Ertuğrul Özkök dünkü yazısında şöyle yazdı: “Bugün azımsanmayacak sayıda İzmirlide, Egelide şu düşünce yerleşiyor: Güneydoğu olmasa biz çoktan Avrupa Birliği’ne girmiştik.” Benim tanıdığım ve sevdiğim İzmir’de, Ege’de bu tür ayrımcı bir yaklaşımın egemen olduğunu sanmıyorum. Fakat böylesi bir durumu, spekülasyon olarak dahi konuşuyor olmamız bile son derece üzücü ve kaygı verici.Özkök’ü okurken aklıma 1990’lı yılların başlarında yaşadığımız bir tartışma geldi. Kürt sorununun ve PKK eylemlerinin en yakıcı olduğu o günlerde haftalık Aktüel Dergisi peş peşe yaptığı dosyalarla hepimizi şaşırtmıştı. Örneğin bir hafta kapaktan “Kürtler Türkleri sömürüyor!” diye ilan etmişlerdi. Bu sonuca, Güneydoğu’dan toplanan vergilerle bu bölgeye yapılan kamu yatırımlarının hızlı bir karşılaştırmasıyla varmışlardı. Aynı dergi Türkiye’de ilk kez, devletin “vur kurtul” politikasına karşı açıkça “ver kurtul” stratejisini çıkartıyordu. Basitleştirerek söyleyecek olursak, dergi yöneticileri ve bazı yazarlarına göre Güneydoğu (ve dolayısıyla Kürtler) Türkiye’nin bir kamburu haline gelmişti. Üstelik içlerinden silahlı mücadele yöntemine başvuran ayrılıkçı bir örgüt de çıkarmışlardı. Onlara göre çözüm, bu parçanın koparılıp atılması ve Türkiye’nin bu sayede daha hızlı ve dinamik bir şekilde modernleşip Batılılaşmasıydı.Yukarıda “tartışma”dan söz ettim ancak Aktüel kadrosu bu tezlerini tartışmaya pek de hevesli değildi. Yaptıklarının yanlış, ayrımcı ve tehlikeli olduğunu söyleyen benim gibileri “kaba solcu”, “ucuz popülist”, “Kürt sevdalısı” gibi terimlerle küçümsemeye çalışıyor ve hepimizi, kendi yarattıkları ve ne idüğü belirsiz “yükselen değerler” adını verdikleri putlara biat etmeye çağırıyorlardı.Yollar ayrıldıÖzkök dünkü yazısında İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a şöyle demiş olduğunu da aktarıyor: “Siz hep Güneydoğu Anadolu’nun bölünmesi endişesinden söz ediyorsunuz. Ama bu iş iyi yönetilmezse bir gün bir bakarsınız ki, Ege’den bölünme sinyalleri gelmeye başlamış.” Özkök’ün sözünü ettiği sinyaller, Aktüel çevresinin yıllarca önce tohumunu attığı o tiksinti verici “ver kurtul” yaklaşımının günümüzdeki tezahürlerinden başka bir şey değil.Buraya kadar her şey normal gözüküyor fakat dün Aktüel ve benzeri mecralarda “ver kurtul” tezlerini itinayla işleyenlerle günümüzde “verelim Güneydoğu’yu, görsünler günlerini” diyenler bir süredir tam zıt kutuplarda yer alıyorlar. Yaşadığımız anormalliği biraz daha netleştirmek için bir örnek vereyim: Özkök’ün sözünü ettiği “bölücü Türkler”le bir anket yapılsa ve kendilerinden en nefret ettikleri gazetecilerin isimleri istense, o tarihte Aktüel’in yönetiminde yer alan veya orada yazı yazan ve ısrarla “ver kurtul” tezlerini işlemiş olan çok sayıda isimle karşılaşırız.“Liberaller” ve demokrasiSalı ve Çarşamba günü ülkemiz İslamcılarının darbe günlerinde sessiz kaldıklarını, hatta bazılarının cuntalarla işbirliği arayışına girdiklerini hatırlatıp, günümüzde “en keskin demokrat” olarak ortaya çıkmalarının doğurduğu bazı soruları sıralamıştım.Benzer bir durum kendilerine “liberal” adını verenler için de geçerli. İçlerinden çoğu, en kızgın dönemlerde Kürtlerin hak taleplerine kulak kabartmak bir yana, onlara destek verenlere bile mesafeli ve kibirli yaklaşmışlardı; şimdi Kürt açılımını savunmada şampiyonluk onlarda. Olabilir, insanlar değişir. Eğer gerçekten değiştilerse hem kendileri, hem Türkiye için iyi olmuş demektir. Ama geçmişleriyle yüzleşmeleri, ülkenin Batısında yeşermekte olan “Türk ayrılıkçığı” nda kendilerinin paylarının hayli yüksek olduğunu kabul etmeleri şartıyla.Bu noktada başlığımıza dönebiliriz. Şair İsmet Özel’in birbirinden güzel deneme kitabı adlarından biridir Zor Zamanda Konuşmak. Özel, kitaba adını veren denemesinde hangi konuyu nasıl irdelemişti, hatırlamıyorum ancak ne zamandır Türkiye’de kimi kişi ve çevrelerin pek sevdikleri radikal çıkışlarını gördüğümde aklıma hep bu başlık gelir. Siyasi iktidar Kürt sorununu yok sayar; hak arayışlarını her türlü yöntemi kullanarak, kendi yasalarını da ihlal ederek bastırmaya çalışırken Kürtlerin yanında olmak yerine “zaten bu Kürtler Türkleri sömürüyor” küstahlığına sığınıp Tansu Çiller’e güzellemeler düzenlerin, yıllar sonra bir başka siyasi iktidar ne yapıp edip Kürt sorununu çözmeye kalktığında “Biji Erdoğan” diye bağırması bana samimi gelmiyor. ***Tüm Türkiye’nin Kurban Bayramı’nı kutlar ve varolduğuna inandığım kardeşliğimizi daha da güçlendirmesini dilerim.
Hafızasız bir toplum olduğumuz malum. Fakat söz konusu olan bu ülkenin demokratikleşmesiyse siyasi tarihimizi olabildiğince hatırlamalı ve bugün, esas olarak da yarın için dünden dersler çıkarmalıyız. Çünkü “dün dündür, bugün bugündür” çizgisi bizi hiçbir yere getirmez.Bu girişin ardından dün tartıştığımız, Türkiye’nin Sünni muhafazakârlarının demokrasiyle ilişkisi konusuna kaldığımız yerden devam edebiliriz. Bir kez daha altını çizmek istiyorum: Dün demokrasi karşıtı pozisyon almış diye bir kişi ya da grubun ilelebet buna mahkum olduğunu; dünün demokrasi şampiyonlarının da bir daha asla otoriter ya da totaliter bir çizgiye kaymayacaklarını savunuyor değilim. Evet değişim mümkündür ve olmaktadır. Özellikle demokrasiye bakış konusunda ülkemiz son yıllarda müthiş bir altüst oluş yaşamaktadır, fakat kimsenin de bu değişimler hiç yaşanmamış gibi davranmaya da hakları yoktur.12 Eylül günleriDünkü yazımda İslami çevrelerin bugü askeri darbelere nasıl baktıkları konusunda 12 Eylül 1980 örneğini vermiştim. Bunu biraz daha açmaya çalışayım: 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra cezaevine girdim ve 18 ay tutuklu kaldım. İçerde çok az İslamcıyla karşılaştım. Çıktıktan yaklaşık üç yıl sonraysa gazeteciliğe ve İslami hareketler üzerine çalışmaya başladım. Ve Kenan Evren ve arkadaşlarının o kadar “irticaya karşı mücadele” nutukları atmış olmalarına rağmen birçok İslami cemaat ve kişiyle gizli ya da yarı açık pazarlıklar yürütmüş olduklarını duydum, öğrendim. İslami hareketin 1980 ortalarında başlayan yükselişin askeri cunta rejimi sayesinde olduğuna inananlardan değilim, bana göre bu yükselişin temelinde birçok siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel faktör rol oynadı. Bununla birlikte sol ve milliyetçi sağı ezmek için bütün güçlerini kullanan cuntacıların bir şekilde “ılımlı” gördükleri bazı İslami cemaatleri kollamış, onların önlerini açmış olmaları da bir gerçektir.12 Eylül’den 28 Şubat 1997’deki post-modern darbe sürecine atlayacak olursak, o zaman da İslami cemaatlerin demokrasi için cansiperane savaştıklarına tanık olmadık. Hemen hemen tümü 28 Şubat’ta çok sert darbeler yemiş olmalarına rağmen büyük çoğunluğu direnmek yerine askerle işbirliği yapmanın yollarını aradı.Asker yeniden güçlenirseBugüne gelecek olursak: Şu anda TSK’nın gücünün her geçen gün daha da azaldığı bir gerçek. Buna paralel olarak da muhafazakâr çevreler, eskiden ağızlarına almak istemedikleri birçok kavram ve değerin savunucusu olmaya başladılar. Bu kuşkusuz kötü bir durum değil fakat ortada ciddi bir samimiyet sorunu olduğu da ortada. Bu sorunun aşılmasının önde gelen yollarından biri de 12 Eylül ve 28 Şubat gibi darbeleri hücum ederken, o sırada kendilerinin neyi neden yaptıklarını da açıklamalı ve özeleştiri yapmalıdırlar. Aksi takdirde, askerin yeniden güç kazanması halinde demokrasi savunuculuğundan yeniden vazgeçmeyeceklerine çoğu kişiyi inandıramazlar.
Toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişim ve dönüşümleri okumaktan aciz kesimler (sadece TSK’nın üst düzeyini kastetmiyorum) 28 Şubat 1997’den itibaren başlattıkları süreçle Türkiye’yi yukarıdan aşağıya yeniden dizayn edeceklerini sandılar. Onlara göre genel olarak İslami hareket, özel olarak Refah Partisi esas olarak “dış güçlerin komplosu”ydu ve “bir sıkımlık canı var” dı. Sonuç olarak “28 Şubat süreci” olarak adlandırdığımız bu post-modern darbenin ülkemize çok büyük zararları oldu. Bunları teker teker sayacak değilim, şu an yaşananlar 28 Şubatçıların ne derece gerçeklerden uzak hareket etmiş olduklarını, ellerindeki pirinçten olduklarını net bir şekilde gösteriyor.28 Şubatçıların nice kötülükleri yanında Türkiye’ye en azından şu hayırları dokundu: Sünni muhafazakâr kesimleri önce demokrasi, insan hakları gibi evrensel değerlerle tanıştırdı veya bu kesimlerde bu kavramlara yönelik şüpheleri büyük ölçüde giderdi ve nihayet bu çevreleri Batı ile (Avrupa, ABD, hatta bir ölçüde İsrail) yakınlaştırdı. Kuşkusuz 28 Şubat darbecilerinin maksadı bu değildi. Yine kuşkusuz, İslami çevrelerin demokrasiye, Avrupa Birliği projesine vb. dört elle sarılmaları, en azından başlangıçta “zaruret” ten olmuştur, fakat zamanla bunları büyük ölçüde içselleştirdiklerini de görüyoruz.Tarihin çarpıtılmasıAynı çevrelerin, yanlarına “liberal” iddialı bazı müttefiklerini de alarak, Ergenekon sürecinde Türkiye’nin yakın tarihini yeniden yazmaya yöneldiklerini görüyoruz. Bu “yeni” siyasi tarih okumasına göre Türkiye’de demokrasi saflarına kaydedilebilecek kişi, parti, çevrelerin; duruş, tavır ve eylemlerin neredeyse tümü Sünni muhafazakâr, dolayısıyla “sağcı” kesimlerden çıkmıştır. Buna karşılık “sol” hemen hemen her zaman demokrasi, dolayısıyla halk (ya da millet) karşıtı olmuş, genellikle darbelerden yana tavır almıştır. Tarihin tepeden tırnağa çarpıtılmasına dayalı bu yeni okuma sahipleri, solun tarihe mal olmuş isim ve değerlerinin neredeyse tümü hakkında, hiçbir dayanağı bulunmayan karalamalara başvururken, sağın, demokrasiye katkıları hayli şüpheli birçok ismini birer “demokrasi kahramanı” haline sokmaya çalışıyorlar.Normal şartlarda hiçbir inandırıcılığı olmaması gereken bu yaklaşım, her fırsatta “sol” adına ortaya atılmaya meraklı, demokrasiye hiç iltifat etmeyip, “otoriter”, hatta “totaliter” rejim heveslisi kişi ve çevrelerin varlığı sayesinde belli bir etki gücüne sahip olabiliyor. Ama şurası bir gerçek ki diyelim ki on yıl önce, demokrasi, insan hakları, Kürt sorunu, AB gibi konulardaki toplumsal ve siyasal saflaşmalar büyük ölçüde altüst olmuş durumda.Hallerinden memnun olanları bir kenara bırakacak olursak, benim gibi, şu anki panaromanın gerçekdışı olduğuna inananların kafasını hep “buradan bir çıkış yolu var mı?” sorusu kurcalıyor. Bir de tabii, “varsa nasıl?” sorusu.Takiye yokKimileri, düne kadar demokrasiye “beşeri ideoloji” damgasını vurup onu “küfür rejimi” olarak görenlerin bugün “takiye” yaptıklarında ısrarlı. Bütün enerjilerini, bu maskeyi indirmeye hasrediyorlar. Ortada bir takiye olduğuna inanmıyorum. Türkiye’deki Sünni muhafazakâr kesimin, özellikle 28 Şubat’la bir demokratikleşme içine girdiği doğru ve bu hem kendileri, hem bütün Türkiye için çok iyi bir şey. Ama bu süreç bitmiş değil, aynı kesimlerin demokrasi konusunda daha çok yol katetmeleri gerek. Öte yandan düne kadar demokrasi şampiyonluğu yapmış ama ne zamandır şu ya da bu nedenle çizgi değiştirmiş kişi ve çevrelere nostaljik yaklaşmanın, onların aslında “gerçek demokrat” olduklarında ısrar etmenin hiçbir anlamı yok.Tekrar İslami kesimlerin demokrasi konusundaki eksiklerine gelecek olursak, öncelikle tarihi gerçekleri bugünden bakıp ters yüz etmekten vazgeçmeleri ve kendi geçmişleriyle samimi bir şekilde yüzleşmeleri gerekiyor. Örneğin işe, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurmuş oldukları ilişkiyle başlayabilirler. Neden Nurculuğun ana gövdesi olan Yeni Asyacılar dışında kimse alenen 1982 Anayasasına açıkça karşı çıkmadı? Neden cuntacılarla değişik vesilelerle gizli pazarlıklar yapıldı?Bu soruları daha da artırabiliriz. En iyisi bunu yarına bırakalım.
Çok ama çok ciddi bir soru, önce sorulmayı, ardından yanıtlanmayı bekliyor: Ne oldu da, yakın bir geçmişe kadar Türkiye’de bir Kürt sorunu bulunduğuna, bunun barışçı ve demokratik yöntemlerle çözülmesi gerektiğine inanan ve bu uğurda epey bedel ödeyen kişilerin, kesimlerin önemli bir bölümü bugün bu sorunun çözüm ihtimalini tartışmaya bile yanaşmazken yıllardır değil “Kürt sorunu”, “Kürt” lafına bile tahammül edemeyen, bu sorunu gündeme getirmeye çalışanları hemen “bölücü”, “dış güçlerin maşası” gibi damgalamaya alışmış kişi ve kesimlerin, en azından hatırı sayılır bir bölümü, tam tersine sorunun çözümü iddiasıyla ortaya çıkar?Biliyorum çok kişi hemen “hiç de öyle değil. Ne AKP’nin Kürt sorununu çözmek istediği, ne de CHP’nin ve ona oy veren kesimlerin çözüme karşı olduğu iddiası doğru değil” diye itiraz edecektir. Bu itirazın temelinde AKP’ye duyulan derin güvensizliğin yattığı muhakkak. Bu güvensizliğin kalbinde laikliğin bulunduğu da ayrı bir gerçek. Fakat AKP’nin laiklik konusundaki sorunlu sicili; demokrasi konusundaki defoları kendini solda tanımlayan kesimlerin Kürt sorununa ellerini sürmekten çekinmesini meşrulaştırabilir mi?Daha özgürlükçü olmakAKP’yi yeterince demokrat, özgürlükçü bulmayan kişilerin ondan daha özgürlükçü, daha demokrat pozisyonlar alması gerekmez mi? Diğer bir deyişle CHP’nin Kürt sorununun çözümü için AKP’den daha ileri, daha özgürlükçü, daha cesur adımlar atması gerekmez mi? CHP’nin (ve bir ölçüde onun tabanının) Kürt sorununda çözüm noktasında AKP ile yarışmak yerine, çözümsüzlükte ısrar etmede MHP ile rekabet etmekten vazgeçmesi gerekmez mi?Bu soruları sadece Kürt sorununda değil diğer temel konularda da tekrarlayabiliriz. Geçmişte birileri “Hıristiyan kulübü” diye bucak bucak kaçarken Avrupa Birliği ile bütünleşmek için nice emek harcayan bu ülkenin kentli orta sınıfları ne zamandır Avrupa’ya esas olarak “şüphe” perspektifinden bakar oldular. Türk sağının gayrımüslim azınlıklara alerjisine bir türlü anlam veremeyen aynı kesimler ne zamandır bu konuda (örneğin Ermeni açılımında) çok tutucu pozisyonlar alabiliyorlar. Bir diğer örneği de hükümetin ürkerek giriştiği “Alevi açılımı” konusunda verebiliriz. AKP kendi tabanındaki (hatta yöneticilerinin birçoğunun iliklerine sinmiş bulunan) Alevi kimliğini reddetme geleneğine rağmen bu kesimin bazı taleplerini yerine getirme üzerine kafa yoruyor, fakat normal şartlarda Alevilerin haklarını herkesten fazla savunması beklenen çevrelerde (kuşkusuz Alevi örgütlenmelerini kastetmiyorum, onların mücadeleleri takdiri hak ediyor) inanılmaz bir ilgisizlik. Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Türkiye’de solun bir an önce silkinip kendi değerlerine, davalarına yeniden sahip çıkması ve ülkenin demokratikleşmesinde öncü olması şart. Aksi takdirde her birimiz bu dünyadan birer “sağcı” olarak göçeceğe benzeriz.
Her ne kadar CHP Lideri Deniz Baykal “o konu kapandı” dese de Onur Öymen’in neden olduğu “Dersim krizi” kolay kolay kapanacağa benzemiyor. Bunun iki temel nedeni var: 1) Öymen özel olarak Tuncelilerin, genel olarak da hem Aleviler, hem Kürtlerin çok derin bir yarasını durup dururken kaşıdı; 2) Bu kriz, hem Kürt açılımı konusunda ana muhalefet partisi tarafından iyice bunaltılmış olan AKP’nin; hem CHP’den kopup, tıpkı yıllar öncesinin Birlik Partisi gibi bir “Alevi partisi” etrafında örgütlenmek isteyen bazı Alevi siyasetçilerin; hem de Mustafa Sarıgül gibi CHP’ye alternatif yeni bir siyasi hareket oluşturmak isteyen kişi ve çevrelerin çok işine yaradı.Olayın CHP’ye getirebileceği zararları değerlendirmeden önce Öymen’in çıkışının neden yanlış olduğunu tartışalım:1) Öymen, Dersim olayını sadece bazı asilerin devlet tarafından yakalanıp etkisiz hale getirilmesi gibi sundu ki doğru değil. Tarafsız anlatılardan hareketle, Dersim olaylarında sadece devlete başkaldıranlar değil, sivil halkın da çok ciddi kayıplar verdiğini biliyoruz. Ayrıca sağ kalanların önemli bir bölümü ülkenin başka bölgelerine sürüldü ve Tuncelili olmak devlet nezdinde yıllarca bir “suç” gibi algılandı.2) Diyelim ki Dersim olaylarında sadece bir başkaldırı bastırıldı. Öymen’in 70 yıl önceki bir uygulamayı günümüzün Kürt sorununun çözümü için önermesini anlamak mümkün değil.3) Kaldı ki son 25 yılda değişik iktidarlar, devletin diğer kurumlarıyla işbirliği içinde, “bataklığı kurutma” bahanesiyle Dersim’i andırır uygulamalara izin verdiler ve Türkiye terörle mücadele adı altında sivillerin uğradığı mağduriyetler nedeniyle dünya çapında kötü bir isim yaptı. Sonuçta, bugün de görülüyor ki bu tür ceberrut yöntemler sorunu çözmek yerine daha da derinleştirdi.Sivilleşen CHPÖymen’in kuşkusuz en büyük yanlışı, günümüz CHP’sini tek parti döneminin CHP’si ile bir tutmasıdır. Her ne kadar belli bir süreklilik bulunsa da, her ne kadar birileri CHP’yi hâlâ “devlet partisi” yapmaya çalışsalar da, 1965 yılında ilan edilen “ortanın solu” çizgisiyle birlikte bu parti “sivilleşme”ye başladı ve 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle birlikte devletle arasında belirgin bir mesafe koydu.Eğer Öymen CHP içinde yıllarca politika yapıp parti içinde bugünkü yerine gelmiş olsaydı, bu partiyi ayakta tutanlar arasında Alevilerin, özel olarak da Dersimlilerin önde geldiğini kavrar; onların hassasiyetlerini bilir ve sözlerini seçerken bunları göz önüne alırdı. Öymen, kendisini aklamaya çalışırken Atatürk’e referans vererek de vahim bir yanlış yaptı. Çünkü Aleviler büyük çoğunlukla Atatürk’ü severler sevmesine ama yakın tarihin en büyük travmalarından biri olan Dersim katliamının onun adıyla meşrulaştırılmasına razı olacaklarını düşünmek de aldatıcı olur. Bu arada İbrahim Kaypakkaya’nın temelini attığı ve temelinde katı bir Kemalizm düşmanlığı bulunan TİKKO hareketinin Tunceli’de yıllardır etkili olduğunu da akılda tutmak şart.Yaraları sarmakBu krizin CHP’ye olası faturalarına gelecek olursak öncelikle bu partinin, hükümetin başlattığı “Alevi açılımı”na ilgisiz; “Kürt açılımı”naysa alenen ve sert bir şekilde karşı bir duruş sergilemesi tabandaki Alevi ve Kürtlerde zaten rahatsızlıklara yol açıyordu. Baykal’ın TBMM’de parti adına Öymen’in konuşmasını istemesi, tabandaki bu hassasiyetleri çok da fazla önemsemediğini gösteriyor. En azından kurmayından bu denli vahim bir hata beklemediği kesin.Kesin olan bir diğer noktaysa, başta da belirttiğimiz gibi, bu krizin Alevileri CHP’den koparıp yeni bir parti kurmak isteyenler için çok elverişli bir zemin yaratmış olduğu. Aslında Alevi seçmenin CHP’den tatminsizliğinin tarihi daha eskidir, fakat özellikle Sünni siyasal İslamcılığın yükselmesinin de etkisi nedeniyle, büyük çoğunluk “her şeye rağmen” CHP’de ısrar etmeyi sürdürdü. Bu arada özellikle Türkmen Alevilerinde, PKK’ya duyulan öfkenin de etkisiyle MHP’ye belli ölçülerde bir yöneliş olduğu da gözlendi.Baykal her ne kadar “bu konu kapandı” dese de, bunun o kadar kolay olmayacağını bilecek kadar tecrübeli bir siyasetçidir. Bakalım yaraları saracak mı? Saracaksa nasıl saracak?***Sevgili dostum Ömer Lütfi Mete’ye Allah’tan rahmet, sevenlerine de başsağlığı diliyorum.
CHP Lideri Deniz Baykal ile aylar sonra, 10 Kasım günü TBMM’de karşılaştığımda bana hemen “senin açılım nasıl gidiyor?” diye sordu. Baykal bu soruyu sormakta sonuna kadar haklıydı. İki nedenle: 1) Gerçekten, her ne kadar daha adını koymakta anlaşamasak da (hükümet “demokratik açılım” ya da “milli birlik projesi” derken ben “Kürt açılımı”nda ısrarcıyım) startı verilmiş olan açılımı benimsiyor ve ona katkıda bulunmaya çalışıyorum. Çünkü kendimi bildim bileli (tam olarak söyleyecek olursak 1976 yılından, yani 14 yaşından beri) bu ülkede “Kürt sorunu” diye bir sorunun var olduğunu; bunu çözmeden diğer sorunların hemen hiçbirinin çözülemeyeceğini ve nihayet çözüm için elverişli bir iklimin yakalanmış olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle birisi “senin açılımın” dediğinde hiç rahatsız olmuyorum. Yani adımın çözümle değil de “çözümsüzlük” ile anılmasından korkarım. 2) Baykal’ın o soruyu bana yöneltmesinden kısa bir süre sonra TBMM’de açılım genel görüşmesinin ön görüşmesi yapıldı. O ana kadar işler pek iyi gitmiyordu; ön görüşmede yaşananlar açılımın tadını iyice kaçırdı ve iki gün sonraki genel görüşmenin de açılım için gerekli olan toplumsal mutabakatı temin etme noktasında hiçbir yararı olmadı, hatta zararı dokundu.Sivil toplum devredeEvet Kürt açılım sürecinde hep olumsuzluklar, krizler, iletişimsizlikler, polemikler, belirsizlikler öne çıkıyor, bütün bunlardan hareketle de “dağ fare doğuruyor”, “buradan bir şey çıkmaz”, “hükümet her an sil baştan yapabilir” gibi olumsuz değerlendirmeler yapılıyor. Ne var ki, hükümetin yaptığı bütün hatalara, Kürt siyasi hareketinin çıkarttığı bütün gereksiz krizlere, CHP ile MHP’nin bütün engelleme gayretlerine ve açılıma karşı olan toplumsal kesimlerin güçlü ve etkili itirazlarına rağmen açılımın istikabalinin hiç de karanlık olduğunu düşünmüyorum.Zira toplumun birçok farklı kesiminde çözüm arayışlarının epey güçlü olduğunu ve bu çevrelerin sürecin kazasız belasız ve kalıcı bir çözüm üreterek tamamlanması için uğraştığını biliyor, görüyorum. İşte iki örnek: Pazar günü kendini solda tanımlayan bir grup aydın İstanbul’da bir araya gelip açılım sürecine nasıl katkıda bulunabileceğimizi tartıştık. Her ne kadar çok iddialı projeler geliştirememiş olsak da birbirimizi görmek, bir araya gelip tartışmak ve her birimizin, herşeye rağmen çözüm istediğini görmek bile önemliydi.Pazartesi akşamı ise Ekopolitik adındaki bir grubun İstanbul Dedeman Oteli’nde düzenlediği çalıştaya “gözlemci” olarak katıldım. Prof. Vamık Volkan’ın yönettiği bu çalıştaya katılanların isim listesine bakıp herbirinin CV’lerini incelemek yeterli. Milliyetçi sağda aktif olarak siyaset yapmış veya bu çevrelerde fikir üretmiş isimlerden, Kürt siyasi hareketinin birçok öne çıkan şahsiyetine, emekli diplomatlardan eski MİT yöneticilerine veya Özel Kuvvetler subaylarına kadar ilginç bir topluluk bütün bir gün boyunca Kürt sorununu ve bunun nasıl çözülebileceğini tartıştı ve kavga çıkmadı. Oturumlar boyunca en sert şekilde tartışan katılımcıların kahve ve yemek molalarındaki samimi sohbetleri, her şeye rağmen Türkiye’deki “barış içinde birarada yaşama” kültür ve deneyiminin hiç de yabana atılmaması gerektiğini gösteriyordu.Pazar günü yaptığımız toplantıda, aynı anda ülkenin dört bir yanında birçok benzer faaliyetin sürmekte olduğuna emindik. Eğer bu sivil inisiyatifler kendi aralarında belli ölçülerde koordinasyon kurabilirlelrse işte o zaman açılımın önü daha da açılacağa benziyor.Çünkü birileri memnun olmayacak ama Türkiye’de Kürt sorununun çözümü için gerekirse “kötü insan” olarak damgalanmaktan çekinmeyen vatandaşların sayısı bazılarının tahminlerinin çok ötesinde.
TBMM’de “tarihi bir gün” yaşamayı bekliyorduk ama pek öyle olmadı. Siyasi parti liderleri Kürt sorunu ve hükümetin başlatmış olduğu açılım süreci hakkındaki görüşlerini bir kez daha, Genel Kurul atmosferinde, daha vurgulu bir şekilde tekrarladılar. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, kısa ve orta vadede atmayı düşündükleri bazı adımları sıraladı fakat bunlar fazla ilgi uyandıramadı. Çünkü yerleşim birimlerinin eski isimlerinin iadesi, siyasi partilerin Türkçe dışında dillerde propaganda yapabilmesi gibi projeler zaten daha önceden biliniyordu veya “ayrımcılığa karşı komisyon”, “kolluk şikayet mekanizması” gibi kurulması düşünülen yeni yapılanmaların ne oldukları tam olarak anlaşılamadı. Burada bir parantez açıp “ayrımcılık” ile ilgili yeni yapının bir tür ombudsmanlık olarak tasarlandığını ancak “etnik” konulardan ziyade mezhep ayrımcılığını, diğer bir deyişle Aleviliği ilgilendirdiğini belirtelim.Buna rağmen Başbakan Erdoğan’ın, Atalay’ın konuşmasını yeterli bulup “somut adımlar” konusunda hiçbir şey söylememesi hiç kuşkusuz dikkat çekiciydi ama şaşırtıcı değildi. Ama dünkü genel görüşmenin en çarpıcı yönü, içinde bulunduğumuz açılım sürecinin en temel konusu olan PKK’nın silahsızlandırılması konusunda iktidar partisinden en ufak bir bilgi verilmemesiydi. Bunda ülkeye dönüşler sırasında yaşananlar ve bunların doğurduğu tepkilerin rolü kuşkusuz çok etkili olmuştur, nitekim CHP Lideri Baykal konuşmasında bu konuya hayli geniş bir yer ayırmıştı.Erdoğan’ın itirafıGerek Atalay, gerek AKP adına konuşan Adana Milletvekili Ömer Çelik, gerekse Erdoğan, ısrarla söz konusu olanın “Kürt” değil “demokrasi” açılımı olduğunu; bir “milli birlik projesi” yürüttüklerini vurguladılar ancak her üçünün de konuşmalarının ana ekseni Kürt sorunuydu ve her üçü de iktidar partisinin, muhalefete rağmen bu süreci sonuna kadar götürmede kararlı olduklarının altını çizdiler. Ömer Çelik, MHP ve CHP’yi, geçmişte icraatları veya söyledikleriyle vurma konusunda ciddi bir hazırlık yapmıştı ve bu yüzden ilk atışmalar onun konuşması sırasında yaşandı. Yine Çelik’in DTP’ye de sert eleştiriler yönelttiğini ve DTP’lileri epey kızdırdığını da belirtmek lazım.Bana göre düne damgasını vuran söz AKP Lideri Erdoğan’dan geldi: “Statükoyla devam edebiliyorsak, buyrun devam edelim!” Hükümetin bu açılımı neden başlattığını ve sonuna kadar götürmek istediğini daha özlü ifade edebilmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Bu söz sanıldığı gibi bir “meydan okuma” değil, çaresizliği dışavuran bir tür “itiraf” olarak görülmeli. Yani AKP, tıpkı iktidarda olduğu 7 yıl boyunca yaptığı gibi, Kürt ve PKK sorunlarıyla mücadelesini büyük ölçüde statükoyu muhafaza ederek sürdürmeyi tercih ederdi ancak bir noktadan sonra bunun mümkün olamadığını görüp bu açılıma mecbur kaldı. Daha önce de yazdığım gibi, iktidar partisi PKK’nın Dağlıca baskıyla statükonun daha fazla sürdürülemeyeceğini kavradı, diğer bir deyişle Dağlıca açılımın dönüm noktası oldu.Bir formaliteydiTekrar başa dönecek olursak, dünkü genel görüşme açılımda bir dönüm noktası işlevi görür mü? Sanmıyorum. Dün sadece bir formalite yerine getirildi. 10 Kasım’daki oturumda yaşanan tatsızlıkların kamuoyunda uyandırdığı tepkiler nedeniyle görüşmenin başlarının sakin geçmesi kimilerini heyecanlandırıp umutlandırmış olabilir ancak özellikle Erdoğan’ın konuşması sırasında yine bildik sahnelerle karşılaştık. CHP’lilerin genel kurulu terk etmeleriyle de beklentilerin boşuna olduğu iyice kanıtlanmış oldu. Erdoğan’ın, CHP’lilerin gidişine verdiği destek, iktidar partisinin bundan böyle muhalefetten umudu iyice kesmiş olduğunu göstermesi açısından hayli anlamlıydı. MHP’nin “ikinci oturum” önerisinin dün yaşananlardan sonra pek mümkün olmadığı, olsa bile bir işe yaramayacağıysa malum.
Bugün Meclis’te yapılacak olan genel görüşmenin, “Kürt açılımı”na olumlu anlamda bir katkısı olabilir mi? Salı günü ön görüşmede yaşananları gördükten sonra, insan “katkıdan vazgeçtik, zararı olmasın bari” diyeceği geliyor. Hatta açılım sürecine destek verenlerin bu aşamayı “olabildiğince az zarar” ile atlatmayı temenni ettiklerini söyleyebiliriz. Hal böyle olunca üç soru karşımıza çıkıyor:1) Neden böyle oldu?2) Yaşanan hayati sorunları aşmak mümkün mü?3) Aşılamazsa ne olacak?Bu üç soruyu, DTP hariç muhalefet partilerinin açılım sürecinin dışında, daha önemlisi tam karşısında konumlanmaları ekseninde cevaplamaya çalışmalıyız. Dolayısıyla birinci soruyu “Muhalefet neden açılıma karşı bu kadar sert, uzlaşmaz tavır alıyor?” diye sormak doğru olacaktır. Kuşkusuz gerek MHP, gerekse CHP, AKP’nin bu açılıma soyunarak çok ciddi bir siyasi hata yaptığını düşünüyor ve bu durumdan olabildiğince yararlanmak istiyorlar. Fakat onların, özellikle de CHP’nin Kürt sorununun kalıcı bir çözümü arayışına bu derece ilgisiz, hatta karşı olmalarında iktidar partisinin yaptığı ve yapmakta olduğu hataların rolü de büyük. Örneğin hükümet, siyasi partilerin herbirine yönelik ayrı stratejiler geliştirmek yerine hepsini bir torbaya doldurmak istedi. Bu bağlamda CHP ve MHP liderlerinden Erdoğan yerine İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın randevu talep etmiş olması vahim bir hataydı. MHP’nin kapılarını tamamen kapattığını, CHP’ninse kısmen araladığını fark eden Başbakan Erdoğan ani bir manevrayla, olabildiğince kibar bir üslupla CHP Lideri Baykal ile görüşmek istedi fakat ana muhalefet lideri “kamera ile kayıt”ta ısrar edince bu buluşma gerçekleşemedi. Hükümet, muhalefeti bir şekilde sürece dahil edebilmek için Meclis’te “gizli genel görüşme” önerisini ortaya attı fakat “milletten gizli ne konuşacağız?” itirazlarıyla bundan da vazgeçmek zorunda kaldı. İşte o andan itibaren hükümetin muhalefetten umudunu büyük ölçüde kesmiş olduğunu görüyoruz. Aksi takdirde Salı günü yapılan ön görüşmede iktidar partisinden Avni Doğan, Suat Kılıç gibi küplerine zararlı keskin sirkeler yerine daha makul isimler kürsüye çıkardı. Hatalardan dönmek mümkün mü?İkinci soruya gelecek olursak: MHP’yi sürece dahil edebilmek artık hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hükümet en fazla bu partinin sürece muhalefetinin şiddetini olabildiğince aşağıya çekmeye çalışabilir ve ülkücü tabanın öfkelerini sokağa taşımalarını engellemek için, şu ana kadar bu konuda üstün bir gayret gösteren MHP Lideri Devlet Bahçeli’ye dolaylı da olsa yardım edebilir.CHP’ye gelince; ana muhalefetin hâlâ sürece bir şekilde katılabileceğine inanıyorum, fakat AKP’lilerin bu konuda hiçbir ümitlerinin kalmamış olması daha baştan bu ihtimali geçersiz kılıyor. Buradan üçüncü soruya geçebiliriz: MHP, özellikle CHP olmadan bu süreç başarıya ulaşabilir mi? Gerek AKP içinden, gerekse ona dışardan destek veren bazı kişi ve çevreler “Muhalefet olmadan da bu süreç tamamlanabilir” diyorlar ve dün Star Gazetesi Başyazarı Mehmet Altan’ın da yaptığı gibi, bu partilerin Güneydoğu’da varlık gösteremiyor olmalarının da bu kopuşu meşrulaştırdığını savunuyorlar.Aynı kanıda değilim: Eğer AKP, Kürt sorununu sadece Kürtlerle ve onların ağırlıkla tercih ettiği siyasi partilerle çözmeye yeltenirse telafisi imkansız yeni sorunlara yol açar. Kısaca söyleyecek olursak, Kürt sorununu çözmeye çalışırken “Türk sorunu”nun doğmasına neden olur.