Yanıldım: DTP’li milletvekilleri karar öncesi söyledikleri gibi, iki arkadaşları yasaklandığı için istifa edip sine-i millete döndüler. Onların bu çıkışını Anayasa Mahkemesi’ne karşı bir “blöf” olarak görmemiştim. Fakat, başta yüzde 10 barajı olmak üzere, nedense kısa zamanda unuttuğumuz onca engellemeye rağmen girmiş oldukları TBMM’yi kolay kolay terk etmek istemeyeceklerini düşünüyordum. Nitekim Öcalan’ın karardan hemen önce kapatma ihtimali hakkında söylediği “dünyanın sonu değil” değerlendirmesini de Meclis’te kalmayı sürdürme olarak okudum. Kimbilir belki de böyledir. Belki de Öcalan bu hafta avukatlarına, “Meclis’i terk etmekle yanlış yaptılar” diyecektir. Sanmıyorum ama keşke böyle bir şey olsa. İşte o takdirde DTP’liler bu kadar hayati bir konuda “Öcalan’a rağmen” hareket etmiş olurlar ki, tekrarlayayım, sanmıyorum.Birçok kişi gibi ben de DTP’lilerin Meclis’te kalmalarının, hatta bir milletvekili daha bularak, girecekleri yeni partinin grubunu kurmalarının doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü DTP’yi çok eleştirmiş biri olarak onların olmadığı bir TBMM’nin eksik ve kesinlikle çok tatsız olacağına eminim. DTP’lilerin eksikliğinin AKP’yi de çok rahatsız edeceği açıktır. Fakat açık olan bir diğer nokta, iktidar partisinin DTP’nin kapatılmaması için kılını bile kıpırdatmamış, ağzını açmamış olmasıdır. Bu sessizlik ortamında Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in Bask bölgesi örneğini hatırlatmış olması da, kuşkusuz birçok kişi gibi mahkeme üyelerini de “iktidar partisi de kapansın istiyor herhalde” düşüncesine sevk etmiştir. DTP’nin en sakin isimlerinden Grup Başkanvekili Gültan Kışanak’ın Meclis kürsüsünden bu durumdan rahatsızlığını dile getirirken AKP Çanakkale Milletvekili Mehmet Daniş’in sözlü sataşmasına maruz kalmış olması da ibretlik bir olaydır. Sanırım Daniş ve AKP içinde sayılarının hiç de az olmadığını bildiğim onun gibi düşünenler DTP’lilerin istifasından hayli memnun kalmışlardır.Mahkeme’nin yanlışıDTP’lilerin sine-i millet kararını doğru bulmuyorum ancak anlayışla karşılıyorum. Bu noktada asıl eleştirilmesi gerekenler onların Meclis’teki varlığına başından beri tahammül edemeyen; ellerini sıkmayan; selam vermeyen; adlarını bile telaffuz etmekten kaçınanlardır. Tabii bir de böylesine yanlış bir karara imza atmış olan Anayasa Mahkemesi üyeleri, özellikle de başkan Haşim Kılıç. Son AKP kararında 10 kişiye karşı tek başına durabilen Kılıç, bu sembolik desteği DTP’den neden esirgemiş olabilir? 10 üyenin “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olarak tanımladığı AKP’yi, isabetli bir siyasi karar alarak kapatmayan Mahkeme, neden DTP’nin gözünün yaşına bakmazken “hukuk”un arkasına sığınır? Bir de tabii Kılıç’ın DTP içinde en ılımlı bilinen isimlerden Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un cezalandırılmaları konusu var ki Kılıç, Milliyet’ten Taha Akyol’un bu konudaki sorusunu “İddianamede hakkında yaptırım uygulanması istenen isimler arasında bahsettiğiniz isimler yoktu” diye cevapladı. Halbuki Mahkeme “radikalleri yasaklamadığı” için değil “ılımlıları yasakladığı” için eleştiriliyor.Erken seçim ihtimaliAnayasa Mahkemesi 367 krizinde de yine “hukuk” bahanesiyle tepeden tırnağa siyasi bir karar almış ve ülkenin siyasi çehresi bunun üzerine tamamıyla değişmişti. DTP kararı da böylesine köklü değişimlere yol açabilir. AKP’nin TBMM’de istifaları onaylayarak ülkeyi bir ara seçime sokmak isteyeceği pek akla yatkın gelmiyor. Zira böyle bir seçim Güneydoğu’da bir tür “referandum” olarak algılanabilir. Fakat iktidar partisi ara seçimi engellemek için ne kadar çaba sarf ederse etsin, eğer Kürt açılımında pozitif anlamda bir ilerleme kaydedemezse bir erken seçim kaçınılmaz hale gelebilir. DTP’nin varlığında ilerleyemeyen açılımın DTP’siz yol alabileceğini düşünmekse abartılı bir iyimserlik olacaktır.
‘DÜNYANIN SONU DEĞİL YOLA DEVAM’ DTP’liler sine-i millet çıkışının arkasında durmayacak. Çünkü Öcalan İmralı’da avukatlarına “Yola devam” mesajı verdi. DTP’lilerin kısa sürede yeni bir parti kurup; kaldıkları yerden devam edeceklerini öngörebiliriz. Ahmet Türk kapatma kararından önce “Arkadaşlarımız yasağın olduğu bir parlamentoda bulunmanın bir anlamı olmadığını düşünüyor” diyerek sine-i millete dönme sinyali vermişti. Hatta ara seçim yapılması durumunda buna hiçbir şekilde katılmayı düşünmediklerini de eklemişti. Dolayısıyla DTP’nin kapatılma kararının açıklanmasının ardından, en çok, DTP’lilerin “sine-i millet” çıkışının arkasında durup durmayacakları merak edildi. Ama bu meraklar aslında gereksizdi, çünkü kapatılma kararından bir gün önce Abdullah Öcalan İmralı’da avukatlarına DTP davası sonrasının yol haritasını üç cümleyle özetlemişti: “DTP kapatılması davasının kararı muhtemelen Cuma günü çıkacakmış. Dünyanın sonu değil, kapatırlarsa da mücadelelerini sürdürürler, yollarına devam ederler. Yine Türkiye’de her kesimden demokratları içine alan demokratik bir yapılanmaya gidilebilir.” Öcalan’ın “dünyanın sonu değil, yola devam” sözlerinden hareketle, DTP’lilerin karara kızıp TBMM’yi terk etmelerinin söz konusu olmayacağını, tam tersine en kısa sürede yeni bir parti kurup veya Mayıs 2008’de “yedek parti” olarak kurulduğu söylenen Barış ve Demokrasi Partisi’ne geçip kaldıkları yerden devam edeceklerini; hatta DTP’nin desteğiyle seçilmiş olan İstanbul Bağımsız Milletvekili Ufuk Uras’ı da aralarına alıp TBMM’de yeniden grup kuracaklarını öngörebiliriz.DTP’yi o kurdurmuştuNitekim Ahmet Türk’ün kararın hemen ardından yaptığı kısa açıklama da, karara yönelik derin bir hayal kırıklığını ve kızgınlığı içermekle birlikte, Öcalan’ın “yola devam” perspektifinin parti yönetiminde hakim olduğunun izlerini taşıyordu. Onun, “Elbette ki bu karar bir umutsuzluğa yol açmıştır. Mücadelemiz devam edecektir. Bunun için, benim ve 37 kişinin yasaklanmış olması süreci durduramayacaktır” sözlerinden, DTP’li milltevekilleri ve belediye başkanlarının ve siyasi yasak gelmemiş partililerin yeni bir parti saflarında toplanacakları sonucunu çıkartabiliriz.“Öcalan’ın üç cümlesine neden bu kadar önem atfediyorsun?” diyenlere 23 Ekim 2004 tarihli Vatan Gazetesi’nin manşetini hatırlatmak isterim. O günkü gazete “Talimat Apo’dan” başlığıyla çıkmıştı ve adı sonradan DTP olacak olan partinin Öcalan tarafından nasıl en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış olduğunu, onun avukatlarıyla yaptığı görüşmelerin internette yayınlanan notlarından hareketle göstermiştik.Şöyle ki: 22 Ekim 2004 günü DEP eski Milletvekili Leyla Zana ve arkadaşları, düzenledikleri basın toplantısında “Demokratik Toplum Hareketi” (DTH) sürecini başlattıklarım ilan etmişlerdi. Ancak o tarithe faaliyette bulunan DEHAP ve ÖTP’nin kendilerini feshedip bu iki partide yer alanların, yeni başka katılımlarla birlikte DTH çatısı altında toplanması fikrinin Öcalan’a ait olduğunu söylememişlerdi. Halbuki Öcalan, 2002 Kasım genel seçimlerinin ardından bu konuda kafa yormaya başlamış, DEHAP’ın 2004 yerel seçimlerindeki başarısızlığının ardından yeni bir parti kurulmasına ilişkin kesin kararını vermiş ve bu konuda çok detaylı talimatlar yollamıştı. Öcalan buna bağlı olarak yeni parti için aylar önce bazı avukatlarını bizzat görevlendirmişti. Bu kişiler de uzun bir süredir, Güneydoğu, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere değişik bölgelerde temaslarda bulunuyor, yeni partinin altyapısını kuruyorlarlardı. Son olarak Öcalan, Zana ve arkadaşlarının basın toplantısından bir gün önce yine avukatlarına DTH’nin temel ilkelerinin neler olması gerektiğini sıralamış ve yeni partide “eşbaşkanlık” sistemine geçilmesi talimatını vermişti.DTP’lilerin, özellikle açılım süreciyle birlikte, her vesileyle, devletin esas olarak Öcalan’ı muhatap alması gerektiğinde ısrar ettikleri; son olarak onun yeni hücresinden şikayetlerini Türkiye’nin bir numaralı gündem maddesi haline getirmek istedikleri (ve sokak gösterileri sayesinde bunu başardıkları) düşünülürse DTP’lilerin, Öcalan’ın önceki gün çizdiği çerçevenin dışına çıkmaları pek gerçekçi olmayacaktır. DTP HAZIRLIĞINI VATAN MANSET YAPMIŞTI Tarih, 22 Ekim 2004... Kapatılan DEP eski milletvekilleri Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak bir basın toplantısı yaptı. Ve “Demokratik Toplum Hareketi’nin sürecini başlattıklarını ilan etmişlerdi. VATAN’ın manşetten duyurduğu haberde Ruşen Çakır, şu yorumu yapmıştı: ”Demokratik Toplum Hareketi adıyla yeni bir oluşum başlatma fikri Zana ve arkadaşlarının değil. Öcalan 2002 genel seçimlerinin ardından bu konuda kafa yormaya başladı. Avukatları onun verdiği talimatla bir süredir yeni bir partinin alt yapısını kuruyorlur...“ ANALİZ Güvercinleri şahinlere kurban ettiler EVET DTP’liler, özellikle son günlerde kapatılmalarını kolaylaştıracak çok şey yaptlar. Evet, kamuoyunun önemli bir bölümü DTP’nin varlığından rahatsız. Evet, Anayasa Mahkemesi, Başkanı Haşim Kılıç’ın vurgulamaya çalıştığı gibi tamamen hukuki bir karar almış olabilir. Evet mahkeme kapatma kararına firesiz bir şekilde, oybirliğiyle vardı... Daha bir sürü meşrulaştırıcı nokta sıralayabiliriz ancak bunlardan hiçbiri DTP’nin kapatılmasının doğru olduğunu bize göstermez. Doğru olmadığı gibi baştan aşağıya yanlış bir karar söz konusu. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararının ne uzunlukta olacağını bilmiyoruz ancak bu kararın neden yanlış olduğu üzerine sayfalarca yazabiliriz. Örneğin işe, Kürt siyasi hareketinin yasal örgütlenmelerinin çoğunun kapatılmış olmasıyla Türkiye ne kazandı, ne kaybetti diye sormakla başlayabiliriz. Ortam ne kadar radikalleşirse bu partilerin o kadar güçlü oldukları ortada. DTP yerine kurulacak olan parti de, bir müddet kuruluş sancıları yaşayacak ancak kısa süre içinde, milletvekilleri ve belediye başkanlarıyla, daha bilenmiş bir şekilde yola devam edecektir. Bu partilerin tabanının kapatmalardan sonra onlardan uzaklaşacağını beklemek de kuru bir hayaldir.Mahkeme öyle bir karar verdi ki “DTP içinde en ılımlı isimler kimdir?” diye sorulduğunda adları muhakkak ilk beşte sayılacak iki kişiye, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a yasak getirdi. AKP ile ilgili son kararı görmüş bizlere kimse “ama mahkeme hukuka göre karar veriyor” demesin. Türk ve Tuğluk gibi “güvercin” lerin “şahin” lere kurban edilmesinin demokrasimize ve dolayısıyla ülkemize nasıl bir hayrı olabilir? Sonuç olarak bu karar Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemlerle çözüm arayış ve çabalarına indirilmiş çok ağır bir darbedir. Ve görüldüğü kadarıyla radikalizmin güçlenmesine hizmet edeceği açık olan bu kararın bedelini sadece DTP’liler ve onun tabanı değil, ona sevinenler başta olmak üzere tüm Türkiye ödeyecektir.
Tam da ülkenin birçok köşesinin yangın yerine döndüğü ve açılımın tıkandığı bir noktada, Başbakan Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ile görüşmesinden saatler önce Tokat Reşadiye’de bir pusuyla 7 askerin şehit edilmesi, birçok kez olduğu gibi “provokasyon” iddialarını öne çıkarttı. İlk olarak Başbakan Erdoğan Washington’da, saldırının “önündekiler ve arkasındakiler” vurgusu yaptı ve “taşeronlar ve tetikçiler”in cezalandırılacağını söyledi. Ardından Cumhurbaşkanı Gül, “Ne zaman çözüm gündeme gelse provokasyonlar oluyor” dedi. DTP Lideri Ahmet Türk ise saldırıyı 1993’de Bingöl’de 33 erin şehit edilmesine benzetip “karanlık bir provakasyon olduğu gün gibi ortada” dedi. Bu tür tespitlerden güç alınarak olayın ardında “karanlık odaklar” arandı. Hatta bazıları, Ergenekon tutuklusu İbrahim Şahin ile ünlü belgedeki ıslak imzanın sahibi olduğu öne sürülen Albay Dursun Çiçek’in de Reşadiyeli olmalarından hareketle olayı Ergenekon’la bağlantılandırmaya çalıştılar.“Provokasyon” iddialarının bu kadar ön plana çıkmasının ardında şöyle bir mantık işletiliyordu: 1) Reşadiye’de böylesi organize bir saldırıyı ancak PKK yapabilir.2) PKK “eylemsizlik kararı” adını verdiği bir tür ateşkes uyguluyor ve belli bir süredir güvenlik güçlerine yönelik bu tür pusular kurmuyor.3) Böyle bir saldırıdan PKK’nın hiçbir çıkarı olamaz.4) Bu saldırı açılıma karşı olanların ekmeğine yağ sürmüştür. Hep aynı filmFakat bir kez daha gördük ki PKK’nın söz konusu olduğu bir ortamda akıl, mantık, sağduyu, vicdan gibi değerleri aramak nafiledir. Çünkü örgüt, ömrü boyunca olmadık zamanlarda olmadık saldırılara imza atmış; kimini hiç sahiplenmmiş, kiminin sorumluluğunu bir süre bekledikten sonra üstlenmiş, bazılarının da başkalarının sırtına yüklenmesine itiraz etmemiştir. Yine bir kez daha açık ve acı bir şekilde gördük ki PKK’nın söz konusu olduğu bir ortamda fazladan bir provokatöre, komplocuya ihtiyaç yoktur. Çünkü onca yıl boyunca varkalmasını bir dizi provokasyon ve komploya borçlu olan bir örgütten söz ediyoruz. Aynı zamanda, ne kadar merkezi disipline sahip olduğunu söylerse söylesin bütün unsurlarını denetleyemeyen bir örgüttür PKK. Bazı üyelerinin merkezden bağımsız bazı faaliyetleri örgütü zor durumda bırakmakla birlikte, PKK’ya esas olarak üyelerinin kendi başlarına hareket edebilmesinin hayatiyet kazandırmakta olduğunu göz ardı edemeyiz.Karayılan’ın sözleriHatırlayalım Mayıs ayında Milliyet’ten Hasan Cemal Murat Karayılan’a şu soruyu sormuştu: “Tek taraflı ateşkes, eylemsizlik dediniz, bunu 1 Haziran’a kadar uzattığınızı açıkladınız. Peki bu arada Diyarbakır ve Hakkâri’de 10 askerin şehit olmasına yol açan son PKK saldırıları neydi?” Karayılan’ın ilk tepkisi “Bundan biz de üzgünüz” olmuş ve sözlerini şöyle sürdürmüştü: “Merkezden planlı bir şey değildi bu. Yerel düzeyde, sahada kendi inisiyatifleriyle alınmış bir karardı. Askerin araziye çıktığını görüyor, bir operasyonla üzerine gelindiği hissiyatına kapılıyor ve kendini korumak için tedbir alıyor, mayın döşüyor. Biz de üzgünüz.” Aynı söyleşide Karayılan Diyarbakır’da dershane önündeki kanlı bombalı saldırı hakkında da “Çok yanlıştır. Biz de tasvip etmedik. Kontrolümüz dışında oldu” diyebilmişti.Röportajın hemen ardından Vatan’da, Karayılan’ın söylediklerinin hiç tatminkâr olmadığını, hele “Uzattığımız el havada kalmasın” sözlerinin inandırıcı olmadığını belirtip şöyle devam etmiştim: “Estirilen onca olumlu havaya rağmen PKK’nın ve dolayısıyla Karayılan’ın el uzatıyor olduğunu düşünmüyorum. Olsa olsa ‘el uzatma için ön pazarlık yapma gayretleri’nden söz edebiliriz. Diğer bir deyişle ‘PKK üstüne düşeni yaptı ya da yapmaya hazır, şimdi sıra devlette’ yaklaşımı pek gerçekçi değil.” Evet, PKK üstüne düşeni yapmadı. Bundan sonra da yapacağa benzemiyor. Bunun faturasının hem kendileri, hem bütün Türkiye için ne kadar ağır olacağını çok geçmeden göreceğiz.
Hep tartışıyoruz: Kürt sorunu ile PKK sorunu arasında ne tür bir ilişki var? PKK, Kürt sorununun doğrudan sonucu ve dolayısıyla ürünü olmakla birlikte zaman içinde bu sorunun kaderinde önemli rol oynar hale geldi. Dün “önce terör (PKK) sorununu halledelim, sonra Kürt sorununa bakarız” deniyordu. Günümüz itibariyle bu strateji tam anlamıyla iflas etmiştir. Öte yandan “Kürt sorununu çözersek PKK’yı da halletmiş oluruz” gibi bir yaklaşım da geçerli değil. Hatta Kürt sorununu PKK’yı dışlayarak çözmenin iyice imkansız hale geldiği ileri sürülebilir. Yani Kürt ve PKK sorunlarının iç içe geçmiş olduğunu ve karşılıklı olarak birbirlerini etkileyip yer yer de belirlediklerini söyleyebiliriz. Dolayısıyla her iki sorunu bir arada ele almak ve olabildiğince birlikte çözmeye çalışmak gerekiyor.Bununla birlikte Kürt sorununun çözümüne yönelik olarak bazı demokratik açılımlara zemin hazırlayabilmek için PKK sorununa öncelik ve ağırlık vermek gerektiği de ortadadır. Çünkü PKK’nın terör kartını güçlü bir şekilde kullandığı bir ortamda Kürt sorununa yönelik ileri düzenlemeler yapılmasını kamuoyunun çoğuna ikna etmek kolay, hatta mümkün olmayacaktır.Habur’da suya düşen planlarİşte hükümetin açılımını başlangıçta cazip kılan, çözümün zorunlu ilk aşaması olarak gördüğümüz “PKK’nın silahsızlandırılması” konusunda bir formül bulunmuş olduğu izlenmiydi. Sorduğunuz zaman hiçbir yetkili bu konuda sır vermiyordu ancak bir şeylerin pişirilmekte olduğunu da yalanlamıyorlardı. Sonuçta Washington, Bağdat ve Erbil’le yürütülen yoğun diplomatik trafik ve buna paralel olarak istihbarat görevlilerinin sürdürdüğü bazı örtük faaliyetler sonucu PKK’nın, ksımen baskı altında kalarak, kısmen de kendi rızasıyla silah bırakmaya yanaşacağı yolunda bir beklenti oluşmuştu. Habur’dan ilk gelişler de bunun başlangıcı olarak kayda geçti.Fakat ülkeye dönen mülteciler ve PKK militanlarının bir şenlik havasında karşılanmasının doğurduğu tepkiler üzerine bütün plan ve hazırlıkların altüst olduğu gözlendi. Avrupa’dan yeni PKK’lıların ve Mahmur’dan yeni mültecilerin gelişi ertelendi. Bu sırada Öcalan, kendisinin devlet tarafından muhatap alınmayacağını kavramasıyla sürece müdahale etti ve yeni gelişlerin durdurulması talimatını verdi. Bununla da kalmadı, İmralı’daki yaşam koşullarının kötüleştirildiğinden de yakınarak, devletin kendisini, PKK’yı ve DTP’yi “tasfiye” etmek istediğini ileri sürdü. O andan itibaren de Türkiye bir yangın yerine döndürüldü. DTP’nin kapatılma davasının Anayasa Mahkemesi tarafından görüşülmesinin aynı günlere denk gelmesiyle sorun daha da büyüdü.Yeni formül arayışıŞu an için Öcalan, PKK ve DTP’nin, birbirleriyle uyumlu bir şekilde açılımın dışına çıkmış haldeler, hatta ona karşı duruyorlar. Hal böyle olunca, açılımın ilk aşaması olan “PKK’nın silahsızlandırılması” nasıl mümkün olabilecek? PKK’nın, rıza göstermemesine rağmen Kandil’den sökülüp atılabilmesi mümkün olabilir mi? PKK’yı Kuzey Irak’tan hangi güç zorla (silahla) çıkarabilir? Irak Kürtleri mi? Irak merkezi yönetimi mi? Amerikan ordusu mu? Yoksa TSK mı?PKK’nın “zorla tasfiyesi” yıllardır gündemdedir ve değişik denemelerden sonra bunun mümkün olamayacağı ortaya çıkmıştır. Çünkü Irak Kürtleri PKK’ya karşı silah kullanmayacakları (aslında kullanamayacakları demek daha doğru olur), hatta başkalarına da göz yummayacaklarını her vesileyle tekrarlıyorlar. Irak merkezi yönetimin gücünün zaten olmadığını biliyoruz. Kendi derdiyle uğraşan ve Irak’tan bir an önce çıkıp Afganistan’a yoğunlaşmak isteyen ABD de, “anlık istihbarat paylaşımı”nın ötesinde askeri bir katkıda bulunmayacağını sürekli tekrarlıyor ve Ankara’ya ısrarla “bu iş sadece silahla olmaz” diyor. Geriye TSK’nın bizzat PKK’yı Kuzey Irak’tan temizlemesi kalıyor ki son kara harekatını hatırlayınca bunun gerçekçi bir beklenti olmadığı anlaşılıyor.O zaman Başbakan Erdoğan ABD yolunda uçakta, neden Kandil ve Mahmur’un tasfiyesinden söz ederken kafasında nasıl bir formül vardı? Bilmiyorum, açıkçası kafasında artık herhangi bir çözüm modeli kalmış olduğunu da düşünmüyorum. Peki yeni bir formül geliştirtirilebilir mi? Şu koşullarda o da çok zor gözüküyor.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay haklı: On yılların sorununun birkaç ayda çözülmesini beklemek haksızlık olur. Ama Atalay, o birkaç ayda çözümün değil de çözümsüzlüğün neden bu kadar pirim yaptığını ve açılımın daha başlayamadan bitmekte olduğu şeklindeki imajın iyice güçlendiğini bize açıklamadı. Öyle bir noktaya geldik ki, daha ilk andan itibaren açılıma karşı olan, onun gerçekleşememesi için ellerinden geleni yapanlar haklı çıktıklarını düşünüyorlar. Kürt sorununun çözümü için tarihi bir fırsat yakalandığını, eğer bu da kaçırılırsa çözümün iyice imkansızlaşacağını düşünenlerse tedirgin. Bu durumda önce “neden böyle oldu?” sorusunun cevabını aramak gerekiyor:Hükümet açılımı anlatmadı, anlatamadı: Çünkü hem açılım kapsamındaki birçok plan ve proje tam anlamıyla şekillendirilmemişti, hem de düşünülen bazı uygulamaların kamuoyunda yaratacağı tepkilerden ürkülüp bir “hazım süreci” hesaplanıyordu. Süreçte kısa, orta ve uzun vadeli adımlar atılacağı söylendi ve bazı “kısa vadeli” uygulamalar dile getirildi, hatta hayata da geçirildi ancak en çok merak uyandıran orta ve uzun vadeli niyetler telaffuz dahi edilmedi. Bu yüzden hem açılım karşıtı muhalefetin “devletin temel ilkeleriyle oynayacak”, hem de DTP çevrelerinin “dağ fare doğuracak” şeklinde propagandalarına elverişli bir zemin yaratıldı.Medya tam anlamıyla açılıma angaje olmadı: Başlangıçta büyük bir çoğunluk açılıma aktif ve coşkulu destek verdi ancak gerek muhalefetin itiraz bombardımanlarının, gerekse somut ve olumlu ilerlemeler katedilememesi nedeniyle ayaklar sürünmeye başlandı. Birçok uygulamasında AKP hükümetinin neredeyse kayıtsız şartsız yanında olan bazı medya kuruluşları ve gazetecilerin ürkek pasifliği veya yaratıcı olmayan destekleri özellikle dikkat çekti. Nitekim Kürt hareketinin açılımdan desteğini çekip sokakları çatışma alanına çevirmesiyle birlikte medyanın özenli ve dikkatli üslubunu terk edip eski söylemine dönmeye başlandığı görülüyor.Birkaç isim dışında AKP açılımı sahipsiz bıraktı: Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan Erdoğan, İçişleri Bakanı Atalay, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bazı TBMM Grup Başkanvekilleri, bir avuç milletvekili ve kısmen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu... Bunlar dışında açılımı sürekli gündemde tutan kimse yok gibi. Bunun bir nedeni, “kimse kendi kafasına göre hareket etmesin” şeklindeki uyarılar olabilir, fakat bu yüzden ülkenin Batısı muhalefetin, Güneydoğu’su da DTP’lilerin yoğun karşı propagandalarına terk edilmiş oluyor. Üstelik AKP içinden çıkan birkaç farklı sesin de açılıma yönelik kuşkuları pekiştirdiği görülüyor. Zira biliniyor ki AKP’nin seçmen tabanı, hatta partinin üst düzey bazı isimleri bile bu açılıma tam anlamıyla sıcak bakmıyorlar.Hükümet kararlılığını gerçek hayata yansıtamadı: Başbakan Erdoğan, kendi tabanından da olumsuz mesajlar almış olsa gerek ki, her ne kadar ısrarla “yola devam” dese de açılımda epey tutuk davranıyor. Önce Habur’daki şenlik havası, ardından stadyumlarda ve İzmir’de gösterilen ayrımcı tepkiler ve nihayet Kürt siyasi hareketinin Öcalan’ın yaşam koşulları bahanesiyle sokakları yangın yerine çevirmesi nedeniyle hükümet iyice felç olmuş durumda.Öcalan, PKK ve DTP yanlış okundu: En son gelişmelerin ışığında hükümetin yasal ve yasadışı Kürt siyasi hareketine yönelik taktik ve stratejilerinin isabetli olmadığını söyleyebiliriz. Öcalan’ın yoksayma politikasının Kürt siyasi çevrelerinde (ve hatta Öcalan tarafından) anlayışla karşılanacağı sanıldı fakat son sokak gösterileri bunun büyük bir yanılgı olduğunu bize gösteriyor. Öcalan’ın yeni hücresinden şikayet etmesi işin bir nevi bahanesi. Onun açılıma savaş açmasının esas nedeni devletin direkt olarak kendisini muhatap almayacacağını anlamış olması. Açılımın tıkanmasının gerekçelerini daha da uzatabiliriz, ancak burada kesip yakın gelecekte bizi bekleyen bir başka yanlışa kısaca değinelim: Erdoğan ABD yolunda uçakta, Kandil ve Mahmur’un ne yapıp edilip tasfiye edileceğini söylemiş. Onun bu sözleri, Öcalan’ın 25 Kasım’da avukatlarına söylediği “bizi tasfiye etmek istiyorlar” uyarısıyla örtüşüyor. Eğer devlet PKK’yı Kuzey Irak’tan, kendi rızası olmadan, diğer bir deyişle zorla tasfiye edebileceğini düşünüyorsa yanılıyor. Enerjisini bundan sonra böyle bir tasfiyeye yoğunlaştırmasının nafile olma dışında ne derece tehlikeli olabileceğini yarın tartışmak üzere.
PKK yandaşları, bir yandan örgütün kuruluş yıldönümünü kutlamak, ancak esas olarak Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki yaşam şartlarını protesto etmek amacıyla Güneydoğu ve Batı’daki büyük şehirlerde sokaklara dökülüyor ve güvenlik güçleriyle çatışıyorlar. Bu gösterilerin DTP’nin kontrolü dışında, hatta “DTP’ye rağmen” yapıldığı düşünülüyordu. Fakat Genel Başkan Ahmet Türk önceki gün yaptığı açıklamayla olaylarda sorumluluk üstlenmemekle birlikte göstericilerin taleplerini sonuna kadar desteklediklerini açıklayınca Kürt siyasi hareketinde ayrışma bekleyenler hayal kırıklığına uğradı.Ne var ki Türk’ün açıklamaları, DTP’nin, Kürt açılımı sürecinde inisiyatif alan değil kelimenin gerçek anlamıyla “sürüklenen” bir parti olduğunu bir kez daha gösterdi. Peki kim peşinden sürüklüyor DTP’yi? Öncelikle, her geçen gün daha da radikalleşen ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu Kürt siyasi hareketinin kitle tabanı DTP’ye genellikle küçümseyerek bakıyor. DTP’nin sık sık sokağa da taşan tabandaki öfkeyi dindirebilmesi mümkün gözükmüyor; hatta bu öfkeden nasiplerini almamak için DTP yöneticileri söylem ve eylemlerini tabana göre ayarlıyorlar.İkinci olarak PKK geliyor. DTP’nin tamamıyla örgütün ipoteği altında bulunduğu artık bir sır değil. Şu ana kadar, özellikle açılım sürecinde DTP’lilerin PKK’yı kızdıracak herhangi bir tutum ve davranışına tanık olmadık. Tam tersine Kürt siyasi hareketinin esas örgütlenmesinin partileri değil PKK olduğunu değişik vesilelerle tekrarladılar. DTP’ye ise, devlet ile PKK arasında bir tür arabuluculuk misyonunu uygun gördüler. Burada bir noktanın altını çizmek lazım: DTP’liler Kürt sorununun çözümünün gerçek, hatta tek muhatabı olarak devleti görüyorlar, toplumu, onun tepki ve beklentilerini önemsemiyorlar; en iyimser deyişle, geri plana atıyorlar.Öcalan’ın şikayetleriSon olarak tabii ki Öcalan çıkıyor karşımıza. PKK liderinin sadece DTP’yi değil, PKK’yı, genel olarak Kürt siyasi hareketini ve nihayet tüm Türkiye’yi bir nevi rehin aldığını söyleyebiliriz. Öcalan başlangıçta destek verir gözüktüğü (hatta nerdeyse kendisinin başlattığını ileri sürdüğü) açılımı 25 Kasım 2009 tarihi itibariyle tam anlamıyla sabote etti. Bu sabotaj sonucunda açılım treninin iyice rayından çıktığını söyleyebiliriz.25 Kasım’da ne oldu? Öcalan o tarihte avukatlarıyla görüştü ve 17 Kasım’da nakledildiği yeni hücresini uzun uzun, alabildiğine ayrıntılı bir şekilde, kötüledi. İşte Öcalan’ın “ölüm çukuru” olarak tanımladığı yeni hücresi hakkındaki bazı sözleri: “Havasızlıktan dolayı sanki beynimdeki hücrelerin öldüğünü hissediyorum. (...) Burada yarı baygın bir şekilde, yarı ölü bir şekilde yaşamaktayım. Buna ne kadar dayanırım, ne kadar bu koşullar da yaşanır bilemiyorum. (...) Nasıl bir idam mahkûmu asılma sırasında can havliyle kasılır, son nefesini vermeden önce çırpınır, benim durumum da buna benzerdir. Biliyorsunuzdur, insan asılırken ilk verdiği tepki kasılmadır, vücut kasılmasıdır. Biliniyor, Saddam idam edilirken üç dakika içinde öldü. Benim buradaki durumum her gün onlarca kez bu şekilde idam ettirilme durumudur, koşuludur. Ben idamdan da korkmuyorum. Ben Saddam’ın yaşadığı üç dakikalık kasılmayı her gün yirmidört saat yaşıyorum. (...) Tabii ben burada her an ölebilirim. Benim ölümümün etkisi çok büyük olur, kaos olur. Ölümüm sonrası çok kanlı süreçler yaşanır ve büyük karışıklıklar olur. (...) Buradaki durumum biraz da benim genetik yapımla alakalı olabilir. Babam nefessizlikten öldü. Ben de burada nefessiz bırakılıyorum. Bu durum oldukça zorlayıcı. (...) İsa çarmıha gerilirken, eti paramparça edilirken bile üzerinde bu kadar oyun, bu kadar dalavere dönmüyordu. Ama benim üzerimde ise binbir türlü oyun oynanıyor. Bir sürü hesap, dalavere dönüyor.” Tasfiye süreciTek başına bu anlattıkları bile taraftarlarının açılıma desteklerini çekmeleri için yeterli olabilirdi, fakat Öcalan, açılımı “tasfiye süreci” olarak tanımlayarak en öldürücü darbeyi indirdi. İlginçtir: 25 Kasım’da Öcalan, her zaman olduğu gibi yine kendisini merkeze alarak, önce kendisinin, ardından PKK ve DTP’nin tasfiye edilmek istendiğini ileri sürdü. Avukat görüşme notları internet üzerinden yayınlanır yayınlanmaz gerek DTP, gerek PKK, gerekse Kürt hareketinin tabanı, açılıma bakışlarını büyük ölçüde değiştirdiler ve Öcalan’ın “tasfiye” tespitinin üzerinden daha 10 gün geçmeden kendilerini bütünüyle sürecin dışına attılar. Peki buradan geri dönüş olur mu? Sanıyorum mümkün, ama bu Öcalan’ın şikayetlerinden vazgeçmesiyle olabilir.
ABD Başkanı Barack Obama’nın dış politikada önceliği Irak’tan Afganistan’a devretmek istediğini biliyorduk. Çok yakın çevresinden güçlü itirazlara rağmen Obama bu stratejik değişikliği nihayet hayata geçiriyor ve Türkiye dahil NATO’daki müttefiklerinden geniş çaplı destek talep ediyor.Önce Obama’nın Afganistan konusundaki ısrarını irdeleyelim: Aslında Obama, kendinden önceki Başkan George W. Bush’un çok kritik olduğu iyice alenileşen bir hatasını tamir etmek istiyor. Hatırlayalım, Bush 11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından uluslararası kamuoyunun da yoğun desteğini alarak Afganistan’da hem Taliban rejimine, hem de bu ülkede üslenmiş olan El Kaide’ye savaş açmıştı. Bush kısa süre içinde Afganistan’da iktidara kendi işbirlikçilerini getirmesine rağmen ne Taliban, ne de El Kaide’nin üst düzey kadrolarını ele geçirebildi. Ve birdenbire Afganistan’ı büyük ölçüde terk edip bir dizi yalanla Irak’ı işgal etti. Doğal olarak kısa süre sonra Afganistan’da büyük bir boşluk oluştu ve beli gerçek anlamda kırılmamış olan Taliban, işbirlikçi Hamid Karzai rejiminin kokuşmuşluğundan da geniş olarak istifade ederek yeniden güçlendi ve bu boşluğu bir ölçüde doldurdu.Pakistan sorunuAfganistan sorununun bir diğer ayağı da Pakistan’dır. Gerek Taliban, gerekse El Kaide, başta istihbarat servisi ISI olmak üzere Pakistan derin devletinden ve bu ülkede her geçen gün güçlenen radikal İslamcı hareketlerin koruması altında olmuşlardı. 2000’li yılların ortalarından itibaren çok çarpıcı bir gelişmeye, Pakistan’ın özellikle sınır bölgelerinin Talibanlaşmasına tanık olmaya başladık. İşte Obama, Bush’un yarım bırakmış olduğu ameliyatı tamamlamak ve Afganistan’dan radikal İslami hareketleri temizlemek istiyor. Tabii bunu sadece Afganistan’ı değil, nükleer silaha sahip olması nedeniyle bölgedeki stratejik önemi katlanarak artmış olan Pakistan’ı da düşündüğünden yapmak istiyor.Obama’nın bu projesinin gerçekleşme şansı ne kadar? İstediği kadar asker yığsın, istediği kadar para akıtsın bu tren çoktan kaçtı. Her şeyden önce askeri yöntemlerle bir sonuca varma imkanı dün yoktu, bugün hiç yok. Washington yönetimi eğer Taliban’ın El Kaide ile bağlarını koparıp içlerinden nispeten “ılımlı” olarak görülebilecek kadrolarını Afganistan yönetimine katabilirse belli bir başarı yakalamış olur. Tabii bu arada Pakistan’ın istikrarsızlaşmasının önünü bir şekilde alabilmeleri şart. Aksi takdirde iki ülkeyi birden kaybedebilirler.Türkiye’ye biçilen rolObama göreve geldiği andan itibaren kafasındaki bu anlamsız projeye Türkiye’yi de dahil etmek istiyor ve bu yüzden Washington ile Ankara arasında bir süredir bir Afganistan satrancı oynanıyor. Obama’nın beklentisi açık: Neredeyse başından beri Afganistan’da varolan Türkiye’nin daha fazla asker, daha fazla imkan ve enerjiyle bu hayati sorunlarına doğrudan dahil olması. Zira Türk askerleri Afganistan’da hiçbir zaman “terörle mücadele, uyuşturucu ile mücadele, mayın temizleme” gibi riskli ve bu ülke vatandaşlarıyla karşı karşıya gelmelerine yol açabilecek görevlere ellerini sürmediler. Son MGK toplantısında da aynı konu etraflıca ele alındı ve TSK’nın riskli alanlara girmeme kararlılığının altı bir kez daha kalın bir şekilde çizildi.Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’la Başkan Obama’nın buluşmasında çok ciddi pazarlıklar yaşanması şaşırtıcı olmayacak. Türkiye’nin asker sayısını kısmen artırsa da terörle mücadele gibi konulara bulaşmak istemeyeceği kesin. Obama’nın bu durumdan memnun olmayacağı ve Erdoğan’ı ikna edebilmek için elindeki her türlü kartı masaya sürmesi muhtemel. Afganistan pazarlığının Irak’la doğrudan ilgisi olduğunu da akılda tutmak şart. Çünkü Obama Irak’ı terk edip güçlerini esas olarak Afganistan’a taşımak istiyor. ABD’nin Irak’ı gerekli önlemleri almadan boşaltması halinde Türkiye’nin iyice risk altında kalacağı da sır değil. Bir diğer aşikâr olan husus da hükümetin “Kürt açılımı”nın doğrudan bu süreçlerle ilişkili olması. Özetle Obama’nın Afganistan planları bizlerin kaderini doğrudan ilgilendiriyor.Türkiye Irak bataklığına saplanmaktan son anda, kılpayı kurtulmuştu. Bakalım Bush’un yapamadığını Obama becerebilecek mi? Türkiye’yi de kendisiyle beraber Afganistan batağına çekebilecek mi?
Biliyorum kimileri daha başlıktaki soruya itiraz edecek. Onlara göre AKP iktidarı bir şeyler yapmak istedi istemesine ama gerek yüzüne gözüne bulaştırması, gerekse karşılaştığı çok yoğun ve etkili muhalefet nedeniyle açılımı çoktan rafa kaldırdı. Kısacası toplumun bir bölümü, açılımın daha başlamadan bittiğine, yani ölü doğduğuna inanıyor ve tabii ki temenni ediyor. Bir başka grupsa “Kürt açılımı” sözünden rahatsız. Bunun yerine “demokratik açılım”, hatta “milli birlik projesi” demeyi uygun görüyor, hatta dayatıyor. Halbuki Başbakan Erdoğan bile işin başında bu süreçten “Kürt açılımı” olarak söz etmişti. Fakat kısa süre sonra gelen bazı tepkilerden hareketle açılımın başına “Kürt” terimini koymaz oldu. Başlangıçta bunun bir “taktik” olduğu düşünülmüştü, fakat dünkü TBMM Grup konuşmasında Alevi çalıştaylarını da “demokratik açılım” kapsamında tarif edince işler iyice karıştı. Görülüyor ki hükümetin kafasındaki “demokratik açılım”, sadece Kürt sorununu değil birçok sorunu, dolayısıyla birden fazla açılımı (Kürt, Alevi vb.) kapsıyor. İlk bakışta bu stratejinin daha isabetli ve makul olduğu sanılabilir fakat daha açılımların tek tek herbirini yürütmede epey zorlanan hükümetin, bunların tümünü birden gerçekleştirmesi ve çok sayıda kangren olmuş yarayı aynı anda tedavi etmesi mümkün ve gerçekçi değil. Öte yandan Aleviler, kendi taleplerinin yerine getirilmesinin Kürt sorununun çözümüyle irtibatlandırılmasından; Kürtler de işin içine başka sorunların da katılıp yer yer ikinci plana itilmekten rahatsızlar.PKK’nın suni gündemiTekrar baştaki sorumuza dönecek olursak, Kürt açılımında anlaşılması ve tarifi epey zor bir dönemden geçtiğimiz söylenebilir. Bunun nedeni, açılımın ilk ve zorunlu aşaması olan PKK’nın silahsızlanması konusu tam anlamıyla belirsiz. Habur’daki dönüşlerin yarattığı tepki nedeniyle hükümet frene basmış durumda. Buna ek olarak PKK sözcüleri yeni dönüşlerin söz konusu olmadığında ısrarlı. Kaldı ki PKK’nın şu anki ana gündemi açılımın geleceğinden çok Öcalan’ın İmralı’daki yaşam koşulları, daha doğrusu yeni hücresi. Ülkenin dört bir yanında düzenlenen gösteriler ve bu sırada güvenlik güçleriyle girilen çatışmaların açılıma hayli gölge düşürdüğü açık.Bu arada bir parantez açıp, PKK yanlılarının Diyarbakır’da AKP binasının dışında Hizbullah çevrelerine yakın olduğu söylenen Şura-Der adlı derneğe molotof kokteylli saldırı düzenlemiş olmasının mantığını kavramak güç. Geçmişteki PKK-Hizbullah çatışması ve bunun PKK’ya çok pahalıya patladığı hatırlanacak olursa böylesi bir provokasyondan ne bekliyor olduklarını şahsen çıkaramıyorum. Tabii şurası muhakkak: Açılımın olmasını arzu etmeyenlerin en fazla isteyecekleri şeylerin başında bu tür bir çatışmanın yeniden başlaması geliyordur.Fırtına öncesi sessizlikAçılımda gelinen noktanın en belirgin özelliği öngörüde bulunmanın zorluğu. Zira açılımın başlamasıyla birlikte ülkedeki bütün dengeler altüst oldu, ezberler bozuldu; iktidar partisininki dahil. Hal böyle olunca açılımın ana aktörlerinin neyi, niçin ve nasıl yapacağını (veya yapmak isteyebileceğini) kestirebilmek kolay olmuyor. (Tabii muhalefet partileri hariç. Onlar başından beri, istikrarlı ve giderek artan bir şiddette açılımı karşılar ve onu baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlar.)AKP’nin en büyük sıkıntısının kendi içinde olduğunu söyleyebiliriz. Dışarıya pek sızdırmak istemiyorlar ancak iktidar partisinin firesiz bir şekilde açılıma gönüllü olduğunu, tabanın da her türlü desteği verdiğini asla söyleyemeyiz. Buna Erdoğan ve kurmaylarının 7 yıl boyunca Kürt sorununu hep geri plana itmiş olmaları neden oldu. Şimdiyse birdenbire ve geri dönüşü olmayacak bir şekilde açılıma “durmak yok, yola devam” mantığıyla asılmış durumdalar. Parti tabanı ve hatta yönetimini böyle bir açılıma hazırlamamış olmalarından kaynaklanıyor. Çok klişe olacak ama bugünkü durumu tanımlamak için “fırtına öncesi sessizlik” deyimini kullanabiliriz. Dediğim gibi öngörüde bulunmak zor ancak AKP içinde de bazı fırtınaların kopma ihtimalini yabana atmamak lazım.