Hükümetin “Kürt açılımı” (galiba içinde bulunduğumuz sürece bu adı veren fazla kişi kalmadı ancak ben “Kürt” tabirini kullanmakta ısrarlıyım) üzerine TBMM’de genel görüşme açılması önerisi geç kalmış ama yerinde bir adımdı. Hükümetin niyeti gizli bir oturumda, muhalefete -tabii bu arada iktidar partisine- mensup milletvekillerine PKK’nın silahsızlandırılması ve Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözümü için neler düşünüldüğünü, neler yapıldığını anlatmaktı. Fakat muhalefetin aşırı itirazları üzerine görüşme “gizli” olmaktan çıkartıldı ve o andan itibaren de işin önemi derece derece azaldı, hatta bir aşamadan sonra yarardan çok zarar getirme ihtimali daha fazla öne çıktı. Nitekim dünkü ön görüşmelerde diyalog ve tartışma noktasında hiçbir olumlu gelişme yaşanmazken zaten varolan çatışma iyice tırmandı.Hükümetin ön görüşme için 10 Kasım’ı seçmiş olmasının tek kelimeyle bir “talihsizlik” olduğu dün iyice ortaya çıktı. Muhalefet, özellikle CHP bu konuyu her vesileyle gündeme getirdi ve Genel Kurul’u bir tür miting alanına çevirdi. Bu arada AKP Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan’ın daha bismillah demeden zaten gergin olan ortamı durup dururken daha da germiş olmasının anlamsızlığının altını çizmek lazım. Aslında bu “şair” kimliğiyle de bilinen Doğan’ın ilk vukuatı değil. Kendisini, Fazilet Partisi’nin tarihi kongresinde yaptığı konuşmayla hatırlarım hep. Abdullah Gül’ün, Yenilikçiler adına Recai Kutan’ın karşısında aday olduğu o kongrede fitili ateşleyen yine Doğan olmuştu. Ancak çok önemli bir ayrıntı var: Doğan o tarihte Kutan’ı destekliyordu ve Yenilikçiler’e karşı zehir zemberekti. Fakat bu kongreden çok fazla zaman geçmeden aynı Doğan, AKP saflarında yer alıp TBMM’ye girecekti.Atalay’ın kimyası bozulduDün Meclis’te, ön görüşmeden önce CHP Lideri Baykal ile uzun bir süre sohbet etme imkanı bulduk. Kendisi ne dünkü ön görüşmeden, ne de yarın yapılacak genel görüşmeden pek bir beklentisi olmadığını, çünkü iktidar partisinin açılım adına ne yapmak istediklerini somut olarak söylemeyeceğini öngörmüştü. Dün için bu öngörüsünün tuttuğu ortada, ama yarınki görüşmede ne olacağı belirsiz.Baykal yarın açılımla ilgili somut bilgileri belki Başbakan Erdoğan’ın vereceğini, ama onun da son konuşmayı yapacağını, dolayısıyla kendilerinin bu söylenenlere karşı görüşlerini dile getiremeyeceklerini belirtti. Fakat İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın dünkü konuşmasından, yarın kendisinin yeniden ilk konuşmayı yapıp somut projeleri dile getireceğini öğrendik. Dolayısıyla yarın daha somut bir tartışmanın yaşanabilme ihtimali mevcut. Anlaşıldığı kadarıyla Erdoğan da bütün bu tartışmaların ardından son sözü söyleyecek.Peki bütün bunlardan ne çıkar? İktidar partisi MHP’den zaten ümidi kesmişti, ne zamandır CHP konusunda da aynı duyguların baskın olduğu gözleniyor. Yani TBMM’deki görüşmenin sürece olumlu herhangi bir katkısı söz konusu olamayacağa benzer; sadece bir formalite yerine getirilmiş oluyor, o kadar. Bir de tarafların birbirlerinin kimyalarını bozmalarına. Hükümetin en munis, sakin ismi olarak bilinen Atalay’ı en son düzenlediği basın toplantısında çok sinirli görmüştük. Dün CHP’lilerin açtıkları dövizler nedeniyle kendini kaybetmenin eşiğine geldiğini gözledik.Sonuç olarak AKP’nin süreci en azından bir süre kendi başına götüreceğini, götürmek isteyeceğini görüyoruz. Bundan da Kürt sorununun kalıcı bir çözümünün çıkmasının mümkün olmadığı kesin. Bakalım iktidar partisi bu tıkanıklığı aşabilecek mi?
MHP, 9. Olağan Kongresi’ne yine “olağan” bir şekilde giriyor. Yani Genel Başkan Devlet Bahçeli yeniden aday oluyor, karşısına Hakkı Şafak Ses ve Ahmet Reyiz Yılmaz rakip olarak çıkıyor ve seçilme şanslarının hiç olmadığını kestirmenin güç olmadığı bu iki ismin kongre salonuna girip giremeyecekleri bile meçhul. Zira Bahçeli ve onu destekleyen parti teşkilatının ezici bir çoğunluğuyla, yine onun denetimindeki Ülkü Ocakları, daha önceki kongrelerde de sık sık yaşandığı gibi diğer genel başkan adaylarının ülkücülüğünü, “dava” ya bağlılığını sorgulama hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. Yine daha önce defalarca tanık olduğumuz gibi, adayların şu ya da bu (iç ya da dış veya ikisi birden) odaklarla ilişki içinde oldukları yolunda söylentiler çıkarılıyor. Yalnız bu sefer belirgin bir fark var gibi: Daha önceki kongrelerde, bazı adayların (aslında çoğu aday bile olamadıkları için “aday adayları” demek daha doğru olur) karanlık ilişkileri olduğuna inanılır ve MHP’nin “derin devlet” in partisi olmasına izin verilmeyeceği söylenirdi. Kendisini “Kemalist bozkurt” olarak tanıtan Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Genel Başkanı Taner Ünal’ın 2003’te genel başkan adayı olmak isteyip ülkücü gençlerce engellenmiş olduğunu ve sonradan Ergenekon kapsamında tutuklanmış olduğunu hatırlarsak bu kaygılar pek de asılsız değildi. Ne var ki Bahçeli’nin kendisi ve yakın çevresi, partilerine “sızma”, daha doğrusu onu “ele geçirme” hesaplarının AKP tarafından yapıldığını ima ediyorlar ki bu kanıtlanması hayli zor bir iddia.Sonuçta bugün yine “olaylı” bir MHP kongresi yaşayacağa benziyoruz. Bu türden gerilimlerin, bu partinin zaten sorunlu olan imajını iyice zedelediği ortadadır. Ancak olaya bir de şu açıdan bakmak isabetli olacaktır: En azından MHP’de birileri genel başkan adaylığına “aday adayı” olabiliyorlar, fakat örneğin AKP’de Erdoğan’ın karşısına kimse çıkmaya yeltenmiyor bile.Ülkenin bekasıMHP’nin kongre sloganı “Var ol Türkiye”. İlk bakışta MHP için çok normal bir slogan olarak gözükebilir fakat yakın bir zamana kadar temel stratejisini “devletin bekası” , yani varkalması perspektifinde inşa etmiş olan bir siyasi hareketin bunun yerine “ülkenin bekası”nı koymuş olması küçümsenmeyecek bir gelişmedir. Dolayısıyla MHP’nin bugünkü kongresine hükümetin “Kürt açılımı”nın damga vurması kaçınılmaz bir şey. Zira MHP bu açılımın ülkenin varlığına yönelik bir proje olduğuna inanıyor ve kamuoyunu da buna ikna etmeye çalışıyor. Nitekim Bahçeli daha açılımın telaffuz edildiği andan itibaren buna çok net bir şekilde karşı çıktı ve dilini her geçen gün daha da sertleştirdi. Dolayısıyla bugünkü kongre konuşmasının ağırlığının yine açılım olması ve şu ana kadar geliştirdiği tepki, itiraz, eleştiri ve tehditlerin karmasından alabildiğine sert ve uzlaşmaz bir tavır geliştireceğini tahmin edebiliriz. MHP’nin açılım konusuna bu kadar ağırlık vermelerinin bir diğer nedeni de hiç kuşkusuz bu yolla daha önce AKP’ye oy vermiş seçmenlerin bir bölümünü bu şekilde kazanma hesabı yapmaları. Ancak bu hesabın tutmasının, açılımın başarısız olmasıyla mümkün olabileceğini unutmamak gerek. İlk ülkeye dönüşlerde yaşanan sorunlar nedeniyle açılım şimdilik aksamış görünse de hükümetin elindeki kozları henüz masaya sürmemiş olduğu düşünülürse MHP ve onunkine benzer stratejiler geliştirenlerin hesap hatası yapmış olma ihtimalleri de ortaya çıkıyor.Dolayısıyla bugünkü MHP Kongresi’nden bir kez daha genel başkan olarak çıkmasına kesin gözüyle baktığımız Devlet Bahçeli ve kurmaylarının, bunun vereceği moralle Salı ve Perşembe günleri TBMM’de nasıl bir performans sergileyecekleri daha fazla önem taşıyor.
Bursa ve Gaziantep’te stadyumlarda Diyarbakırspor takımı ve taraftarlarına yapılan muameleyi “ayrımcı” olarak nitelediğim için her iki şehirden de bazı okurlardan itirazlar geldi. Öncelikle şu noktayı netleştirelim: Söz konusu tatsız olayların Bursa ve Gaziantep’te yaşanmış olmasından kesinlikle bu illerimizi sorumlu tutuyor değilim. Ancak münferit veya organize olsunlar, her iki durumda da bu olaylar son derece tehlike arz ediyor ve muhakkak acilen bir şeyler yapmayı gerektiriyor. Bursa ve Gaziantep’in ileri gelenleri, kanaat önderleri, siyasetçileri, aydınları, bu tehlike uyarılarını dikkate almak yerine, illerinin adını koruma adına, yaşananları makulleştirmek için gayret gösterirlerse hem bu tür tatsız olaylar başka bölgelere de sıçrar, hem de söz konusu illerimizde daha vahim durumlarla karşılaşabiliriz.Trabzon örneğini hatırlayalım: İlkin durumdan vazife çıkaran bazı “sıradan vatandaşlar” PKK’lı sandıkları TAYAD üyelerine şehir merkezinde saldırmış ve bundan pek gurur duymuşlardı. Ardından genç bir çocuk şehirde görev yapan Katolik rahip Santorro’yu öldürdü ve kent yine infiale kapılmadı. Nihayet yine Trabzon merkezli bir şebeke İstanbul’da gündüz gözüyle Hrant Dink’i katletti. Bütün bunların peş peşe gelmesi üzerine doğal olarak gündeme gelen “Trabzon’da ne oluyor?” sorusu kentin çoğunluğunda tedirginlik yarattı. İlk bakışta haklılık payı var gibi gözüken “Şehrimizi niye zan altında bırakıyorsunuz?” şikayetlerinin, bunu dile getirenlerin çoğunun, yaşanan saldırı ve cinayetleri açık ve hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde lanetlemedikleri görününce pek anlamlı olmadığını anladık. Birkaç cılız iyiniyetli girişim dışında Trabzon’da, “bize ne oluyor?” yerine, yaşananlardan rahatsızlık duyanlara yöneltilen “size ne oluyor?” sorusu baskın çıktı.Sorumlu kim?Birçok Bursalı, Diyarbakırspor’a özel bir durum olmadığını, stadyumda “Kahrolsun PKK” sloganının yıllardır atıldığını söylüyor. Haklı olabilirler ancak “PKK dışarı” sloganı için de aynı şeyi söyleyebilirler mi? Veya bir başka soru: Her maçta Bursa tribünlerinde seyirciler “Ne mutlu Türküm diyene” diye yazıyorlar mı?Kuşkusuz futbol seyircisi de ülkede olup bitenleri yakından takip edip görüş ve tepkilerini maç vesilesiyle dile getirmek isteyebilir. Bu olayların tam da “Kürt açılımı”na denk gelmesinin tesadüf olmadığı düşünülürse, Bursa ve Gaziantep’te bazı seyircilerin açılımdan memnun olmadıklarını varsayabiliriz. Ama açılım eğer yanlış bir şeyse veya yanlış yürütülüyorsa bunların sorumlusu ne Diyarbakırspor, ne onun yöneticileri, ne de taraftarlarıdır. Eğer birileri “siyasi hassasiyet” göstermek için futbol tribünlerini seçer ve burada duygularını etnik ayrımcılık çağrıştırarak, hatta düpedüz ayrımcılık yaparak dile getirirlerse o zaman bir başkaları da kalkıp itiraz eder, yaptıklarının yanlış ve son derece tehlikeli olduğu uyarısında bulunur.Dün “ayrımcılık ve dolayısıyla ırkçılık ülkemizde o kadar sıradanlaşıyor ve yaygınlaşıyor ki yakında ilkokullara bile sıçrayabilir; hatta çoktan sıçramış bile olabilir” diye yazmıştım ve bir okurumdan çok çarpıcı bir e-posta aldım. Kendisinin yaşadığı kötü olayları aktarmak istemiyorum ama son cümlesi çok anlamlı: “Bence ayrımcılık ve hatta ırkçılık artık ilköğretime kadar inmiş bulunuyor güzel ülkemizde. Umarımız hep beraber aklımızı başımıza alır ve bu süreci tersine çevirebiliriz.” Evet “size ne oluyor?” yerine “bize ne oluyor?” sorusu baskın çıkarsa belki her geçen gün büyüyen ayrımcılık tehlikesinin önü bir nebze alabiliriz.
Oğlum Ali Deniz’e, hayattaki en kötü şeylerin başında ayrımcılığın geldiğini anlatmaya çalışıyorum, özellikle de ırk ayrımcılığının, daha açık söylemek gerekirse ırkçılığın. İlkokulun iki senesini ABD’de, Afrika ve Latin Amerika kökenli öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir devlet okulunda okumuş olduğu için Ali Deniz çokkültürlülüğe alışık ve bundan hoşlanıyor. Fakat insanlar arasında renk ayrımının olmadığı kendi ülkesinde ırk ayrımcılığının nasıl olabileceğini tam olarak kavrayabildiği söylenemez. Ne var ki ayrımcılık ve dolayısıyla ırkçılık ülkemizde o kadar sıradanlaşıyor ve yaygınlaşıyor ki yakında ilkokullara bile sıçrayabilir; hatta çoktan sıçramış bile olabilir. Çünkü olmadık ortamlarda, beklenmedik kişilerden öyle ayrımcı-ırkçı değerlendirmeler, hakaretler işitiyorum ki endişelenmemek mümkün değil. Son 25 yılda hep bir Türk-Kürt çatışması çıkması endişesiyle yaşadık. Küçük çaplı birkaç olay sayılmazsa korktuğumuz başımıza gelmedi fakat bu durumdan hareketle ülkemizdeki farklı etnik kökenlerdeki yurttaşlarımızın daha barışçı ve kardeşçe yaşadıklarını söylemek de doğru olmayacaktır. Açıkçası çatışma çıkmadı çıkmamasına ama çok kişi tepki ve öfkesini genellikle içine attı ve biriktirdi. İşte hükümetin Kürt açılımıyla birlikte, toplumun bir bölümünde birikmiş olan bu öfkenin sokağa taşması gibi tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız. Geçmişten bugüneTürkiye’de ayrımcılık temelli çatışmalar daha önce de, esas olarak mezhep ayrılığı bahanesiyle yaşanmıştı: 1980 öncesi Alevilere yönelik katliamlar ve 1993’deki Sıvas katliamı ilk akla gelenler. Mezhep ayrımcılığıyla etnik ayrımcılığın benzeştikleri ve ayrıştıkları birçok nokta var kuşkusuz, ancak günümüzde riskin daha yüksek olmasının başlıca nedeni, ayrımcılığın bir “taşra olgusu” olmaktan çıkıp kentlileşmesi. Son dönemde Kürtlere yönelik ayrımcılığın büyükkentlerde, alt ve üst orta sınıflarda alıp başını gittiği gözleniyoruz ki bu kesimlerin ırkçılığı daha az kriminal öğeler içerse bile ülkemizdeki birarada yaşama kültür ve pratiğini daha kötü etkileyebilir. Bir örnek verelim: İnternet ortamında düzenli aralıklarla, Türkiyeli veya Iraklı bazı Kürt şahsiyetlerin şu ya da bu şirketi satın aldığı, bunlardan kesinlikle alışveriş yapılmaması gerektiği yolunda çağrılar dolaştırılıyor. Geçmişte benzer çağrıları kimileri “irticai şirketler”, kimileri de “siyonist şirketler” diye yapmışlardı, hâlâ yapıyor olabilirler. Bu çağrılara bakıp kimi şirketlerin batacağını söyleyeck değiliz, fakat sırf sahibi Kürt diye bir şirketten alışveriş yapılmamasını istemenin olağan karşılanması durumunda bir felakete doğru koştuğumuz anlaşılacaktır.Münferit de olsa Buradan önce Bursa, ardından Gaziantep’te Diyarbakırspor’a reva görülen muameleye gelelim. Stadlarda “Kahrolsun PKK” veya “PKK dışarı” diye slogan atılmasının ayrımcılık-ırkçılık olduğunu söylediğinizde o kentli orta sınıflar size “Nereden çıkarıyorsunuz? Asıl ırkçı sizsiniz! Bütün Kürtler PKK’lı demeye getiriyorsunuz” diye üste çıkmaya çalışıyorlar. Eğer bir seyirci grubu diğer maçlarda değil de sadece Diyarbakırspor maçında o sloganları atıyorlarsa “ayrımcı” olarak damgalanmayı hak eder. Sırf bu damgadan kurtulmak için başka maçlarda da aynı sloanları atarlarsa kimseyi de inandıramazlar.Başbakan Erdoğan’ın hem Bursa, hem Gaziantep’te yaşananları ayrı ayrı, çok açık ve net ifadelerle kınaması, toplumu ayrımcılığa ve provokasyonlara karşı uyarması son derece isabetlidir. Bu noktada Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasında “tabii ki bu olaylar münferittir, bütün Gaziantep’e mal edilemez” sözleri üzerinde biraz durmak gerekiyor. Kuşkusuz her iki şehirde de açılımı sabote etmek isteyen bazı kişi ve odakların provokasyonları olmuş olabilir, ancak tek tek insanların “münferit” tavırlarını da hiç yabana atmamak lazım. Zira bunlar pekala birbirlerini tetikleyebilir ve ülke genelini kuşatabilir.
Haziran ayı başında “Türkiye’nin Gerry Adams’ı kim olabilir?” diye sormuş, iki gün üst üste bu soruyu tartışmış ve fikrimi “Daha uzun bir süre Gerry Adams’sız yola devam edeceğe benzeriz” diye özetlemiştim. Önceki gün DTP Lideri Ahmet Türk’ü, elindeki metinden açıklama yapmaya çalışırken izleyenler ve sözlerini okuyanlar, onun Adams profiline uygun bir isim olmadığını bir kez daha görmüşlerdir. Neden böyle olduğunu açıklamadan önce Gerry Adams hakkında kısa bir hatırlatma yapalım.Adams, Kuzey İrlanda’da mücadele veren Katolik milliyetçilerin yasal partisi Sinn Fein’in lideri. Kendisi aileden İrlanda milliyetçisi, dönem dönem hapis yatmış ve en önemlisi yasal hareketin lideri olmasının yanı sıra yasa dışı İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) üzerinde de belli bir otoriteye sahip bir siyasetçi. İşte Adams bütün bu özellikleri sayesinde İngiliz yönetimi ve IRA’ya rakip İrlandalı gruplarla sonuç alıcı görüşmeler yürütebildi ve silahlı mücadelede ısrar edenleri çok zorlanmadan marjinalleştirebildi.Yaklaşık beş ay önce “Türkiye’nin Gerry Adams’ı kim olabilir?” diye sorduğumda çok farklı eleştiriler almıştım. Kürt siyasi hareketinden genellikle, Abdullah Öcalan varken ikinci bir isme ihtiyaç olmadığı, bu tür bir tartışmanın hareketi bölmeye yönelik, dolayısıyla art niyetli olduğu şeklinde eleştiriler geldi. Buna karşılık PKK karşıtları da bir müzakerenin asla söz konusu olmayacağını düşünüp böyle de inandıkları için Adams’vari bir isme ihtiyaç olmayacağını vurguladılar.Türk’ün zigzaglarıAma hükümetin Kürt açılımına start vermesi ve Kuzey Irak’tan 34 kişinin ülkeye dönmesiyle birlikte yaşananlar belki de en çok ihtiyacımız olanın yerli bir Gerry Adams olduğunu bizlere kanıtladı. Tekrar Ahmet Türk’e dönecek olursak; kendisinin karşılama törenlerinin bir şölen havasında geçip, devletin değişik kademelerini, ama daha önemlisi ülkenin Kürt olmayan kamuoyunu rahatsız etmesinden tedirgin olduğunu biliyoruz. Nitekim Hürriyet aracılığıyla bu konuda çok açık ve net mesajlar verip geri dönüşleri bir gerilim unsuru haline getirmeyeceklerine söz vermişti. Ne var ki onun sözleri daha unutulmadan, DTP Avrupa’dan dönecek PKK’lıları karşılamak için İstanbul’da miting yapmak istediklerini açıkladı. Ve Ahmet Türk ve onun gibi düşünenler partinin bu kadar riskli bir miting talebinden vazgeçmesini sağlayamadılar ve sonunda hükümet ülkeye dönüşlere ara verildiğini açıklamak zorunda kaldı. Türk’ün önceki günkü açıklamalarının da, ortamı yumuşatmaya yönelik sözler içermekle birlikte, ana hatlarıyla sürecin pozitif olarak sürmesine katkıda bulunabileceği şüphelidir. Öncelikle DTP liderinin sürecin tıkanmasındaki kendi hatalarını geçiştirip samimi bir özeleştiri yapmak yerine bütün suçu CHP ve MHP’ye yüklemeye çalışmasını anlayabilmek mümkün değil. Bu iki partinin de açılıma karşı olduğu, bunu engellemek için ellerinden geleni yapmaya kararlı oldukları doğrudur. Ama DTP ve tabanının da onlara sonsuz imkanlar sunmakta oldukları da doğrudur.Zana farkıBu açıdan yine önceki gün Diyarbakır’da bir basın toplantısı yapan eski DEP Milletvekili Leyla Zana’nın tutumunun Türk’ten tamamen farklı olduğunun altını çizmek şart. Nedense medyada pek az yer bulan açıklamalarında Zana, Devlet Bahçeli’den “makul bir lider” olarak bahsedip Deniz Baykal’ın “demokratikleşmeye yaptığı katkıları” hatırlatarak bağcı dövmek yerine nasıl üzüm yenebileceğini çok iyi gösterdi. Zana’nın samimiyetle “her iki tarafın acıları”ndan söz etmesi de DTP sözcülerinde pek fazla karşılaşmadığımız bir durum.Bunların ilki tabii ki Leyla Zana. Aslında Zana’dan pekala bir Gerry Adams çıkabilir. Zira o Batı’dan gelen bütün telkinlere rağmen Öcalan’a ve dolayısıyla PKK’ya tabi olmayı seçti. Öte yandan yasal siyasi hareketle arasına hep belli bir mesafe koyup pek yıpranmadı. Fakat ne kadar uzak durmak isterse istesin “reel politik”i çok iyi özümsedi. Kuşkusuz bu noktada cezaevinde geçen yıllardaki epey deneyim biriktirmiş olmalı.Zana’nın bana göre en ayırt edici vasfı Kürt sorununun çözümünü samimi bir şekilde istemesidir. Daha önce de yazdım: Kuşkusuz Zana’nın “çözüm”den anladığıyla, ondan hoşlanmayan kesimlerin anladığı arasında dağlar gibi fark var, ama o “reel politik” becerisini devreye sokarak aradaki uçurumu kapatılabilir. Daha önce “Kürt hareketi Zana’yı ne kadar bağrına basıyorsa, Türk kamuoyu da ondan o derece, hatta daha fazla uzak duruyor. İşte sırf bu nedenle Zana’nın Adams’vari bir rol üstlenebilmesini imkansıza yakın bir zorlukta görüyorum” diye yazmıştım. Ama son altı ayda yaşananlar nedeniyle TBMM’deki yemin töreninin izleri silinmiş veya bunun etkisi azalmış olabilir.Denemekte yarar var. Çünkü tren çok kötü bir şekilde kaçmak üzere.
Televizyonda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün açıklamalarını dinlerken en çok “empati” sözcüğü dikkatimi çekti. Şöyle dedi Türk: “Bölgedeki gelişmelere objektif bir gözle bakılması ve bir empati kurulması durumunda halkın bu coşkusunun, yıllardır çekilen acılarla ve ızdıraplarla doğru orantılı olduğu görülecek ve kimse buna öfkeyle yaklaşamayacaktır.” Önce “empati” kavramına bakalım. Sözlüklerde empati, “bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması” olarak tanımlanıyor. Hatırlarım, yıllar önce Trabzon’da farklı görüş ve eğilimlerden bir avuç insan, “Empati Grubu” adıyla bir araya gelmiş ve barış içinde bir arada yaşamaya katkıda bulunmak için çok yoğun ve etkili faaliyetler yürütmüşlerdi. Fakat bu kavramın henüz yeterince bilinmediğini, sık sık da “sempati” ile karıştırıldığını vurgulamak şart.Herkes kendine empatikTekrar Türk’ün sözlerine dönecek olursak; DTP liderine sonuna kadar katılıyorum. Silopi’den başlayarak yapılan karşılama törenlerinden rahatsız olan bir vatandaşımız eğer Güneydoğu’da bir müddet kalmış ve yıllardır yaşanan çatışmayı bir de bölge insanının ağzından dinlemiş olsa eminim daha toleranslı ve anlayışlı olur; yaşananları “dünyanın sonu” olarak görmezdi. Gazeteci olarak bölgeye onlarca kez, hatta daha fazla gitmiş ve Kürt sorununun gelişimini adım adım izlemiş biri olarak söz konusu olayları anladığımı düşünüyorum. Dolayısıyla o gösterileri kesinlikle bir “şov” olarak görmüyorum.Fakat orada binlerce insanın duygu ve coşkusunu anlayışla karşılamak, yaşananların “siyasi” açıdan baştan aşağıya yanlış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü ülkenin “Kürt olmayan kesimlerinin” hassasiyetlerini hiçbir şekilde kaale almadan, “yıllardır bu anı bekliyorduk” diyerek bayram havası yaratıldığında barışa değil çatışmaya hizmet edilmiş oluyor.Ortada çok ciddi bir kriz var ve Türk’ün iddia ettiği gibi bunun sorumluları, sadece, zaten varolan milliyetçi duyguları alabildiğine provoke eden muhalefet partileri değil. Bu olanları hesaplayamamış olduğu ve kriz çıktıktan sonra apar topar açılıma ara verip “sil baştan yaparız” diye tehdit ettiği için hükümet de sorumlu.Tabii bir de “Kürt siyasi hareketi” . Bu kavramı kullanmamın nedeni, DTP’nin uzun süreden beri “başrol” oyunculuğuna talip olmayıp alanı büyük ölçüde PKK ve Abdullah Öcalan’a bırakmış olmasıdır. Bu saatten sonra DTP’nin inisiyatifi istese de -ki isteyeceğini de pek düşünmüyorum- alabilmesi epey zor gözüküyor.Evet krizin kaynağında “empati” eksikliği, daha doğrusu yokluğu var. Ancak gösterilerden rahatsız olanlar nasıl kendilerini Kürtlerin yerine koymak istemiyorlarsa, o şölen havasını yaratanlar da kendilerini ülkenin Kürt olmayan kesimlerinin yerine asla koymuyorlar. “Biz çok acı çektik” diye başlayan cümlelerle söz konusu kamuoyunu ikna edebileceklerini düşünüyorlarsa çok kötü yanılıyorlar.Sağduyu ihtiyacıAğustos ayı sonunda Güneydoğu’da Kürtlerin açılıma nasıl baktığını anlamak için yaptığım gezide hemen hemen tüm muhataplarıma “ülkenin Batısındaki hassasiyetleri biliyor, bunları dikkate alıyor musunuz?” diye muhakkak sormuş ve açıkçası beni heyecanlandırıp umutlandıracak hiçbir cevap alamamıştım. O günden bu yana Kürt siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin kendi tabanlarına yönelik bir “empati” çağrısı yaptığına da tanık olmadım.Aslına bakılırsa bu krizden çıkmak pekala mümkün olabilirdi. Fakat bunun için birbirlerine sırtlarını dönmüş kanatların herbirine eşit ölçüde yakın (ve uzak) kişi ve kurumlara ihtiyaç var. Ne var ki Türkiye ne zamandır değişik konular etrafında kamplaşmanın alıp başını gittiği, tavır almak ile taraf tutmanın karıştırıldığı ve bütün bunlara bağlı olarak sağduyunun ortalıkta gözükmediği bir ülke haline geldi.Yine de Kürt açılımı konusunda karamsar değilim. Neden iyimser olduğumu bir sonraki yazıda açıklamaya çalışacağım.
Çarşamba günü, 34 PKK sempatizanı ve militanının ülkeye dönüş operasyonunu yürüten, kendisi de 10 yıl önceki “barış grupları” ile teslim olmuş Seydi Fırat ile konuştuğumda bana karşılama törenlerinin yaratmış olduğu olumsuz atmosferin farkında olduklarını; bu konuyu aralarında tartıştıklarını; Türk kamuoyunun hassasiyetini göz önüne alarak yeni karşılama törenleri yapmama kararı aldıklarını açıklamıştı. Fırat’ın sözlerinin Vatan’da yayınlandığı Perşembe günü DTP Lideri Ahmet Türk’ün sağduyulu sözleri ve çağrısı da Hürriyet Gazetesi’nin manşetini süslüyordu.Fakat Kürt siyasi hareketindeki aklıselimin hakimiyeti 24 saat bile sürmedi. Tam da Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı gibi açılımın mimar ve uygulayıcıları en sert sözlerle yaşananlardan duydukları rahatsızlığı dile getirdiği bir sırada DTP, Avrupa’dan İstanbul Atatürk Havaalanı’na gelmesi beklenen PKK grubunu karşıladıktan sonra onlarla birlikte miting yapmak için resmi makamlara başvurdu. Neden “sil baştan” İşte böyle bir aşamada başlıktaki soruyu sormak kaçınılmaz. Gerçekten Başbakan Erdoğan, söylediği gibi “sil baştan” yapar mı? Cevap normal şartlarda “yapmaz” , hatta “yapamaz” olmalıydı, fakat bu gidişle “pekala yapabilir” noktasına vardık. Bunun birkaç nedeni var: 1) Karşılamalarda ortaya çıkan görüntüler toplumun geniş bir bölümünde derin bir rahatsızlık yarattı. DTP’lilerin yangına körükle gitmeleri bu rahatsızlığı daha da derinleştiriyor.2) Rahatsızlık AKP tabanında da ciddi bir şekilde gözleniyor. Hatta parti tavanının da bu olumsuz atmosferin etkisi altında kaldığı söylenebilir.3) Gül, Erdoğan, Atalay gibi isimlerin rahatsızlığa ek olarak kızgın oldukları da söylenebilir çünkü uzun bir süredir hazırlığı yapılan ve çok önem verdikleri bu “ülkeye dönüş” ün DTP (ve PKK) tarafından rotasından çıkarılmasını hesaba katmamış oldukları anlaşılıyor.4) Daha ilk andan itibaren DTP’nin ne kadar etkisiz olduğu ve PKK ile Öcalan’ın bu süreçle gönülleri istediği gibi oynamaktan geri durmayacakları anlaşıldı. PKK lider kadrosunun son açıklamalarına ve Öcalan’ın avukatlarına söylediklerine bakınca onların bundan sonra geliştirebilecekleri taktik ve stratejileri öngörebilmenin ne kadar zor olduğu ortaya çıkıyor. Özetle açılımı yürüten devlet kadrolarının önlerini görmekte zorlandıklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla şu çıkarıma varabiliriz: İleriyi göremeyen hükümetin tercihi pekala “geri” olabilir.DTP de kaybederŞu anda AKP iki ciddi riskle karşı karşıya: 1) “Kardeşliği pekiştirme” iddiasıyla atılan adımlar şu ya da bu nedenle, ülkeyi olmadığı ölçüde gerebilir; 2) Buna bağlantılı olarak seçmenin bir bölümü AKP’den uzaklaşabilir. Bu iki riskle başetmekte zorlandığı ölçüde “sil baştan” AKP için gerçek bir alternatif olacaktır ve anlaşıldığı kadarıyla oluyor da. Ama “sil baştan” ın da yukarıda saydığımız iki riski kışkırtabileceğini vurgulamak şart. Yani 1) Bu saatten sonra başa dönülürse bu sefer Kürt kamuoyunda çok büyük bir hayal kırıklığı ve kopuş yaşanabilir ve bu durum “kardeşlik” e çok ciddi zarar verebilir; 2) Son aylarını sadece bu açılıma hasretmiş olan AKP’nin geri adım atması onun siyasi itibarına telafisi imkansız olumsuz etkisi olur ve bu muhakkak seçmen tercihlerine de yansır.Şurası çok açık: AKP ne kadar kaybederse DTP (ve genel olarak Kürt siyasi hareketi) de en az o kadar, hatta daha fazlasını kaybeder. Peki çok büyük bir fırsatı ıskalamak üzere olduklarının farkındalar mı? Göründüğü kadarıyla hayır.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın açıklamalarından, PKK militanı ve sempatizanı 34 kişinin ülkeye dönmesinin “Kürt açılımı” kapsamında planlı bir adım olduğunu, kısa süre içinde sayının Mahmur, Kandil ve Avrupa’dan dönüş yapacakların sayısının 100-150’ya ulaşmasının beklendiğini öğrendik. Ama hesapta olmayan çok önemli bir nokta hükümetin tadını epey kaçırmış durumda. Başbakan Erdoğan başta olmak üzere iktidar partisi yetkilileri, gelenlerin karşılanmasının bir şölene, bayrama dönüştürülmüş olmasından rahatsız olduklarını defalarca dile getirdiler.Çünkü Güneydoğu’daki bu şenlik havası ülkenin geri kalan kısmında ciddi manada tedirginlik ve öfkeye yol açıyor. Ülkenin Batısında “Ne oluyoruz?” sesleri AKP tabanını da etkisi altına alacak şekilde yükseliyor. Bu adımın PKK’nın silahsızlandırılıp barış ortamının tesisi, dolayısıyla Kürt sorununun çözümü için elzem olduğu yolundaki değerlendirmeler, bu tepki ortamında ya duyulmuyor ya da kulak ardı ediliyor.“Ne zafer, ne yenilgi”Peki hep böyle mi devam edecek? Daha önemlisi, böyle devam ederse ne olur? Önce ikinci sorudan başlayacak olursak, çok kötü, feci bir durum çıkar ortaya. Daha açılım sürecinin başında dile getirilen “Kürt sorununu çözmek isterken Türk sorunu yaratılması” ikazı doğrulanmış olur. Böylesi bir gelişmenin yaşanması halinde Türkiye’nin nelere sahne olabileceğini dile getirmek, tartışmak bile başlıbaşına bir felaket olur.İlk soruya dönecek olursak: Cevap “Böyle devam etmemeli, edemez” olacaktır. Ancak temenniden siyasi gerçekliğe geçecek olursak, bu gidişatı durdurmanın mümkün olmakla birlikte çok da kolay olmadığını görebiliriz. Kuşkusuz bu noktada DTP’nin, PKK’nın, Abdullah Öcalan’ın ve onlara yakın kişi ve çevrelerin sorumluluğu hayli yüksek. Eğer yasal ve yasadışı Kürt siyasi hareketi, açılıma somut anlamda start verilmiş olmasını bir “zafer” gibi lanse ederlerse hem kendileri, hem hükümet, hem de tüm Türkiye kaybeder. Nitekim DTP Genel Başkanı yaşananları “ne zafer, ne yenilgi” olarak tanımladı, fakat Türk ve arkadaşlarının yollara dökülen binlerce insan üzerinde yeterince etkili olabildikleri kuşkulu. Bunda, bugüne kadar kendilerine yüklenmek isteyen misyonları hep PKK ve Öcalan’a transfer etmek istemelerinin de payı büyük.Kime görev düşüyor?Devlet bu sorunun çözümünü İmralı ve Kandil’e (en azından aleni olarak) havale edemeyeceğine göre nasıl bir yol bulunabilir? Bu aşamada benim “yarı-yasal” olarak tanımladığım, DTP ile PKK ve dolayısıyla Öcalan arasında köprü rolü oynayan bazı isimler devreye girebilir. Her ne kadar son KCK operasyonlarında bu tür isimlerin birçoğu tutuklanmış olmakla birlikte yine de bazı kişiler bu profile uygun gözüküyor. Örneğin 10 yıl önce Öcalan’ın talimatıyla teslim olup yıllarca hapis yattıktan sonra tahliye olanlar.Bunlardan ilk akla gelen isimlerden biri hiç kuşkusuz Seydi Fırat. Pazartesi günü yaşanan ülkeye dönüş operasyonunda kilit rol oynayan Fırat’a dün akşam üzeri konvoyla birlikte Diyarbakır yolundayken ulaştım. Fırat karşılama gösterilerinin ülkenin geri kalan bölümlerinde rahatsızlık yarattığını gördüklerini ve bunun önüne geçmek için neler yapabileceklerini aralarında tartıştıklarını söyledi ve şöyle devam etti: “Bizim tek bir amacımız var: Barış ortamına güç vermek. Bütün bu yaşananlar inanın planlı değildi, halkın kendi geliştirdiği faaliyetlerdi. Zaten bu akşam (dün) Diyarbakır’a varınca son olacak.” Fırat ülkeye dönenlerin dolaştırılmasının söz konusu olmayacağının, yeni geri dönüşler için de planlı karşılamalar düşünmediklerinin altını çizdi. Fırat sözlerini şöyle tamamladı: “Ülkenin Batısında kamuoyunun hassasiyetini, hissiyatını biliyoruz. Bunları çok önemsiyoruz ve kesinlikle bunlara karşı bir tutum içinde olmayacağız. Çünkü barışın başka türlü mümkün olmadığını çok iyi biliyoruz.”