşaf liste” uygulamasından vazgeçilmesidir.İşte bu hafta sonu Ankara’da Cumartesi günü AKP, Pazar günüyse DTP kongrelerini yapıyor ancak kenarda köşede kalmış birkaç haber ve yorum dışında bu kongreler hakkında pek bir şey konuşulmuyor. İlk bakışta bu normal karşılanabilir, çünkü AKP’de herhangi bir yarış söz konusu değil. Erdoğan’ın rakibi olmadığı gibi parti yönetimine gelecek kişileri tek başına onun saptadığı biliniyor. DTP’de de kongre, birçok üst düzey yönetici KCK operasyonları nedeniyle tutuklanmış olduğu için “olağanüstü” gerçekleştiriliyor. Ahmet Türk ve Emine Ayna’nın eşbaşkanlıklarının sürmesi kesin gibi, yönetime yeni gireceklerin kimler olacağı da pek heyecan yaratacağa benzemiyor.DTP’nin geleceğiYine de her iki kongre, Kürt açılımının tam ortasına düştükleri için belli bir ilgiyi hak ediyorlar. Öncelikle DTP’ye bakacak olursak; bu parti başlangıçta iktidara açılımda çok geniş bir destek veriyordu, fakat muhalefet ile TSK’nın itiraz ve tepkileri üzerine AKP’nin geri adım attığı, hatta açılımdan vazgeçtiği düşüncesi DTP taban ve tavanında giderek yaygınlaştı. Buna paralel olarak polisin KCK operasyonlarında esas olarak partilerini hedef alması ve son “mahkemeye polis zoruyla götürülme” kararı gibi gelişmeler DTP’lilerin umudunu iyice kırmışa benziyor. Bu nedenle Pazar günü DTP Kongresi’nde gerek yöneticilerin, gerekse sıradan partililerin verecği mesajları ciddiye almak şart. Eğer DTP, yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen açılım sürecini desteklemeye devam ederse -ki bunun çok zor ama imkansız olmadığını vurgulayalım- hükümet bir nebze rahatlayacaktır. Fakat beklenen olur ve DTP kongresinden sert çıkışlar gelirse Kürt açılımı iyice sahipsiz kalacaktır.AKP’nin ihtiyacıAKP Kongresi’ne de öncelikle Kürt açılımı açısından bakmak isbetli olur. Başbakan Erdoğan ilk kez tüm ülke çapından gelen delegelere “Milli Birlik Projesi” adını verir olduğu bu açılımı geniş bir şekilde anlatacak. Dolayısıyla onun kongrede yapacağı konuşma, açılımın geleceği hakkında epey ipucu verecektir. Hatta AKP liderinin, açılımda merakla beklenen birkaç somut adımı kongre sırasında açıklaması da şaşırtıcı olmaz.AKP Kongresi, iktidar partisinin yeni yönetiminin nasıl şekilleneceği, daha doğru deyimle, Erdoğan tarafından nasıl şekillendirileceğini göstermesi bakımından anlamlı olacak. İktidar partisinin belli bir “yorgunluk” ve “aşınma” içinde olduğunu son yerel seçimlerde açık bir şekilde gördük. Bu seçim yenilgisinin etkilerini bir an önce silmek isteyen Erdoğan hemen kapsamlı bir kabine revizyonuna gitti ve birçok parlak ismi bakan olarak görevlendirdi. Şimdi sırada parti var. Erdoğan’ın yönetimde de çok geniş ölçekte bir revizyona gitmesi şaşırtıcı olmayacak fakat bunu kimlerle yapacağı belirsiz. Hüseyin Çelik, Hilmi Güler gibi kabine dışı kalan kadroların, hatta eski TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın isimleri geçiyor. Bunlar kuşkusuz etkili kişiler ancak iktidar partisinin ihtiyacı olan silkinme ve yendiden atağa geçmeyi gerçekleştirebilmesi için vitrinle birlikte vizyonunu da büyük ölçüde yenilemesi gerekiyor. Kürt açılımı bu imkanı sağlayabilirdi fakat bugüne kadarki gelişmeler AKP’nin bu fırsatı da kaçırmak üzere olduğu izlenimini yaratıyor.
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, bayramda Mardin’e düzenlediği geziyle neyi amaçladı, bilmiyorum, fakat bunun baştan sona başarılı bir organizasyon olduğu kanısındayım. Öncelikle şunu vurgulamalıyız: Org. Başbuğ’un bu gezi sırasında yaptıkları ve söylediklerinin, ordunun “gündelik siyasete karışması” olarak değerlendirilmesi ve buna bağlı olarak eleştirilmesinden doğal bir şey olamaz. Nitekim son olayda bu türden itirazlara şaşırtıcı bir şekilde CHP’nin de katılmış olduğunu gördük. Mardin gezisi bize şunu bir kez daha gösterdi: AB reformları, Ergenekon soruşturması, askeri yargının etki ve yetkilerinin kısıtlanması gibi bir dizi gelişmeyle Türkiye’nin her geçen gün daha fazla “sivilleştiği” gerçek olmakla birlikte asker siyasetin tamamen dışına çıkmış değil ve bunun için daha fazla zaman ve emeğe ihtiyaç olacak. Kuşkusuz Org. Başbuğ’un siyasi çıkışları, örneğin selefi Org. Yaşar Büyükanıt’ınkilerle kıyaslanamaz. Bu noktada kendisinin Org. Büyükanıt’ın 27 Nisan bildirisi gibi vahim hatalarından ciddi dersler çıkarmış olduğunu da düşünebiliriz. Her ne kadar kendisi böyle adlandırmasa da, Kürt sorununun hak ettiği gibi ülkenin ana gündem maddesi haline gelmesinin Org. Başbuğ’un belki de en büyük avantajı olduğunu söyleyebiliriz. Zira Org. Başbuğ’un yıllardır, bu sorunun “terörle mücadele” dışındaki boyutları üzerine de kafa yormakta olduğunu ve sonuçta bugün devlette bu konuya “en hakim” kişilerden biri haline geldiğini biliyoruz. Org. Başbuğ’un, bu sorununun sadece silahla çözülemeyeceğini açıkça kabul etmesi ve siyasi iktidarın diğer çözüm arayışlarına yeşil ışık yakmasının, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “tarihi fırsat” tanımlaması yapmasında, son derece etkili olduğu ortadadır.Mutabakat var mı?Ne var ki hükümetin “Kürt açılımı” na start vermesinden bu yana yaşananlar ve en son Org. Başbuğ’un Mardin’de verdiği mesajlar, devlet kurumları arasında “mutlak bir mutabakat” olmadığını çok net bir şekilde gözler önüne seriyor. Anlaşıldığı kadarıyla önümüzdeki günlerde sıklıkla dillendirilecek olan “TSK açılımın neresinde?” sorusunun cevabını kolay kolay bulamayacağız. Örneğin Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan, Pazar günü Star Gazetesi’nde bu soruyu “Asker, bu sürecin ne başında, ne dışındadır” diye cevapladı. Kürt açılımında kritik bir rol oynadığı belli olan Doç. Akdoğan, “TSK, hükümetin de paylaştığı bir kısım hassasiyetleri ortaya koyarak bir duruş sergilemiştir. Bu duruş, kanaatimce sürece karşı olmak, hükümetin ulaşmak istediği hedefi paylaşmamak anlamına gelmemektedir” diyor. Fakat daha ileri gidip “hükümetin ulaşmak istediği hedefi paylaşmak anlamına gelmektedir” diye de yazamıyor.Gözlediğim kadarıyla birçok “kırmızı çizgi” de hükümet ile TSK ortak düşünmekle birlikte atılması söz konusu olan kültürel ve siyasi adımlar noktasında aralarında ciddi görüş ayrılıkları mevcut. Durumu şöyle özetleyebilirim: Hükümet eğer Org. Başbuğ’un çizmiş olduğu çerçeveyi kabul edecek olursa, büyük iddialarla deklare ettiği açılımı gerçekleştiremez.Çıkış mümkünPeki ne olacak? Bir taraf çizgileri daha da kızıllaştırmaya çalışırken, diğeri bunları pembeleştirmekle mi uğraşacak? Böylesi bir durumda açılımın devlet içi çekişmelere kurban gideceği bellidir. Fakat bu tür bir açmazdan kurtulmak sanıldığı kadar zor olmayabilir. Doç. Akdoğan aynı yazıda öncelikli hedef olarak “terör sorununun öncelikli gündem maddesi olmaktan düşürülmesi”ni gösteriyor. Gerçekten de bir şekilde PKK’nın silahsızlandırılması başarılabilirse -ki bu yönde birçok koldan çok yoğun ve çoğu “örtülü” çalışmalar sürdürüldüğünü biliyoruz-, yani “terör sorunu” devre dışı bırakılabilirse, Kürt sorununun demokratik çözümü çok daha kolay olacaktır. En azından çözüm tartışmaları silahların gölgesinde yapılmayacak, bir dizi kültürel ve siyasi adım “bölünme” kaygıları yerine bir barış ortamında atılabilecektir. Bu nedenle PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması çağrısını bıkmadan tekrarlamakta yarar var.
Başbakan Erdoğan hemen hemen her gün bir vesile yaratıp uzun konuşmalar yapıyor ve bunların hepsinde ana tema olarak “Kürt açılımı”nı seçiyor. (Erdoğan da başlattıkları bu süreci ilk olarak böyle tarif etmişti, ardından “demokratik açılım” ve “Milli Birlik Projesi” gibi tanımları kullanmayı tercih etmişti. Ben, bu süreci tanımlarken “Kürt” sözcüğünün kullanılmasının doğru olduğunu düşünenlerdenim). Açılım ne zaman ve nasıl hayata geçirilmeye başlanacak, başarılı olacak mı gibi soruları şimdilik bir kenara bırakıp bir gözlemimi dile getirmek istiyorum: AKP liderini son günlerde dinlerken, kendisinin açılımla birlikte “açıldığı”, diğer bir deyişle “değiştiği” sonucuna varıyorum. Olumlu anlamda bir değişimden söz ediyorum. Çünkü Erdoğan’ın “çoğunlukçu demokrasi” den “çoğulcu demokrasi” anlayışına doğru evrildiğini görüyoruz ki eğer bu konuda samimiyse çok sevindirici bir durum söz konusu demektir. Şöyle ki Erdoğan Milli Görüşçülük zamanından beri demokrasiyi çoğunluğun her şeye karar verdiği, azınlıkta kalanların da bu kararlara uymak zorunda olduğu bir sistem olarak algılardı. Bunun en son örneğini türban düzenlemesi sırasında yaşadık. MHP ve DTP’nin destekleriyle TBMM’de yeterli oya sahip olduğunu düşünen Erdoğan, “toplumsal mutabakat” araması ve bunun için öncelikle CHP’yi ikna etmeye çalışması uyarılarını elinin tersiyle itmişti. Sonuç malum.AKP’nin Kürt sorununun çözümü için toplumun tüm kesimlerini kapsayacak bir tartışma platformu yaratma ve herkesi sürece dahil etme gayretleri “olması gereken”di. Tıpkı Erdoğan’ın birçok kez 22 Temmuz 2007 gecesindeki “balkon konuşması”nı hatırlatacak şekilde “Türkiye bizden ibaret değil” demesi de keza öyle. Erdoğan’ın konuşmalarında çok önemli bulduğum ama nedense pek dikkat çekmeyen veya görülmesi istenmeyen bir yaklaşımın da altını çizmek isterim: AKP Lideri son 25 yılda yaşanan kayıplardan, acılı anne-babalardan bahsederken “Mehmetçik-PKK militanı” ve “şehit ailesi-PKK’lı ailesi” gibi ayrımlar yapmıyor. Yıllar sonra bir başbakanın bu noktaya gelebilmiş olması bile bu açılımın neden gerekli ve mümkün olduğunu göstermeye yetebilir. Neden bu ısrar?Peki Erdoğan’ın açılımda, diğer bir deyişle Kürt sorununun çözümünde her türlü riski göze aldıklarını ve kararlı olduklarını güçlü bir şekilde ve bıkmaksızın tekrarlamasını neyle açıklayabiliriz?Öncelikle, CHP ve MHP’nin, kısmen de TSK’nın açılıma karşı çıkmalarıyla kamuoyunda (özellikle de Kürtlerde) oluşan “hükümet geri adım atıyor” veya “geri adım atabilir” imajını bertaraf etmek istiyor. Bu imajla mücadele etmek, parti içi dengeleri tutturabilmek açısından da hayati önem taşıyor zira AKP taban ve teşkilatlarının, Batı’da muhalefet partilerinin, Güneydoğu’daysa DTP’nin eleştirilerinden derin bir şekilde etkilendiklerini gözlemliyoruz. Bu etki AKP içinde hem kafa karışıklığına, hem de ürkekliğe yol açıyor. Buna bağlı olarak ülke çapında AKP’lilerin açılımı aktif bir şekilde sahiplenip savunduklarını göremiyoruz. Nitekim Erdoğan dünkü konuşmasının önemli bir kısmını, partililere yönelik, bu konuda daha aktif ve dinamik olma çağrılarına, hatta talimatlarına ayırdı.Erdoğan’ın açılım konusundaki şaşırtıcı ısrarının bir diğer nedenini şöyle açıklayabiliriz: Hükümetin, gerek PKK’nın silahsızlandırılması, gerekse Kürt sorununun çözümü noktasında somut adımları hayata geçirebilmesi için zamana ihtiyacı var. Öte yandan, hazırlıklar sürerken, açılımın yaratmış olduğu olumlu atmosferin dağılmamasını, kamuoyunun ilgisini hep diri tutmayı arzuluyorlar. Bu açıdan olayın “moral” yönünü öne çıkaran temas ve konuşmalara ağırlık veriyor. Tabii bunun, “tekrara düşmek” ve buna bağlı olarak kamuoyunu bıktırmak gibi bir riski de söz konusu ki galiba bunun eşiklerinde dolaşıyoruz.Son olarak, Başbakan’ın açılımda bu kadar ısrar etmesini, onun bu konuyu bir “hayat memat meselesi” olarak görmesine bağlıyorum. Daha önce de sık sık değindiğim gibi, AKP hükümetinin PKK ve Kürt sorunlarının çözümü için “şimdi ve hemen” davranma dışında bir seçeneği artık yok. Hele start verilip onca emek harcandıktan sonra geri dönüş veya dağın fare doğurması, hem iktidar partisi, hem ülke için tam bir facia olabilir.
Dalga dalga gelen Ergenekon operasyonları hakkında en çok sorulan sorulardan biri “Bakalım Fırat’ın doğusuna da uzanacak mı?” olmuştu. Bu beklentinin yerine geldiği söylenemez, kaldı ki Ergenekon’da operasyonlara ne zamandır ara verilmiş, hatta bazılarına göre bundan sonra gürültülü Ergenekon tutuklamalarına tanık da olmayabiliriz. Ergenekon durdu durmasına ancak Fırat’ın doğusunda operasyonlar dur durak bilmiyor. KCK operasyonlarını kastediyorum.Önce KCK’nın ne olduğuna bakalım: KCK, Koma Ciwaken Kürdistan’ın yani Kürdistan Topluluklar Birliği’nin kısaltması. İddiaya göre bu örgüt, yasadışı Kürt siyasi hareketiyle (PKK) yasal olan (DTP) arasında köprü vazifesi görüyor. İşte KCK ile irtibatlı olduğu ileri sürülen çok sayıda kişi son dönemde gözaltına alındı, önemli bir bölümü de tutuklandı. Bunların arasında DTP genel Başkan Yardımcıları, değişik kademelerden DTP yöneticileri ve üyeleri, eski belediye başkanları, eski ve yeni belediye yöneticileri bulunuyor. Soruşturma kapsamındakilerin ciddi bir oranını kadınların luşturduğunu da hatırlatalım.Kürt siyasi hareketi tarafından yakından ve kaygıyla takip edilen bu operasyonların genel kamuoyunda belli bir ilgi uyandırdığı söylenemez. Tabii önemli bir istisna mevcut: Zaman Gazetesi, Samanyolu TV ve Aksiyon Dergisi KCK soruşturmasını adım adım ve en ince detayına kadar tarif ediyor ve buna neredeyse Ergenekon soruşturmasına olduğu kadar sahip çıkıyor.Neden yanlış?Bu operasyonların yanlış olduğu kanısındayın. Güvenlik bürokrasisi içinde benim gibi düşünenlerin sayısının hiç de az olmadığını da biliyorum. Onların neden itiraz ettiklerini bilmiyorum ancak bana göre bu soruşturma birçok açıdan anlamsız, yararsız ve hatta zararlı. Şöyle ki:1) Kürt siyasi hareketinin yasal ve yasadışı boyutları birer gerçeklikse, bunların arasında “yarı yasal” olarak tanımlayabileceğimiz bir yapının bulunmasından daha doğal ne olabilir?2) Hükümetin ilan ettiği “Kürt açılımı”nın, yasadışı Kürt hareketini, kendi rızasıyla tasfiyeyi ve onu yasal siyasi süreçlere katmayı hedeflediğini düşünüyorum. Hal böyleyken bu geçişi kolaylaştırabilecek köprüleri yıkmak akıl kârı gözükmüyor.3) Tıpkı daha önceki siyasi partiler (HEP, DEP, HADEP, DEHAP) gibi DTP’nin de PKK ile yoğun bir ilişkisi olduğu bir sır değil. Devlet bu ilişkiyi koparmayı daha önce defalarca denemiş ve her sefer başarısız olmuştu. Hatta bu yöndeki çabaların o partileri daha da güçlendirmiş olduğunu söyleyebiliriz. O halde, tam da “Kürt açılımı” tartışılırken eskiye dönmeyi anlamak mümkün değil. Ayrıca, daha önce de KCK benzeri yapılar mevcuttu ve devlet bunları yok etme yerine bir şekilde denetim altına almayı daha fazla tercih ederdi.4) Bu yapılan operasyonların PKK ile DTP’nin ilişkisini koparacağını herhalde kimse hayal etmiyordur. Son Güneydoğu turumda, bölgede PKK ve Öcalan’ın hiç olmadığı ölçüde meşrualşmış olduğuna tanık oldum. Yani bu türden baskılarla bölgedeki PKK etkisini yok edileceğini düşünmek hiç inandırıcı değil.Özetle, DTP çevrelerinin “Asker operasyonlarını durdursun” şeklindeki taleplerinin gerçekçi olmadığını defalarca yazıp söylemiş birisi olarak neye hizmet ettiğini anlayamadığım şu KCK operasyonlarının sonlandırılmasının çok isabetli olacağını düşünüyorum. PKK’yı DTP’leştirmek varken DTP’yi PKK’laştırma sevdasından vazgeçilmemesi durumunda onca umuda yol açan açılımın başarılı olma şansı kalmayabilir.
PKK 1 Eylül’de, daha önce ilan etmiş olduğu “eylemsizlik kararı” nı, diğer bir deyişle “ateşkes” i bayram sonrasına kadar uzattığını açıklamıştı. Ancak çok geçmeden Güneydoğu’dan peş peşe çatışma ve şehit haberleri gelmeye başladı. PKK ve örgüte yakın çevreler bütün bu olup bitenleri, TSK’nın bölgedeki operasyonlarının sürmesine bağlıyorlar. Hatta daha ileri gidip, operasyonların, hükümetin başlattığı Kürt açılımını sabote etmek amacıyla, yoğunlaştırılarak artırıldığını ilan ediyorlar.Bu türden açıklamaların pek inandırıcı olduğu söylenemez. Mesela bazı olayların bir “çatışma” dan çok “pusu” yu andırdığını söyleyebiliriz. Fakat bu ve benzeri “teknik” tartışmalara girmenin hiçbir gereği yok. Eğer PKK gerçekten açılımın başarısını arzu etseydi, onu sabote etmek isteyebilecek çevrelere elverişli zemin hazırlamaz, örneğin militanlarını, tıpkı 10 yıl önce Öcalan’ın yakalandığında olduğu gibi, ülke dışına çıkarırdı. Fakat çatışmaların durmasını samimiyetle isteyen birçok kişi ve çevrenin bu çağrısı PKK’yı yönetenler tarafından kesin bir dille reddedildi. Örneğin 10 yıl önceki çekilme talimatını vermiş olan Murat Karayılan bir daha böyle bir emri asla vermeyeceğini ilan etti.Peki neden? PKK çevreleri bu soruyu, 10 yıl önceki çekilme sırasında ordunun operasyonlarına ara vermediğini, yüzlerce kadrolarını bu yüzden kaybetmiş oldukları şkelinde cevaplıyorlar. Halbuki tarihin bu şekilde tekerrür etmeyeceği yolunda birçok somut işaret mevcut.Öncelik PKK sorunundaTekrar “peki neden?” diye soracak olursak, ilkin örgütün, bu açılımın nihai amacı olan Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözümünden ziyade, zorunlu ilk aşaması olan, çatışmaların durması, silahların susması, PKK’nın silahsızlandırılıp barışın tesisiyle ilgilendiğini saptamamız gerekiyor. Daha açık konuşacak olursak, bu açılımda öncelikle “PKK sorunu” nun halledilmesi şart. Öte yanda örgütün silahsızlandırılıp tasfiyesinin PKK’ya rağmen, yani zor kullanarak olmayacağı da artık net bir şekilde ortaya çıkmış durumda. Bazı “zor” yöntemlerine başvurulabilir ancak önümüzdeki dönemde esas olarak ikna ve buna bağlı olarak, dolaylı ya da doğrudan müzakerelerin ön plana çıkması şaşırtıcı olmayacak. Bütün bu faaliyetlerden, daha çok “örtülü” bir şekilde gerçekleştirilmekte oldukları için herhalde somut sonuç alındığı zaman haberdar olabileceğiz.Silahlı şantajDolayısıyla 10 yıl önceki kayıpların bir bahane olarak dile getirildiğini, PKK’nın, açılım sürecinde güçlü ve aktif bir şekilde yer almak istediği için militanlarını ülke dışına çekmeye yanaşmadığını düşünüyorum. Diğer bir deyişle örgüt, en iyi, belki de tek bildiği yönteme başvuruyor: Silahlı şantaj. Fakat çok büyük yanlış yapıyorlar. Devletin ve toplumun büyük bir bölümünün Kürt sorununda bugünkü noktaya gelmiş olmasında PKK’nın silahlı faaliyetlerinin büyük payı olduğu doğrudur. Ne var ki devlet ve toplumdaki değişimi kendi zaferleri sanma gafletine düşüp, gelinen bu noktayı doğru okumayıp hâlâ terörle şantaja devam etmeye kalkarak kendilerini bu sürecin dışına atıyorlar.“Her iki taraf da ellerini tetikten çeksin”, “başka şehit istenmiyorsa operasyonlar dursun” gibi ilk bakışta “makul” göüken ama realiteyle hiçbir ilgisi olmayan önermeler, Kürt sorununun çözüm sürecinin önünü tıkamaktan başka işe yaramıyor. Eğer gerçekten barışı ve Kürt sorununun çözümünü istiyorlarsa PKK’lılar ellerini tetikten ve militanlarını ülke topraklarından çekmeliler.
DTP’nin 1 Eylül günü Diyarbakır’da düzenlediği mitingte, ülkemizde son 25 yılda en çok içi boşaltılan kavramlardan birinin “barış” olduğuna bir kez daha inandım. Zira mitingin adı “Onurlu Bir Barışa Evet”ti, kafalarda “barış” bantları, ellerde “barış” pankartları vardı; her konuşmacı ağzını “barış”la açıp “barış”la bitiriyordu ancak aynı zamanda PKK’nın savaşa övgü düzen marşları çalınıyor, hayatlarını kaybetmiş örgüt militanlarının ellerinde silahlarıyla resimleri açılıyordu. DTP Eşbaşkanı Emine Ayna konuşmaya başlayınca “barış”tan iyice uzaklaşıp “savaş”a daha fazla yakınlaştık. Ayna, PKK’nın “ateşkes” kararını o gün Bayram sonrasına kadar uzatmış olduğunu duyurdu ve ardından, her zaman olduğu gibi devleti dağdaki örgüt militanlarına karşı operasyonları durdurmaya çağırdı. Ayna’ya göre çatışmaların devam etmesinin tek nedeni TSK’nın operasyonlarına ara vermemesiydi. Ayna hızını alamayıp, iki gün önce Hakkari’nin Şemdinli ilçesinden gelen ve “Kürt açılımı”nın üzerine bir kâbus gibi çöken, bir astsubay ve üç uzman çavuşun şehit düştüğü haberini hatırlatıp sözlerini “Bu ölümlerin sorumlusu operasyonları durdurmayanlardır” diye bitirdi. Kanımın donduğunu hatırlıyorum. Ayna’nın, her açıdan alabildiğine trajik olan bir olaydan bu kadar soğukkanlılık ve düz mantıkla söz etmesi şaşırtıcı ve üzücüydü. Bütün bunları “barış” adına yaptığını iddia etmesini nasıl niteleyebileceğimiyse, inanın bilmiyorum.PKK varsa provokasyon da olurHükümetin “Kürt açılımı”na inananlar ve destek verenler, bu sürecin her türden provokasyona son derece açık olduğunda hemfikirler. “Provokasyon” denince de akla ilk olarak hiç kuşkusuz PKK geliyor. Önce birtakım iç ve/veya dış odakların (eski deyimle “karanlık güçler”in) PKK süsü vererek bazı saldırıları gerçekleştirme ihtimalini ele alalım: Dün bu tür komplolar muhakkak yaşanmıştır ve bundan sonra da yaşanabileceğini kestirmek güç değildir. Ancak bir yerden sonra tetiği çekenin, mayını döşeyenin PKK’lılar mı, yoksa başkaları mı olduğu pek önem arz etmiyor. Çünkü daha önce ilan etmiş olduğu onca “ateşkes”i defalarca ihlal edip, bunlardan ya operasyonları sürdüren güvenlik güçlerini ya da merkezden habersiz davranan örgütün yerel kadrolarını sorumlu tutmuş bir yapıyla karşı karşıyayız. Diğer bir deyişle, PKK elindeki silahları bırakmadıktan veya en azından militanlarını Türkiye topraklarından çekmediği müddetçe, ne kadar ateşkes ilan ederse etsin kan akmaya devam edecektir.Şöyle bir iddia var: PKK içindeki Suriye kökenli militanların sayısı ve ağırlığı giderek artıyor. Bunlar ateşkes istemiyor ve her vesileyle bunu ihlal ediyorlar. Doğru olabilir, ancak benim gibi, Murat Karayılan, Duran Kalkan, Cemil Payık gibi PKK’nın önde gelen isimlerinin, açılımın start verilmesinden sonra yaptıkları açıklamalarda “silahla şantaj”ı sürdürdüklerini bilen biri için, bu türden istihbari değerlendirmelerin bir yerden sonra pek bir anlamı kalmıyor. PKK’nın kaçırdığı fırsatTürkiye çok tarihi, kritik ve kırılgan bir süreçten geçiyor. Kürt sorununu çözme noktasında yıllar sonra, sahiden elverişli bir zemin ve atmosfer yakalanmış durumda. Her ne kadar hükümet açılımın adım ve aşamalarını açıkça telaffuz etmese de ilk aşamada PKK’nın silahsızlandırılmasının, yani çatışmaların sona erdirilmesinin olduğunu düşünmemize yetecek çok sayıda ipucu var. Eğer hükümet, düşündüğüm gibi, önceliği silahları susturmaya veriyorsa doğru yolda demektir. Çünkü bir barış atmosferinde, Kürt sorununun kalıcı bir çözümünü daha özgürce tartışabilir ve demokratik açılımları daha kolay hayata geçirebiliriz. Bu noktaya varabilmek için PKK’nın hiçbir şart öne sürmeden silahlarını susturması gerekiyor. Fakat Ağustos sonunda Şemdinli’den, önceki gün Eruh ve Çukurca’dan, dünse Van’dan gelen haberler zaten hayli zor ilerleyen sürecin daha da tıkanmasına sebep oluyor. Yine de yeterli cesaret ve kararlılık gösterilirse açılımın başarıya ulaşmaması için hiçbir neden yok.Eğer PKK “kendini savunma” bahanesiyle gerçekleştirilen bu saldırılarla açılım sürecinde daha etkili ve güçlü olacağını sanıyorsa yanıldığını çok geçmeden anlayacaktır. Her şehit haberi, PKK’nın bir daha kolay kolay yakalayamayacağı bir fırsatı elinin tersiyle itmekte olduğunu bizlere bir kez daha gösteriyor.Birkaç kez yazdığım bir hususu tekrarlamak istiyorum: PKK’lılar “kayıtsız şartsız silah bırakma”ya hazır olduklarını ilan etmeleri ve bu konuda samimi olduklarını gösterecek bir-iki somut adım atmaları durumunda gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.