Habur’da, PKK’lılara görkemli karşılama tepki çekmişti.BDP’li başkanlara kelepçe de ‘açılıma’ darbe vurmuştu.Dün TBMM’nin en dikkat çekici olayı, hiç kuşkusuz, eski DTP’li milletvekillerinin, Ufuk Uras’ın da aralarına katılmasıyla Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) çatısı altında ilk grup toplantılarını yapmasıydı. Siyasi yasaklı Ahmet Türk’ün bir nevi “onur konuğu” olduğu toplantıyı çok sayıda partili ve KESK Başkanı Sami Evren, sanatçı Ferhat Tunç, Prof. Mithat Sancar ve EMEP’in bazı yöneticileri başta olmak üzere, dikkat çekici ölçüde az sayıda, partili olmayan şahsiyet izledi.BDP’li milletvekilleri önce Başbakan Erdoğan’ın Meclis’teki çalışma ofisine “plastik kelepçeler” bıraktılar. Ardından son KCK operasyonunda, ellerinde plastik kelepçe, başlarında birer polisle toplama kampına götürülürcesine adliyeye götürülen belediye başkanı, siyasetçi ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin fotoğraflarını grup toplantı salonuna taşıdılar. Grup Başkanı Nuri Yaman da ilk konuşmasında defalarca bu kelepçe olayına değindi.Yaman’ın, “Batı’da demokratikleşme, Fırat’ın doğusunda otoriter uygulamalar” tespitinin yerinde olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan Erdoğan’a yönelik “o kelepçeleri biz taktırmadık diyemez. O kelepçeler AKP patentlidir” sözleri de anlaşılabilir. Ancak bütün bunlardan hareketle AKP’nin başlatmış olduğu ve an itibariyle iyice tıkanmış olduğu aşikâr olan açılımdan “sahte açılım” olarak söz etmesi, bütün bunların “Kürt sorununu siyasallaştıranların tasfiyesi” ne yönelik bir operasyon olarak tasvir etmesini abartılı buluyorum. Ne var ki benim bu değerlendirmem bir yerden sonra fazla bir anlam ifade etmiyor, zira görebildiğim kadarıyla BDP’liler, her ne kadar “Meclis’e dönüşümüz ikinci bir fırsat” deseler de AKP’nin yeterince samimi ve gerektiğince cesur olmadığını, olamayacağını düşünüyorlar. Yani son KCK operasyonları zaten zayıf olan bağları iyice koparmışa benziyor.Bu da Habur fotoğrafıMeclis’te sohbet ettiğim AKP milletvekili bir dostum da, hükümetin açılım konusundaki tutukluğunu esas olarak Habur’daki görüntülere bağladı. Ona göre ülkeye dönen PKK militanlarının askeri kıyafetleriyle binlerce kişi tarafından karşılanmış olması ciddi travmalara yol açmıştı ve hükümet bu yüzden frene basma ihtiyacı hissetmişti. Bu değerlendirmenin büyük ölçüde isabetli olduğunu; Habur’daki görüntülerin “yoksa ülke bölünüyor mu?” endişesini pekiştirdiğini biliyoruz. Fakat tıpkı hükümetin kelepçe olayında “tamamen bilinçli” hareket ettiğini ileri süren BDP’liler gibi, Habur’daki görüntülerin, yine hükümetin onay ve hatta teşvikiyle yaşandığını iddia edenlerin de yanıldığını düşünüyorum. Her iki olayda da bana göre “bilinçli bir kötülük”ten ziyade “kötü bir bilinçsizlik, hazırlıksızlık, beceriksizlik” söz konusu. Kürt sorunu gibi yılların kangrenleştirdiği bir sorununun semboller üzerinden yürüdüğünü bu iki fotoğrafın doğurduğu tepkiler ve kopuşlar bir kez daha sert bir şekilde kanıtladı. Buradan hareketle hükümetin, açılımın hem hazırlığı, hem yürütülmesinde çok hayati hata ve eksikleri olduğu net olarak ortaya çıktı. Bu kadar kısa bir süre içerisinde birbirine zıt iki kamuoyunu birden açılımın dışına, hatta karşısına sürüklemenin ağır bir bedeli var ve bunu kimlerin nasıl ödeyeceğini çok merak ediyorum.Açılımı savunacağız ama...Dün Deniz Baykal’a “Açılım ne durumda?” diye sordum. “Senden başka açılımı savunan kalmadı” cevabını verdi. Ve açılımın nasıl birleştirmek yerine ayrıştırıcı bir rol oynadığına örnek olarak Ahmet Türk’ün ev sorununu gösterdi.Evet üst üste çok kötü olaylar yaşadık, daha da yaşayacağa benzeriz. Yine de umut var: Dün Meclis lokantısında Sırrı Sakık ve Akın Birdal ile birlikte yemek yedik. Diğer partilerden çok sayıda milletvekili kendilerini yeniden aralarında görmekten memnun olduklarını söylediler. Umarım BDP’lilerin Meclis ve Türkiye için bir şans olduğunu görüp ona göre hareket ederler. BDP’ye gelince: Nuri Yaman’ın Grup Başkanı olması genel olarak olumlu karşılandı. 1 Şubat’taki kongreden de “ılımlı” isimlerin ön plana çıkacağı yolunda söylenti ve temenniler var. Ama yine de temkinli olmakta yarar var.Son olarak “açılımı destekleme” konusuna değinmek isterim: Desteklemesine destekleyeceğim ama “kelepçeli siyasetçiler”, “taş atan çocuklar” olaylarında olduğu gibi yanlış ve geri adımlardan başka bir şey yok ki ortada!
2009 yılına damgasını vuran kavram, hiç kuşkusuz “açılım” oldu. İlk olarak Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi anlamında “Ermeni açılımı” na start verildi. Ardından 3 Haziran’da toplanan ilk Alevi çalıştayı ile “Alevi açılımı” resmen başlatılmış oldu. 1 Ağustos’ta Polis Akademisi’ndeki “Kürt çalıştayı” ile hükümetin Kürt sorununun çözümü konusunda kolları sıvamaya kararlı olduğu ortaya çıktı ve “açılım” denilince akla ilk olarak “Kürt açılımı” gelir oldu. Fakat Başbakan Erdoğan kısa bir süre sonra “Kürt açılımı” yerine “demokratik açılım” demeye başladı ve nihayet bu sürecin adını “Milli Birlik Projesi” olarak değiştirdi. Son olarak 10 Aralık’ta toplanan “Roman çalıştayı” ile birlikte “Roman açılımı” mız da oldu. Açılımların ortak noktaları* Hükümet açılımlarda önceliği “paket” hazırlamaya değil de bir tartışma süreci başlatıp sürdürmeye veriyor, vermek istiyor. * Ermeni açılımı dışındakilerin hemen tümü “çalıştay”lar aracılığıyla başlatıldı. Alevi ve Roman çalıştaylarında farklı grup ve eğilimlerin temsilinde epey başarılı olundu fakat Kürt açılımının tartışma sürecine, buna muhalif olan kesimlerin dahil edilmediği veya edilemediği görüldü.* Tartışma süreci ilerledikçe “paket” ve “somut adım” beklentileri daha da artıyor. Özellikle açılımlara şu ya da bu nedenle karşı olan kesimler, itirazlarına “daha ne yapılmak istendiğini bilmiyoruz” diye başlıyorlar.* Her açılımın koordinatörlüğünü bir bakan yürütüyor: Ermeni açılımında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; Kürt açılımında İçişleri Bakanı Beşir Atalay; Alevi ve Roman açılımlarında Devlet Bakanı Faruk Çelik öne çıkıyor. Ancak Başbakan Erdoğan bütün bu konularda “son söz”ü söyleyen kişi konumunda. Öte yandan Cumhurbaşkanı Gül, Ermeni ve Kürt açılımlarının “ana sponsoru” olarak görülüyor. Hatta Erivan’daki maça giderek Ermeni açılımını; İran yolunda uçakta “tarihi fırsat yakalandı” diyerek Kürt açılımını esas onun başlatmış olduğu da söylenebilir.* Ermeni ve Kürt açılımları, ciddi uluslararası boyutları olduğu için başka ülkeleri de yakından ilgilendiriyor. Bu yoğun ilgi kimi zaman bu iki açılımı kolaylaştırmakla birlikte esas olarak zorlaştırıyor.* Açılımların tümünün ortak özelliği, bir yıl boyunca üzerlerine o kadar konuşulmuş olmasına rağmen çok ciddi adımlar atılamamış ve hepsinin 2010 yılına devredilmiş olması.Açılımlar neden başarılı olamadı?2009 biterken Kürt açılımının bariz bir tıkanma içinde olduğunu, Ermeni açılımınınsa hayata geçirilmek için bekletildiğini görüyoruz. Roman açılımında pek bir sorun gözükmüyor ancak üst üste çalıştaylarla belli bir olgunluğa erişmiş olan Alevi açılımında nelerin nasıl yapılacağı, yapılabileceği konusunda belirsizlikler ve şüpheler mevcut. Açılımlarda neden belirgin bir başarı elde edilemediğinin ilk cevabı hiç kuşkusuz yılların birikimiyle ortaya çıkmış sorunların söz konusu olması, bunların bazılarının köklerinin Osmanlı Devleti dönemine kadar uzanmasıdır. Bugüne kadar geçici yöntemlerle dondurulmak, kısmen çözülmek veya halının altına süpürülmek istenmiş olan bu devasa sorunlar bugün kökten çözülmek isteniyor. Ve ülkedeki şu direnç noktaları ve hükümetin bir yıllık performansında ortaya çıkan şu hata ve eksiklikler açılımların en azından şimdilik pek başarılı olmamasına neden oluyor:* Hükümet aynı anda birçok alanda birden açılım yapmaya çalıştı ve bunlar arasındaki koordinasyon ve dengeyi tutturamadı.* Özellikle Kürt açılımında ciddi bir hazırlık olmadığı veya bazı hazırlıklar yapılmış olsa da bunların isabetli olmadığı ortaya çıktı.* CHP ve MHP ile bunların temsil ettiği kesimler Ermeni ve Kürt açılımlarına derin bir şüpheyle bakıp çok sert bir şekilde karşı çıktılar. Hükümet, onların direncini kırabilecek ve kendilerini sürece dahil edebilecek adımlar atamadı.* Hükümetin, Alevi seçmenden yoğun oy alan CHP ile her türlü desteğe hazır olduğunu ilan etmiş MHP’yi Alevi açılımına katamamış olması da dikkat çekicidir.* İktidar partisi açılımları kendi tabanına da tam anlatamadı. Sünni muhafazakâr tabanın Alevi açılımına ürkek de olsa destek verebileceği söylenebilir. Fakat Ermeni açılımı konusundaki eleştirilerin AKP tabanında belli bir yankı bulduğu da kesin. Ama en büyük sorun Kürt açılımında yaşanıyor. Kürt olmayan AKP yanlıları açılıma yönelik endişe taşırken, Güneydoğu’daki partililer de açılımda ilerleme katedilememesinden rahatsız oluyorlar.* Bursa’daki maç öncesi Azeri bayraklarının stada sokulmaması; son Alevi açılımına Kahramanmaraş katliamı sanığı Ökkeş Şendiller’in çağrılması; Habur’da yaşanan görüntüler; son KCK operasyonları gibi olaylar açılımlardaki “yol kazaları” olarak dikkati çekti. Normal şartlarda fazla önemli olmayabilecek bu gelişmelerin her birinin hükümeti çok zorladığı ve geri adımlar atmaya sevk ettiği görülüyor.* Hükümet kamuoyu oluşturmada çok ciddi hatalar yaptı. Şöyle ki medyanın büyük kısmı hemen tüm açılımlara büyük ölçüde destek verdi ve itirazcıların marjinalleşmelerine katkıda bulundu. Fakat bu destek, yapılan hataların ve muhalefetin propagandalarının etkisiyle zamanla azaldı. Açılım süreçleri bize, AKP hükümetini büyük ölçüde destek veren medya kuruluşları ve gazetecilerin kamuoyu oluşturmada ne kadar yetersiz kaldıklarını bir kez daha göstermiş oldu.* Açılımların tökezlemesinde en önemli faktörlerden biri de kamuoyunun belli bir bölümünde varlığını sürdüren AKP iktidarına karşı güvensizliktir. Normalde bu açılımlara destek vermeleri, hatta öncülük etmeleri beklenen (ki geçmişte bu konuda epey öne çıkmış olan) bazı kişi, kurum ve çevreler, sırf AKP tarafından başlatılmış olduğu için bu açılımlara şüpheyle bakıyor, arkalarında bir “komplo”, “takiyye” arıyor. İktidar partisinin de kendisine önyargılı bakan bu kesimleri kazanma yolunda belli bir çaba içine girdiği söylenemez.Açılımların geleceği2010 yılının ilk günlerinden itibaren yine “açılım” konuşacağımız muhakkak. Ama 2010 artık “az laf, çok iş” yılı olma durumunda. Ne var ki hükümetin açılımlar konusunda 2009’da atamadığı adımları 2010’da daha rahat atabileceği yolunda elimizde çok ciddi işaretler yok. Örneğin Ermeni açılımı, Dağlık Karabağ sorununun çözümsüzlüğünün cenderesinden kendini kolay kolay kurtarabileceğe benzemiyor. Alevi açılımında cemevlerinin “ibadethane” sayılıp sayılmayacağı gibi göründüğünden daha kritik bir eşiğin nasıl aşılabileceği belirsiz. Kürt açılımındaysa sayısız zorluklar var. Şu an itibariyle CHP ve MHP açılıma cepheden karşı; eski DTP, yeni BDP’lilerse, hükümetin onayladığı ya da en azından ses çıkarmadığı adli operasyonlar (DTP’nin kapatılması, KCK tutuklamaları, ifade krizi...) nedeniyle iyice bunalmış durumdalar ve AKP’ye yönelik itirazlarını giderek daha da keskinleştiriyorlar.Geriye galiba bir tek “Roman açılımı” kalıyor!
Kürt sorununun ve buna paralel olarak PKK sorununun çözümü için Kürt siyasi hareketi içindeki “şahin” - “güvercin”, diğer bir deyişle “radikaller” ve “ılımlılar” ayrımını iyi kavramanın kaçınılmaz olduğu doğrudur. Fakat bu hiç de kolay bir iş değildir. Çünkü Kürt hareketi derken, Öcalan (ki tavır ve sözlerinin her zaman birbiriyle tutarlı olduğu asla söylenemez), PKK (ki kendi içinde bir dizi odağı barındırmaktadır), yasal partiler (ki bunlar peş peşe kapatıldığı için ortada çok sayıda “baş” vardır) ve yaşadıkları bölgeye, yaş, cinsiyet, eğitim ve mali durumlarına göre farklı perspektiflere sahip bir tabandan söz ediyoruz. Zaten alabildiğine karmaşık olan bu hareketin birçok faaliyeti yasadışı zeminde yürütüldüğü için işimiz daha da zorlaşıyor. Kimsenin “şahin” ya da “güvercin” doğup öyle ölmediğini, her an, şaşırtıcı bir şekilde değişebildiğini söyleyebiliriz. Sonuçta kim niçin ve ne kadar süreyle “ılımlı”, hangi durumlarda “radikal” olur, kestirebilmek zordur. Hal böyle olunca Kürt ve PKK sorunlarının çözümünü sadece ve sadece şahin-güvercin eksenine oturtmak; buradan hareketle Kürt siyasi hareketindeki bu ayrıma dışardan müdahale edilebileceğine, edilmesi gerektiğine inanmak ve daha da ileri gidip bunu polis ve yargı yoluyla yapmaya çalışmak tek kelimeyle akıl almaz bir durumdur. Ve maalesef devlet bir süredir peş peşe yaşanan KCK (Koma Ciwaken Kürdistan-Kürdistan Topluluklar Birliği) operasyonları; DTP’nin kapatılması ve milletvekillerinin zorla ifade vermeye zorlanması gibi olaylarda da gördüğümüz gibi bu yanlış stratejiyi benimsemiş durumda.Herkes böyle düşünmüyorAslında devletin, hükümetin ve güvenlik bürokrasisinin tamamının bu stratejiyi benimsediği söylenemez. Özellikle Güneydoğu’yu ve Kürt siyasi hareketini yakından tanıyan, olaylara artniyetsiz, soğukkanlı ve uzun vadeli bakabilenler bu yolun çıkmaz olduğunu görüyorlar, ancak görüşlerini egemen kılamıyorlar. Diğer bir deyişle devlet içinde, en azından şimdilik, “şahinler”in, yani sert yöntemlerle Kürt siyasi hareketine nizam verme iddiasındakilerin “güvercinler”i, yani baskı ve sindirme stratejisinin yıllarca denenip sonuç vermediğine inanan ılımlıları etkisiz hale getirdikleri söylenebilir.Dolayısıyla şu an yaşadığımız krizler büyük ölçüde Kürt hareketindeki değil, devlet içindeki “güvercinler-şahinler” ayrımından kaynaklanıyor. Aslına bakılacak olursa bu yanlış gidişatın birinci derecede sorumlularını “şahin” değil de “karga” olarak adlandırmak daha isabetli olabilir. Bunların ortak özelliği, siyasal ve toplumsal hareketleri esas olarak ve bazı durumlarda sadece istihbarat raporlarıyla anlamaya kalkmaları; yerinde ve derinlikli gözlemlere yönelmemeleri; bir analist için en çok elzem olan “şeytanın avukatlığı”nı yapmaya asla niyetlenmemeleri ve en önemlisi işin içine hiçbir şekilde kalplerini katmamalarıdır. Diğer bir deyişle gerçekten Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünü canı gönülden istememeleridir. Burada şahsen anlayamadığım nokta, öncelikle Beşir Atalay gibi yetkin bir sosyal bilimcinin, ardından hükümet ve daha genelleştirirsek devletin, kılavuz olarak bu tür “taşra analistleri”ni benimsemiş olmalarıdır.Bizim neo-conlarŞu an yaşadıklarımız 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra ABD’de yaşananları fazlasıyla andırıyor. Bush yönetimi, yaşadıkları şokun etkisiyle kendilerine kısa vadede kesin sonuçlar vadeden bazı kişi ve kuruluşları kılavuz edinmişti. Fakat bunların hemen hepsi İslam ve İslamcılık konusunda hayli önyargılı, hayli bilgisiz ve hayli öfkeliydiler. İlk yaptıkları da, bu konularda yılların birikimine sahip, daha serinkanlı kişi ve kuruluşları sindirmek ve devre dışı bırakmak oldu. Bush “terörle mücadele” yerine “teröre karşı savaş” doktrini onların önerisiyle benimsedi. Yine Bush’un temel stratejisi olan “önleyici savaş”ın alaturka bir versiyonunun, günümüz Türkiyesi’nde KCK operasyonlarında hayata geçirildiğini görüyoruz.Çok bilmiş neo-con (yeni-muhafazakâr) “uzmanlar”ın peşinden Bush’un nerelere sürüklendiği ve ülkesiyle tüm dünyanın başına ne çoraplar ördüğü ortada. Temennimiz, büyük kısmı halkın oylarıyla seçilmiş insanları kelepçeleyerek Kürt sorununun çözülecebileceğine inanan bizim neo-konlarımızın bir an önce devre dışı bırakılıp barışçıl ve demokratik çözüm arayışlarının öne çıkmasıdır.
Aslında bu yılın en kritik MGK toplantısı 30 Haziran günü gerçekleşmişti. Bu MGK’nın hemen ardından girdiğimiz süreci “sivil 28 Şubat süreci” olarak tanımlamıştım. (Önceki gün Başbakan Erdoğan da “tarihi bir süreç” yaşıyoruz diyerek Türkiye’de son yıllarda olup bitenlerin fazlasıyla olağanüstü ve sıradışı olduğunu onaylamış oldu.) Bu yeni döneme “sivil 28 Şubat” dememi, inisiyatifin bariz bir şekilde askerden sivillere geçmiş olmasıyla açıklamaya çalışmıştım. Özellikle Gül’ün Köşk’e çıkmasıyla birlikte hızlanan yeni sürecin, geçmiştekine kıyasla en belirgin farklarından birini, “sivillerin cüret bakımından 28 Şubatçı generallerden pek de geri kalmamaları ancak onlara kıyasla çok daha dikkatli, temkinli ve sistematik bir şekilde yol alıyor olmaları” olarak tanımlamıştım.28 Şubat’ta askerlerin arkasındaki olduğu varsayılan “halk desteği”ne günümüzde Gül-Erdoğan ikilisinin sahip olmasını; yine dün medyanın çoğunluğunun TSK’nın (yani güçlü olanın) çizgisinde seyrederken bugünse çoğu olmasa bile önemli bir bölümünün siyasi iktidarı alkışlamasını da iki sürecin benzerlikleri olarak sıralamıştım. Aradan geçen 6 ayda siyasi iktidarla TSK arasındaki gerginlik sürekli tırmandı ve lafı uzatmaya gerek yok, yaşanan hemen hemen her gelişmeden (“ıslak imza” tartışmaları; Kafes planı, oramirallere suikast iddiaları; Genelkurmay’ın, bizzat Org. İlker Başbuğ eliyle sürece müdahale etme girişimleri ve nihayet Arınç’a suikast hazırlığı iddiaları) askerler zararlı çıktı. Hükümetin, kuşkusuz Çankaya’nın da desteğiyle, hemen hiçbir konuda geri adım atmadığına, tam tersine iddiaların üstüne üstüne gitmiş olduğuna; hükümetin kararlılığından güç alan savcı ve yargıçların da katılımıyla Türkiye’de akla bile getirilemeyecek olayların yaşandığına tanık olduk. Şunu hiç zorlanmadan söyleyebiliriz: 2010 yılı da benzer gelişmelere sahne olacak ve bunun sonucunda TSK’nın siyasi hayatımız (ve dolayısıyla demokrasimiz) üzerindeki yıllardır süren vesayeti büyük ölçüde kırılmış olacak. Bir vesayetten diğerineÖncelikle şunu vurgulamak şart: Askeri vesayetin kalkması veya büyük ölçüde aşınması Türkiye’nin demokratikleşmesi için olmazsa olmaz bir şarttır. Artık Türkiye bir daha askeri darbe ihtimalini mutlaka devre dışı bırakmalıdır. Ancak askeri vesayetten kurtulmak demokratikleşme için tek başına yeterli midir? Kesinlikle değil. Hele AB sürecinde büyük tökezlemelerin yaşadığı bir ortamda, sadece siyasi hayatı sivilleştirerek demokrasiyi kamil bir şekilde inşa edebileceğimizi düşünmek hayal olur. Zira demokrasiye tek tehdit asker üniformasıyla gelmiyor. Bugün Türkiye’de ordu zayıfladıkça kendilerinin güçlendiğini düşünen ve çoğulcu demokrasiyle ilişkileri hayli kuşkulu o kadar çok kişi, çevre ve odak var ki insan gelecek konusunda fazla ümitli olamıyor. Kuşkusuz sırf bu çevrelerin varlığı nedeniyle askerin siyasetin dışına çıkarılması çabalarına itiraz etmek kesinlikle söz konusu olamaz. Fakat “taraf olmayan bertaraf olur” şiarıyla iktidar savaşının taraflarından herhangi birinin kuyruğuna takılmanın da ülkenin hayrına olduğunu düşünmüyorum.Maharet, hem ülkedeki sivilleşmeye destek verip, hem de ne zamandır sürmekte olan iktidar mücadelesinden güçlü çıktıkları aşikâr olan kesimleri de, yine demokrasinin ilkerinden hareketle denetleyebilmek ve eleştirmekte. Yani demokrasiden yana olup, çatışan tarafların hiçbirinin yanında olmamakta.
KCK, Koma Ciwaken Kürdistan’ın, yani Kürdistan Topluluklar Birliği’nin kısaltması. İddiaya göre bu örgüt, yasadışı Kürt siyasi hareketiyle (PKK) yasal olan (dün DTP, bugün BDP) arasında köprü vazifesi görüyor. Bundan önce Güneydoğu’da KCK’ya yönelik dalga dalga operasyonlar düzenlenmiş, çok sayıda belediye başkanı, parti üye ve yöneticisi ile sivil toplum kuruluşu temsilcisi gözaltına alınmış, çoğu da tutuklanmıştı. Dikkatli okuyucular bilir, daha önceki operasyonları da eleştirmiştim, ne var ki büyük ölçüde yalnız kalmıştım.Fakat son KCK operasyonu, özellikle hükümetin Kürt açılımına başından beri geniş ölçüde destek veren bazı kişi ve çevrelerin de tepkisine neden oldu. Nasıl olmasın ki, tam hükümetin artık iyice tıkanmışa benzeyen Kürt açılımında ne tür adımlar atacağını; özellikle PKK’nın silahsızlandırılması için hangi formülleri geliştireceğini merakla beklerken, bir kısmını yakından tanıdıkları Kürt siyasetçi ve kanaat önderini, plastik kelepçelerle sıraya dizilmiş halde görünce neye uğradıklarını şaşırdılar.Yanlış, çünkü...KCK operasyonu, özel olarak Kürt açılımının, genel olarak da demokrasimizin geleceği hakkında karamsar olmamıza neden olacak birçok öğe içeriyor. Fakat bunları ele almadan önce KCK soruşturmasını neden anlamsız, yararsız ve hatta zararlı bulduğumu belirtmek istiyorum. Bu arada operasyonları eleştirenlere “PKK’lı olmak”, ya da en azından “PKK’nın ekmeğine yağ sürmek” gibi ithamlarda bulunanlara, Irak’ı işgal ederken diğer ülkelere “ya bizdensiniz, ya onlardan” diye dayatmış olan ABD eski başkanı George W. Bush’un akıbetini hatırlatırım.Bu operasyonlar yanlış çünkü;1 Bir yanda yasal (dün DTP, bugün BDP), diğer yanda yasadışı (PKK) Kürt siyasi hareketleri ve bunların birbirleriyle ilişki içinde oldukları birer gerçekse bunların arasında “yarı yasal” olarak tanımlayabileceğimiz bir yapının bulunması doğal, hatta zorunludur;2 Hükümetin “Kürt açılımı” nın nihai hedefinin yasadışı Kürt hareketinin kendi rızasıyla tasfiyesi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla yasadışılıktan yasallığa geçişi kolaylaştırabilecek köprülere her zamankinden fazla ihtiyaç var; 3 Devlet daha önce de yasal siyasi partilerin (HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP) PKK ile ilişkilerini koparmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Hatta bu tür operasyonlar söz konusu ilişkiyi daha da güçlendirdi;4 Operasyonların PKK ile BDP’nin ilişkisini koparacağını düşünmek mümkün değil. Güneydoğu’nun siyasi nabzını tutanlar, PKK ve Öcalan’ın hiç olmadığı ölçüde meşrulaşmış olduğunu ve bu türden baskıların bu olguyu daha da güçlendirdiğini de çok iyi bilmektedirler.Şahin avıOperasyonları yürütenler ve onları destekleyenler kendilerini şöyle haklı göstermeye çalışıyorlar: “İçeri alınanlar ’şahinler’. Bu yolla Kürt siyasi hareketi içinde ’güvercinler’in önünü açmak istiyoruz.” İşte bir örnek: Son kongrede AKP MKYK’sına giren Dicle Üniversitesi’nden Doç. Mazhar Bağlı NTV’ye şu yorumu yaptı: “Demokratik açılımın devam etmesinin en önemli parametlerinden birisi de bu operasyonun yapılmasıdır. Kimsenin herhangi bir siyasi eğilim veya bir siyasi tercihten dolayı gözaltına alındığını düşünmüyorum. Aksine davem eden süreci ve demokratikleşmeyi engelleyen, provoke eden ve başka türlü mahfillerle iş tutun bir yapılanma var. Bu aksine DTP’li belediyelerin işini de kolaylaştıran bir operasyon olacaktır. Çünkü KCK çok ciddi olarak bölgedeki sivil siyaset alanını daraltan bir yapılanma. Bölgedeki sivil siyaset alanının genişlemesi için de bu operasyona ihtiyaç vardır. Bununu için geç kalınmış olduğunu bile düşünüyorum.” Birkaç hatırlatmaDoç. Bağlı yalnız değil. Kimisi akdemik titrli, kimisi “araştırmacı” etiketli bazı isimler; birkaç “think tank” ve bir medya grubu, ne zamandır tek engelin KCK olduğu yolunda yoğun bir propaganda ve lobi faaliyeti yürütüyordu. Devletin kendisine kılavuz olarak onları seçmiş olduğunu bir kez daha gördük. Yazık.Bu operasyonları yapanlar ve onları destekleyenlere birkaç hatırlatmam olacak:1 KCK’nın, Öcalan bahanesiyle şehirleri yangın yerine çevirdiğini söylüyordunuz. Öcalan’ın son talimatlarıyla gösteriler durmuştu fakat son operasyonla tekrar başlamadı mı?2 KCK’nın hedefinin bölgeye “olağanüstü hal” i getirmek olduğunu söylüyordunuz. KCK zanlılarının toplama kampına götürür gibi kelepçelenmesine ne diyorsunuz?3 Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak ile Hatip Sicle, 1994’de TBMM’den polis zoruyla götürülürken gerekçe yine aynıydı: PKK ile ilişki. Onca yıl hapis yatmış bu kişileri yine içeri atarak ne elde edeceğinizi düşünüyorsunuz? 4 Her fırsatta “atanmışların seçilmişler üzerindeki vesayeti” nden yakınıyorsunuz da halkın seçtiği belediye başkanlarının polis-savcı işbirliğiyle yaka paça götürülmelerini neden onaylıyorsunuz?5 Sık sık “toplum mühendisliği” kavramının altını çiziyorsunuz. “Şahinleri içeri atıp güvercinlerin önünü açma” gibi bir iddianın toplum mühendisliğinden başka bir anlamı olabilir mi?6 Sahi kim şahin, kim güvercin, nasıl saptıyorsunuz? İnsanların telefonlarını ve e-postalarını takip etmekten başka bir yönteme başvuruyor musunuz? İçişleri Bakanlığı, gözaltına alınan BDP’lilere takılan plastik kelepçeyle ilgili önceki gün soruşturma açmıştı.
Her ne kadar bölge halkının, sivil toplum kuruluşlarının, bazı gazeteci ve aydınların yoğun baskısı etkili olmuşsa da DTP’lilerin istifadan vazgeçmesinde belirleyici rolü Abdullah Öcalan oynadı. Nitekim Ahmet Türk yaptığı açıklamada, uzun uzun kamuoyu baskısını anlattıktan sonra, İmralı’dan gelen değerlendirmelere de saygılı bir dille değindi.Aslında olayların böyle gelişeceği başından belliydi. Öcalan, kapatmanın hemen öncesinde avukatlarına, “kapatılma dünyanın sonu değil” demiş ve yeni partiyle yola devam talimatı vermişti. Biz de Öcalan’ın bu sözlerinden hareketle Cumartesi günkü Vatan’da “sine-i millet yok, yeni partiyle yola devam” başlığını gönül rahatlığıyla atmıştık. Doğal olarak DTP’lilerin Diyarbakır’da istifa kararı almaları çok şaşırtıcı olmuştu. İki gün bekledim, karardan geri adım atmadıklarını görünce Çarşamba günü “yanlımışım” diye başlayan bir yazı kaleme aldım. Fakat aynı yazıda “Belki de Öcalan bu hafta avukatlarına, ‘Meclis’i terk etmekle yanlış yaptılar’diyecektir” demiş ve şöyle devam etmiştim: “İşte o takdirde DTP’liler bu kadar hayati bir konuda ‘Öcalan’a rağmen’ hareket etmiş olurlar ki, sanmıyorum.” PKK’ya da ayarEvet DTP’liler, bir kez daha “Öcalan’a rağmen” hareket edemediler ve imajları daha fazla yıpranmış oldu. Bu durum, bundan sonra Barış ve Demokrakrasi Partisi (BDP) çatısı altında siyasete devam edecek ve muhtemelen Ufuk Uras’ın da katılımıyla TBMM’de yeniden grup kuracak olan DTP’liler için kötü olmakla birlikte Türkiye için hayırlıdır. Zira sine-i millet kararı, Anayasa Mahkemesi’nin kararı kadar yanlış bir karardı; ne DTP’lilere, ne Kürtlere, ne de bütün Türkiye’ye hiçbir yararı olmayacaktı. Sonuçta, acı ama gerçek, DTP’liler Öcalan’ın müdahalesiyle çok büyük bir yanlıştan dönmüş oldular.Bu noktada çok önemli bir parantez açmak lazım: PKK’nın fiili lideri Murat Karayılan son açıklamalarında sine-i millet kararına açık destek vermişti. Zaten bu kararın şekillenmesinde birinci derecede etkili olduğunu bildiğimiz, hafta sonu Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi’nin, PKK’dan habersiz, hele ona rağmen böylesine ciddi bir karara varması mümkün değildi. Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Öcalan karşısında PKK’nın da gücü, etki ve yetkisi bir yere kadar. Daha da ileri giderek, Öcalan’ın son talimatının sadece istifa kararı alan milletvekillerine değil, onları bu yolda teşvik ettiği anlaşılan PKK’nın yönetici kadrosuna da bir “ayar”dır.Kısır döngüPeki bundan sonra ne olacak? Öcalan geniş bir tabana yayılacak bir parti kurulmasını istiyor. Ahmet Türk de benzer bir dileği dile getirdi. Fakat daha önce de, kapatılan her partinin ardından yeni bir parti için kollar sıvandığında bu tür arayışlar gündeme gelmiş, çeşitli temaslar kurulmuş, hatta bazı isimler kazanılmıştı ancak hiçbir zaman bir “Türkiye partisi” hayata geçirilememişti. Bunun en başta gelen nedeni, Öcalan ve PKK’nın bu partiler üzerindeki ipoteğidir. Bu ipotek nedeniyle aslında yer alabilecek çok kişi ve grup bu partilerden uzak durdu; “belki bu sefer bir şeyler değişmiştir” diye şansını deneyenler de kısa süre içinde hayal kırıklığına uğradılar. Bu sefer de benzer şeyler yaşanacağa benziyor. Bir-iki küçük çaplı katılım dışında DTP’nin BDP’ye taşınmanın ötesinde bir durumla karşılaşmamız zor olur. Bu kısır döngü ancak bir şekilde kırılabilir: Öcalan yasal partinin hiçbir işine, hiçbir şekilde karışmayacağını beyan ederse BDP’ye farklı kesimlerden de katılımlar olabilir. Ne var ki Öcalan böyle bir söz vermez, verse de bu sözünde duramaz.
İÇİŞLERİ Bakanı Beşir Atalay’ın basın toplantısını az merak, çok ümitle izledim. Fazla merak etmiyordum zira Kürt açılımı konusunda yeni, somut ve en önemlisi yaşanan tıkanıklığı aşmaya yarayacak şeyler söyleyemeyeceğini düşünüyordum. Öte yandan ümitliydim zira açılımı önemsiyor, başarıya ulaşmasını diliyor ve buna bağlı olarak da destekliyorum. Yani Atalay’ın şaşırtmasını ve yaşadığımız katmerli krizin aşılması ve açılımın ilerlemesine katkıda bulunacak adımları duyurmasını umuyordum.Ancak Atalay, tıpkı Başbakan Erdoğan’ın son günlerde sık sık yaptığı gibi, hükümetin açılım konusundaki kararlılığını tekrarlamanın ötesine geçmedi. Tabii bir de son yaşanan tatsız olayların birer “tahrik”, diğer deyimle “provokasyon” olduğunu; sorumluların hepsinden haberdar olduklarını ve bunların hak ettikleri cezalara çarptırılacağını söyledi. Atalay’ın bu sözleri bazılarını tatmin etmiş olabilir ancak ben olmadım. Yılların eskitemediği yaklaşımTatmin olmadım çünkü bizim devlet yetkililerinin, kamuoyunu ikna etmede sihirli bir rolü olduğunu düşündükleri ve bu nedenle her başları sıkıştığında başvurdukları “tahrik” saptamasının, isabetli olsa bile toplumsal olayları, çatışmaları anlamada, kavramada yeterli ve yararlı olmadığına, hatta çoğu durumda zararlı olduğuna inanıyorum. “Tahrik” (provokasyon) teorileri şöyle basit bir akıl yürütmeden hareket eder: Bizim toplumumuzun arasında aslında ciddi ihtilaflar yoktur, tam tersine çok güçlü kardeşlik bağları vardır fakat bundan rahatsız olan bazı (iç ve/veya dış) mihraklar provokasyonlarla bizleri birbirimize düşürmektedir.Diyelim ki yakın tarihimizde yaşanan bütün iç çatışmaların, katliamların, siyasi suikastlerin ardında provokatörler var, o zaman şu soruyu sormak gerekmez mi: Nasıl oluyor da o güçlü kardeşlik bağlarına rağmen bu provokatörler emellerine ulaşabiliyorlar?Beşir Atalay gibi yetkin bir sosyal bilimcinin de çok iyi bildiği gibi, bir toplumu karıştırmak isteyen güç odakları, o toplumda bazı çatışma potansiyelleri bulunmaması durumunda asla başarılı olamazlar. Örneğin Alevilere yönelik katliamları ele alalım: Ülkücüler 1980 öncesi yaşananların, İslamcılar da son Sıvas katliamının “düpedüz provokasyon” olduğunu kanıtlamak için ellerinden geleni yaptılar. Fakat bu arada, diyelim ki “karanlık güçler” tarafından komşusu Alevinin öldüren veya hiç tanımadığı insanların alevler içinde kalmasını keyifle seyreden insanları sorgulamadılar.Her şey mi komplo?Son Ergenekon soruşturmasıyla birlikte bütün yakın tarihimizin, bugünümüzün ve hatta geleceğimizin bir “komplolar ve provokasyonlar bileşkesi” olarak tarif edilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz. Ergenekon gibi bir örgütlenmenin var olması, bu yapının değişik yollarla iç çatışmalar körüklemek istemiş veya körüklemiş olması yaşanan her tatsızlığın arkasında onların olduğu anlamına nasıl gelebilir? Diyelim ki “derin” bir yapı bütün bunları tezgahlıyor, Reşadiye’de askerleri şehit edenlerin; onların bu saldırısını onaylayanların; bir belediye otobüsünde genç bir kızı ateşe verenlerin; Dolapdere’de göstericilere silah çekenlerin; Muş Bulanık’ta göstericilere Kaleşnikof’la saldıran kişinin hiç mi suçu yok?Daha önemli sorularsa şunlardır: Neden bu kişiler bu suçları işliyorlar? Neden Türkiye toplumu bu yaşananlara karşı aynı tepkiyi vermiyor? Beşir Atalay, son olayların sorumluluğunu “demokrasinin yükselmesinden rahatsız olanlar”a yükledi. Haklı olabilir. Gerçekten de Kürt açılımından, onun başarılı olma ihtimalinden rahatsız olan birbirlerinden farklı çevreler tahriklere başvuruyor olabilirler. Ancak unutmamalı ki, eğer böyle odaklar gerçekten varsa, bunların en çok, toplumun açılım konusundaki kafa karışıklığından ve buna neden olan hükümetin yanlışlarından istifade ettikleri de ortadadır. Sonuç olarak hükümetin, bir an önce toplumdaki kafa karışıklığını giderecek adımlar atması, bu bağlamda, çok iyi bildiklerini söyledikleri provokatörleri, vakit geçirmeden etkisiz hale getirip cezalandırması gerekir.
Dün NTV’de Yazı İşleri programına Sabah Gazetesi yazarı Yavuz Donat’ı konuk ettik. Deneyimli gazeteci, salı gününü Diyarbakır’da geçirmiş, DTP’nin ileri gelenleri, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve halkla görüşmüştü. Donat bölgeden izlenimlerini, birçok kişinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün devreye girmesini beklediğini söyleyerek noktaladı. Birkaç saat sonra Donat aradı ve Gül’ün yayını izlemiş olduğunu ve kendisini Köşk’e davet ettiğini söyledi. Sonuçta 45 dakikalık bir sohbet gerçekleşmiş ve bu arada Donat, Gül’le “yayınlanmak kaydı” ile kısa bir mülakat da yapmış. Gül’ün ne dediğini bugün Donat’ın kaleminden okuyacağız ancak biz bu yazıda Çankaya’nın içinden geçmekte olduğumuz bu katmerli kriz sürecinde ne yapabileceğini tartışmak istiyoruz.“Katmerli kriz süreci” derken hükümetin başlatmış olduğu Kürt açılımının bir türlü ilerleyememesini; sokakların yangın yerine dönmesini; PKK’nın yeniden terör eylemlerine başlamış olmasını; DTP’nin kapatılmış olmasını; buna tepki olarak DTP’li milletvekillerinin istifa kararı vermelerini; iktidar partisiyle muhalefet arasında hiçbir iletişim ve diyaloğun olmaması bir yana aralarındaki gerilimin giderek tırmanmasını kastediyorum.Gül’ün, birbirinden farklı görüşteki kanaat önderleri tarafından “12 Eylül 1980 öncesi günler”e benzetilen bugünkü ortama müdahale etmesi bir cumhurbaşkanı olarak öncelikli görevleri arasında yer alıyor. Buna ek olarak, “tarihi fırsat” çıkışıyla açılımın “gerçek başlatıcısı”olduğu için, bu sürecin gidişatından birinci derece sorumludur.DTP’ye açılımNitekim Gül daha DTP kapatılmadan, Arnavutluk yolunda gazetecilere, siyasi parti liderlerini bir araya getirmeyi düşündüğünü söylemişti. Fakat önce muhalefet bu öneriye yanaşmadı, Başbakan Erdoğan da öneriyi tasvip ettiğini, fakat gerçekleşmesini mümkün görmediğini söyledi. Buna karşılık işlerin her geçen gün daha kötüye gitmesi üzerine Gül’ün müdahil olması önerisi, birbirinden farklı kişi ve çevreler tarafından telaffuz edilir oldu. Açıkçası siyasi partilerin Çankaya’da bir masa etrafında toplanması hiç mümkün gözükmüyor. Olsa bile buradan bir fotoğraf dışında olumlu bir gelişme beklemek fazlasıyla hayalcilik olur. Bununla birlikte Gül’ün yapabileceği şeyler yok değil. Öncelikle DTP’lilerin iyice mevcut sistemin dışına çıkmalarını engelleyici adımlar atabilir. Unutmayalım ki Başbakan Erdoğan daha DTP’nin adını anmaz, ondan “malum parti” diye bahsederken Gül bu partinin önde gelenlerini değişik vesilelerle Çankaya’da ağırlıyor; yurt dışı gezilerinde yanında götürüyordu. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra ilk yurtiçi gezisini Güneydoğu’ya yapan Gül’ün bölgenin kanaat önderleri ve sivil toplum temsilcileriyle düzenli olarak bir araya geldiğini de biliyoruz.Peki Gül DTP konusunda ne yapabilir? Şu ana kadar Başbakan ve diğer hükümet yetkilileri “siyasi parti kapatılmasına karşı” olduklarını söylemenin dışında bir şey söylemediler; şahsen DTP’nin kapatılıp Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un yasaklanmalarından “üzgün” olduklarını söyleyen hiçbir devlet yetkilisine tanık olmadım.İşte Gül en azından DTP’nin kapatılmasının, bazılarının iddia ettiği gibi bir “devlet politikası” olmadığını gösterecek bazı jestler yapabilir; yapmalı. Her ne kadar bundan böyle cumhurbaşkanlarını millet seçecek olsa da, Gül’ün Başbakan Erdoğan gibi “Böyle bir şey yaparsam seçmenin tepkisi ne olur?” diye daha az düşüneceğini varsayabiliriz. Gidişata müdahaleDTP krizine müdahale dışında Gül’ün açılımın (kötü) gidişatı konusunda da bir şeyler yapması kaçınılmaz gözüküyor. Şu ana kadar yaşananlardan, hükümetin bu süreci başarıyla yönetmediğini, bundan sonra da yönetebileceğe benzemediğini çıkarabiliriz. Başbakan sık sık “Biz açılımı milletle yapacağız” diyor ancak iddia ettiği gibi “milli birliği pekiştirecek” adımlar atmakta zorlanıyor. Hatta açılımla birlikte ülkedeki kamplaşmaların daha da sertleştiği ortada. Buradan çıkış, muhalefetin iddia ettiği gibi açılımdan vazgeçmek değil, tam tersine onda sonuna kadar ısrar etmekle olur. Bu noktada Gül’ün devreye girmesinin kesinlikle şart olduğunu söyleyebiliriz.