Türkiye’de galiba görmediğim il merkezi kalmadı. İstanbul ve İzmir’i klasman dışı tutacak olursak, en sevdiğim ilin Mardin olduğunu söyleyebilirim. İlk kez 1987 Genel seçimleri kampanyalarını izlemek için, o tarihte Fransa’nın Le Monde gazetesi Türkiye muhabiri olan, sevgili dostum Jean-Pierre Thieck’le (kendisini üç yıl sonra AIDS’ten kaybettik) gittiğimde Mardin beni tek kelimeyle büyülemişti. O gün bugündür Mardin’i görmek için elime geçen her fırsatı değerlendirdim, olmadı fırsatlar yarattım. Geçen hafta sonu da böyle bir şans yakaladım ve kaçırmadım: TRT-2’de “Açık Kitap” programını sunan eşim Müge İplikçi, Dünya Öykü Günü’nün bu yıl Mardin’de kutlanacağını ve ekip olarak çekime gideceklerini söylediğinde tereddütsüz “Ben de geliyorum” dedim. Sonunda Mardin’le hasret giderdim.AKP’liler de umutsuzSiyasi açıdan Mardin il merkezinin en dikkat çeken özelliklerinden biri, çevresindeki Kızıltepe, Nusaybin gibi ilçelerin aksine, yıllardır süren çatışma ortamından çok az etkilenmiş olmasıdır. Kimbilir belki beni bu ile çeken nedenlerden biri de onun bölgede bir tür “sükunet adası” gibi durmasıdır. Mardin’in bu ayrıcalıklı konuma nasıl eriştiğini tartışmayı erteleyip yıllar içinde vardığım bir sonucu aktarmak istiyorum: Sayıları maalesef az olan Mardin gibi “sükunet adaları” Kürt sorunun ne olduğunu, nereye doğru evrildiğini anlamamıza epey yardımcı oluyor. Nitekim bu hafta sonu Mardin’de yaptığım sohbetler, benim “Kürt açılımı” demekte ısrar ettiğim sürecin nasıl bir aşamada olduğunu anlamak ve geleceği hakkında öngörülerde bulunmakta epey yardımcı oldu. “Açılım Mardin’den nasıl görünüyor?” sorusuna çok uzatmadan “buharlaşmış” cevabını verebilirim. Ama biraz uzatmak ve neden böyle göründüğünü izah etmek şart.Öncelikle şu hususun altını çizmeliyim: Açılımın buharlaştığı yargısına BDP’lilerden ziyade AKP’ye yakın kişilerle yaptığım sohbetlerden sonra vardım. Bu kişilerin çoğunu 1994’den, Refah Partisi saflarında siyaset yaptıkları zamandan beri tanırım. Her Mardin’e gidişimde kendilerini görmeye, onlarla konuşarak nelerin nasıl değiştiğini anlamaya çalışırım. Bu sefer da kendilerinden çok şey öğrendim. İlginçtir, Başbakan Erdoğan’ı çok sevmelerine, ona sonuna kadar güvenmelerine rağmen açılım konusunda herhangi bir umutları olmadığını üzülerek ifade eden bu kişilerden hiçbiri Kürt değil. Arap kökenli olmalarına rağmen Kürt sorununun kalıcı ve demokratik bir şekilde çözümünü arzuladıklarına tanıklık edebileceğim bu kişiler gelinen noktada eski DTP, yeni BDP’nin de sorumlulukları olduğunu vurguluyorlar ancak hükümetin kendilerini hayal kırıklığına uğrattığını da gizleyemiyorlar.Koşar adım kopuşMardin girişinde billboardlarda “Başkanımızı İstiyoruz” afişleri asılıydı ve Kızıltepe’nin DTP’li Belediye Başkanı Ferhan Türk’ün (kendisi Ahmet Türk’ün yeğenidir ve 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da hapis yatmıştır) serbest bırakılması isteniyordu. Daha sonra ilde yeni KCK operasyonu yapıldığını ve DTP ile BDP’de siyaset yapan çok sayıda kişinin gözaltına alındığını öğrendik. Mardin’de görüştüğüm AKP’liler bu operasyonların mantığını anlamakta zorlandıklarını söylüyor ve “Bunların halkı daha fazla BDP’ye ittiğinin farkında değiller mi?” diye soruyorlar. BDP’lilerin açılıma nasıl baktıklarını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ağustos ayında DTP’lilerde ümitli ama kuşkulu bir heyecana tanık olmuştum. Bu sefer ümit gitmiş, kuşku her şeye egemen olmuş. Dolayısıyla heyecandan da eser kalmamış. BDP’liler, hem DTP’nin kapatılması, hem üstüste gelen operasyonlar, hem de açılım adına hiçbir şeyin yapılmamsıyla koşar adım bir kopuş yaşıyorlar.
Türkiye uzun zamandır “tek parti iktidarı”nın istikrar, koalisyon hükümetlerininse “istikrarsızlık” olduğu fikrine alıştırılmak isteniyor. Bu nedenle önümüzdeki genel seçimlerden bir koalisyon çıkma ihtimalinden genellikle bir “kâbus” gibi söz ediliyor. Ama bunun bir ileri aşaması daha var: Normal şartlarda 2012’de halkın seçeceği cumhurbaşkanıyla, devletin zirvesinde bir koalisyonla tanışabiliriz. Batılılar buna “cohabitation” (okunuşu kohabitasyon) diyorlar ve bunun ilk örneği yarı başkanlık sisteminin olduğu Fransa’da 1986 yılında yaşandı. Sosyalist Parti lideri François Mitterrand 1981’de cumhurbaşkanı seçilmişti ve kendisi gibi sosyalist olan hükümetle uyum içinde Fransa’yı yönetiyordu. Fakat 1986 genel seçimlerinden sağın lideri Jacques Chirac zaferle çıkınca Fransa “cohabitation” kavramıyla tanıştı. 1988’de Mitterrand yeniden cumhurbaşkanı seçilince ülkeyi erken genel seçimlere götürdü ve sosyalistler yeniden hükümet kurunca “cohabitation” bitti. Fransa daha sonra 1993-1995 ve 1997-2002 arasında iki ayrı “cohabitation” daha yaşadı ve devletin zirvesindeki koalisyonua alıştı ve bir ölçüde de benimsedi.Erken başlayan seçim kavgasıAcaba bizde de benzer bir ihtimal söz konusu olabilir mi? Öncelikle bu tartışmanın “erken” olduğunu ileri süreceklere, Vatan’ın dünkü manşetini hatırlatırım. Cumhurbaşkanı Gül’ün bazı güncel siyasi tartışmalar hakkında kimi görüş ve önerilerinin Başbakan Erdoğan’a yakınlıklarıyla tanınan bazı isimler tarafından eleştirilmesinin ekseninde ilerideki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yer aldığı ileri sürülebiliyor. Öte yandan Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, bazı çevrelerin cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini engellemek istediği uyarısında bulunup son günlerdeki birçok gerginliği bu niyetle ilintilendiriyor. Kurtulmuş pek haksız sayılmaz zira cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması siyasi rejimimiz açısından küçük çaplı bir devrim olarak nitelendirilebilir ve düne kadar bu fikre sıcak bakan bazı kesimler dahil, kimileri bu devrimin doğurabileceği sonuçlardan telaşa kapılmış olabilirler.Bu muhtemel sonuçlardan biri “cohabitation”, yani devleti zirvesinde koalisyondur. Daha koalisyon hükümetlerine sıcak bakamayanların zirvede doğabilecek bir iki iktidardan ürkmesi pekala anlaşılabilir. Şöyle ki, normal şartlarda ülke önce genel seçimlere gidecek ve buradan tek başına veya koalisyon şeklinde bir hükümet çıkacak. Bundan yaklaşık bir yıl sonra yapılması öngörülen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanmak için geçerli oyların yarıdan bir fazlasını almak gerekecek. Doğal olarak bu seçimlerde muhalefetteki partilerin blok halinde hareket edip ortak bir adayı Köşk’e yollamaları hayli yüksek bir ihtimaldir.Önceki benzer örneklerTürkiye’de daha önce de cumhurbaşkanlarıyla başbakanların ayrı parti ya da siyasi zihniyetten geldikleri oldu: Turgut Özal-Süleyman Demirel; Süleyman Demirel-Necmettin Erbakan; Ahmet Necdet Sezer-Abdullah Gül ve Sezer-Tayyip Erdoğan örneklerini verebiliriz. Hatta Özal’ın kendi partisinden Başbakan Yıldırım Akbulut, Demirel’in de aynı şekilde Başbakan Tansu Çiller ile anlaşamadıkları durumlar da yaşandı. Fakat bu cumhurbaşkanları TBMM tarafından seçilmişlerdi ve yetkileri kullanırken bu gerçeği hep göz önünde tutmaları gerekiyordu.İşte yetkileri aynı kalsa da Türkiye ilk kez meşruiyetini doğrudan halktan alacak bir cumhurbaşkanı seçecek. Bunun bir nevi “yarı-başkanlık sistemi” görüntüsü yaratması hiç şaşırtıcı olmayacak. Ve seçmen eğer o anki başbakanın partisinden olmayan, hatta ona muhalif bir ismi Çankaya’ya çıkarırsa (örneğin Erdoğan başbakan, Baykal cumhurbaşkanı veya tersi...) biz de Fransa gibi “cohabitation”la tanışmış olacağız. Fransa’daki ilk cohabitation dönemini hatırlıyorum da bunu “dünyanın sonu” gibi sunmaya çalışanlar, ilk başlarda peş peşe yaşanan krizlerle haklı çıktıklarını ilan etmeye kalkarken, bir süre sonra yanıldıkları ortaya çıkmıştı. Kimbilir belki de Türkiye’nin de aradığı böyle bir koalisyondur!
AKP Lideri Erdoğan’ı dün izledikten sonra, iktidar partisiyle MHP arasındaki tartışmayı bir “savaş” olarak adlandırmak sanırım abartılı olmaz. Erdoğan’ın gerek MHP’ye, gerekse Devlet Bahçeli’ye yönelik sert eleştiri ve suçlamalarına cevaplar herhalde gecikmeyecektir. Dolayısıyla bu iki parti arasındaki gerilim artarak süreceğe benzer. Kavgayı ateşleyen hiç kuşkusuz MHP’li Osman Durmuş’un TBMM kürsüsünden söyledikleridir. Fakat bu savaşın sadece bu nedenle çıktığını söylemek doğru olmaz. Aslında 2007 seçimlerinden sonra bu iki partinin arası pek de fena değildi. MHP milletvekilleri oturumlara katılarak Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının önünü açmışlardı. Fakat en çarpıcı işbirliği, DTP’lilerin de desteğini alan AKP ile MHP’nin türban yasağını kaldırmaları oldu. Ne var ki Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararıyla, “kim kime tuzak kurdu?” diye özetlenebilecek ve cevabı alınamayan bir tartışma yaşandı.Aralar açılımla açıldıHiç kuşku yok ki iki partinin arası esas olarak, adı daha sonra iki kez değişen “Kürt açılımı” ile açıldı. AKP’liler açılıma MHP’nin karşı çıkmasını zaten bekliyorlardı. Buna karşılık CHP’yi bir şekilde sürece dahil edip MHP’nin tepkilerini bir ölçüde azaltmayı, en azından çözümün önündeki ana engel olmasına izin vermemeyi planlıyorlardı. Ancak hesaplar tutmadı; CHP açılıma muhalefette MHP ile bir tür yarışa girdi.AKP-MHP savaşının ana zemininin Kürt açılımı olduğunu kabul ettiğimizde, savaşı başlatanın da MHP olduğu sonucuna varılabilir ancak bunun gerçeği tam yansıttığı söylenemez. Zira MHP açılıma muhalefetini hep en üst perdeden sürdürdü ama bunun sokağa taşmaması, bir “savaş” görünümü almaması için de epey gayret gösterdi. Öte yandan hükümet süreci, özellikle Habur’da yaşananlardan sonra iyi yönetemeyince açılımın yararından çok zararını görmeye başladı; özellikle Türk milliyetçiliğine yakın olmakla birlikte AKP’yi tercih etmiş olan seçmenin kafası karıştı ve bunların bir kısmı MHP’ye doğru yöneldi. Kavgayı şiddetlendiren ana gelişmenin seçmen tercihlerindeki bu kayma olduğunu pekala ileri sürebiliriz.Bilinçli bir stratejiDün AKP hükümetine destek veren bazı yayın organlarıyla bazı gazetecilerin MHP ile kavga konusunda iktidar partisine tam manasıyla gaz verdiklerini gördüm. Ardından partisinin kadın kollar yöneticilerine hitap eden Erdoğan’ı dinlerken, AKP’nin MHP ile savaşa sürüklenmediği, tam tersine bunu tercih ettiği kanısına vardım. Anlaşılan Erdoğan ve kurmayları, Osman Durmuş’un sözlerini bir koz, bir fırsat olarak değerlendirip MHP’yi bu sayede köşeye sıkıştırmayı hedefliyorlar. Peki bu doğru bir strateji mi? Sanmıyorum. AKP-MHP savaşı için “galibi olmayan bir savaş” öngörüsünde bulunabiliriz. O zaman şu soru karşımıza çıkacaktır: En fazla kim kaybeder? Her iki partiyi ve yaslandıkları siyasi gelenekleri yıllardır yakından takip etmeye çalışan birisi olarak cevabım, “Kesinlikle en çok AKP zararlı çıkar” olacaktır. AKP zararlı çıkar çünkü kimsenin MHP ile kavga etsin diye bu partiyi iktidara taşıdığını sanmam. Buna karşılık MHP seçmeni içinde şu ya da bu nedenle AKP’den hoşlanmayanların oranının hayli yüksek olduğunu düşünebiliriz. Dolayısıyla bu tür savaş hem MHP seçmenini daha da keskinleştirip, hem de AKP seçmeninde rahatsızlıklara yol açabilir.MHP tabanının muhafazakâr değerlerle yoğrulmuş olduğu doğrudur fakat Erdoğan ve diğer AKP’lilerin MHP yönetimini dini argümanlarla köşeye sıkıştırabileceklerini düşünmeleri, bu partiyi yeterince tanımadıklarını kanıtlıyor. Bahçeli’nin gücüDevlet Bahçeli’nin gücü ve becerisi konusunda da yanıldıkları anlaşılıyor. MHP ve ülkücü hareketin son derece yekpare ve disiplinli olduğu sanılır, halbuki iç çekişme, rekabet ve çatışmaların belki de en yoğun olduğu bir siyasi yapıdır söz konusu olan. Bahçeli’nin, “Başbuğ” Alparslan Türkeş’ten sonra MHP ve ülkücü hareketi bugünkü noktaya getirebilmiş olması hiç tartışmasız bir başarıdır. Eğer AKP’liler keskin eleştirileriyle Bahçeli’yi liderlikten edebileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Bildiğim ve gördüğüm kadarıyla AKP ve Erdoğan’ın saldırılarına maruz kalmak Bahçeli’nin parti içindeki otoritesini güçlendiriyor.Son olarak şunu belirtelim: AKP-MHP savaşı genel seçimlerin normalden önce bir tarihte yapılabileceğinin işareti olarak da okunabilir. Öte yandan dün değindiğim, normal olarak 2012’de yapılması gereken cumhurbaşkanlığı seçimlerini de hesaba alırsak, ülkücülerle köprüleri atma yolunda epey mesafe kateden Erdoğan’ın o gün geldiğinde bu tabanın oyunu nasıl talep edebileceğini açıkçası merak ediyorum.
Genel seçimlerin erkene alınıp alınmayacağı bir süredir tartışılıyor. Her ne kadar Başbakan Erdoğan zamanında yapılacağında ısrarlıysa da şu ya da bu gerekçe veya gerekçelerle seçimlerin tarihini öne alması kuvvetle muhtemeldir. “Alması” diyorum çünkü iktidar partisinin arzu ve rızası olmadan seçimlerin tarihiyle oynamak mümkün değil; AKP’de de ilk ve son sözü Erdoğan’ın söylediği malum.Genel seçimler zamanında veya erken yapılacak ve Türkiye’nin kaderinde hayli etkili olacak fakat esas, normal şartlarda 2012’de yapılacak olan (yasa henüz geçmediği için tarih ve diğer detaylardaki belirsizlikler sürüyor) Cumhurbaşkanlığı seçiminin ülkenin kaderini belirleyeceğini; hatta çoktan belirlemeye başladığını söyleyebiliriz. Bu iddiamı birkaç maddede izah etmeye çalışayım:1 Her ne kadar bizde “başkanlık” veya “yarı-başkanlık” sistemi uygulanmasa da cumhurbaşkanının yetkileri hiç de az değil. Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve sürmekte olan Abdullah Gül dönemleri Çankaya’nın özgül ağırlığının hiç de hafifsenemeyeceğini bizlere gösterdi, gösteriyor. 2 İlk kez halk tarafından seçilecek olması cumhurbaşkanlığının cazibesini epey artırıyor, hatta katlıyor. Yetkileri ne kadar aynı kalırsa kalsın meşruiyetini TBMM değil de doğrudan halktan alacak olan bir cumhurbaşkanının özgüveni, buna paralel olarak otoritesi artıp pekişecektir. 3 Tasarıya göre seçimlerin ilk turunda geçerli oyların yarısından bir fazlasını alan aday Çankaya’ya çıkacak. Eğer kimse bu sonuca ulaşamazsa, en çok oyu almış iki aday arasında ikinci tur yapılacak ve daha fazla oy alan kazanmış olacak. Bugünkü siyasi yelpazede hiçbir parti yüzde 50’ye ulaşamadığı için, adaylar ister belli bir partiden gelsin, ister partilerüstü olsunlar mutlaka birden fazla partinin seçmen tabanından oy almak zorundalar. Bu da söylem ve davranışlarda olduklarından daha çoğulcu davranmalarını gerektiriyor.4 Günümüz siyasetçileri arasında halk tarafından seçilecek ilk cumhurbaşkanı olmayı arzulayan çok kişinin bulunduğunu kestirmek herhalde zor olmayacaktır. Abdullah Gül’ün bunlardan biri olduğunu düşünüyorum; Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal’ın da benzer duygulara sahip olduklarını ileri sürebilirim. Çankaya hesaplarıListeyi uzatabiliriz ancak konuyu şu noktaya getirmek istiyorum: Günümüzdeki siyasi tavır ve davranışları gelecekteki cumhurbaşkanlığı seçimi ekseninde değerlendirdiğimizde çok ilginç ve önemli sonuçlara varabilmemiz mümkün. Örneğin Kürt açılımını ele alalım: Gerek Gül, gerekse Erdoğan’ın birlikte veya ayrı ayrı, açılıma tam anlamıyla angaje olmalarında, Çankaya seçimlerinde Güneydoğulu seçmenin ve ek olarak bu kangrenleşmiş sorunun çözümünü dileyen her kesimin oylarını alma düşüncesi de, belirleyici olmasa da etkili olmuştur. Fakat Habur’da yaşananlarla birlikte rüzgarın tersten esmesiyle, her iki lider de kabaran Türk milliyetçiliğinin etkisiyle açılıma eskisi kadar hevesle asılmaz oldular.Muhalefetin, özellikle CHP’nin iktidara karşı son derece uzlaşmaz tutumlar sergilemesinde de ciddi ölçüde Çankaya seçimleri boyutu olduğunu iddia edebiliriz. Ülkedeki kamplaşma ve gerilimin kimseye hayrı olmadığı ortada, fakat bunun daha da tırmanmasının faturasını en çok AKP’nin ödeyeceği de aşikâr. Genel seçimlerde hangi oy oranını tutturursa tuttursun; ister yine tek başına iktidar olsun, ister başka bir parti ya da partilerle koalisyon hükümeti kursun, isterse muhalefette kalsın, AKP’nin kendi bünyesinden çıkarttığı bir adayı Çankaya’ya çıkarabilmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor. Örneğin AKP’liler Salı günü TBMM’de MHP’lilerle kavgaya tutuşarak (kimin haklı kimin haksız olduğu bir süre sonra iyice anlamsızlaşacaktır) bu partinin seçmeniyle arayı biraz daha açmış olduklarını görüyoruz. Peki Abdullah Gül’ü farklı, AKP’den ayrı değerlendirmek mümkün olabilir mi? Bugüne kadarki icraatının böyle bir duruma tam olarak kapı aralamış olduğu söylenemez fakat önümüzde epey bir zaman var ve Gül’ün “partilerüstü” imajına sahip olmasına yetecek epey vesile çıkacağı da muhakkak.Son olarak, kimilerine bu konuları tartışmak çok erken gelebilir ancak Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte bir “cohabitation”, yani başbakanla cumhurbaşkanının farklı partilerden olduğu bir döneme geçebilir.
Başbakan Erdoğan’ın geçen hafta partisinin TBMM Grubu’nda yaptığı konuşma, muhalefet partileriyle girdiği polemikler hariç çok etkileyiciydi. Hatta çoğulcu demokrasi, barış içinde birarada yaşama gibi hayati konularda söylediklerinin, 2007 seçimlerinin gecesinde yaptığı “balkon konuşması”ndan bile ilerde olduğunu söyleyebiliriz. O ve son dönemde yaptığı birçok konuşma, Erdoğan’ın çok kızdığı “sivil vesayet”, “tek parti rejimi” vs. tartışmalarının aslında ne kadar işe yaradığını da bize gösteriyordu. Kendisi ve partisinin demokrasiyle ilişkisine kuşkuyla bakanlara çok öfkelenen Erdoğan’ın, onların iddialarını çürütmek için çoğulcu demokrasinin evrensel ilkelerini tanımlaması ve bunlara bağlı olduğunu belirtmesi, maksadı “bağcı dövmek değil de üzüm yemek” olan kişi ve çevreler için hiç tartışma yok ki memnuniyet verici bir durumdur. Erdoğan ve AKP’nin demokrasiyle asla yanyana gelemeyeceğine inananlar içinse söylenecek bir şey yok.Ne var ki Başbakan Erdoğan’ın, sivilleşme konusunda gösterdiği demokrasiye bağlılık kararlılığını toplumun farklı kesimlerinin talep ve beklentilerine karşı aynı ölçüde gösterdiği söylenemez. Erdoğan’ın bu noktadaki tahammülsüzlüklerine bir dizi örnek verilebilir fakat dünkü Grup konuşmasında Tekel direnişi ve direnişçileri hakkında söyledikleri herhalde bunların çoğunu sollamaya adaydır.Bir başbakan bunu nasıl söyler?Erdoğan, bildiğimiz gibi sık sık “ben bu ülkenin başbakanıyım, bana nasıl bu yapılabilir” veya “söylenebilir” gibi çıkışlar yapıyor. Bunların büyük çoğunluğu “eleştiri kaldıramama” olarak değerlendirilebilirse de özellikle ailesine yönelik bazı söylemlerin gerçekten rahatsızlık verici olduğu ortadadır. Buna karşılık Erdoğan bize öyle anlar yaşattı ki toplumun bir kesimi sık sık “bir başbakan bunu nasıl yapar?” ya da “nasıl söyler?” diye tepki verdi. İşte dünkü konuşmasının Tekel ile ilgili kısımları kelimenin gerçek anlamıyla hayret vericidir.Önce şunu belirtelim: Erdoğan, bu konudaki tüm argümanlarında haklı, işçiler ve sendikacılar da tümünde haksız olabilirler, fakat onun bir başbakan olarak direnişçi işçileri eylemleri ay sonuna kadar devam ederse bunu zorla bitirmekle tehdit etmesi; hele işçilerin gözünü, yerlerini almaya hazır milyonlarca işsizle korkutmak istemesi anlaşılır şeyler değil.Bazıları sivilleşme konusundaki adımları nedeniyle işi, Erdoğan’ı “solcu”, AKP’yi de “sol parti” olarak nitelemeye kadar vardırıyorlar. Bu tür nitelemeler kendisinin “taktiksel” olarak hoşuna gidiyor olabilir, ama ne kadar bazı konularda soldan esinleniyor olursa olsun kendisi bir “sağcıdır”. Her ne kadar bu tanımaı pek dile getirmese de çok fazla itirazı olacağını düşünmüyorum.Kimsenin Erdoğan’dan “solcu” olmasını istemeye hakkı yok. Hatta belki de, bazılarının ileri sürdüğü gibi (ki kesinlikle katılmıyorum) sosyalizm ölmüş, sağ-sol ayrımları bitmiş de olabilir. Ama sosyalizm ölse bile insanlık, çok şükür, henüz ölmedi. Ve gözlemlediğim kadarıyla Tekel direnişçilerine olan ilgi ve desteğin artmasında “sınıf mücadelesi” gibi politik perspektiften ziyade, olayın insani boyutu belirleyici oluyor.Başbakan Tekel direnişinin siyasi muhaliflerince kullanılıyor olduğunu ileri sürüyor. Olabilir, ancak dünyanın her yerinde ve her zaman zaten böyle olmuştur. Hatta kendisinin de muhalefetteyken işçilerle birlikte “grev gözcüsü” yeleği giyerek fotoğraf çektirmişliği vardır. Gördüğüm kadarıyla Erdoğan ve kurmayları aslında çok da zorlanmadan çözebilecekleri bir sorunun, bir inat uğruna keskinleşmesine neden oluyor ve bu yolla siyasi rakiplerinin eline koz veriyorlar. Eğer siyasi iktidar Tekel direnişinin siyasallaşmasından rahatsızsa, işçileri “72,5 milyon” vatandaşa şikayet etmekten vazgeçmeli, sabırla müzakerelere devam edip bir çözüm yolunu sonuna kadar zorlamalıdır.
Dün Kürt siyasi hareketinde yeni bir viraj alındı. DTP’nin kapatılma ihtimaline karşılık yedekte bekletilen BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) kongresini yaptı ve emaneti eski DTP’lilere devretti. Şimdi soru şudur: Diyarbakır milletvekilleri Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak’ın eşbaşkanlığındaki BDP yasal Kürt siyasi hareketinde sahiden yeni bir dönem başlatabilecek mi?Aslında daha yolun başında işlerinin nispeten kolay olduğunu söyleyebiliriz, zira Abdullah Öcalan geçen hafta avukatları aracılığıyla BDP’lilere çok açık ve net bir mesaj iletti: “PKK’nın sözcüsü olmayın!” Bunun sadece BDP değil PKK için de bir tür “talimat” olduğunu saptamak yanlış olmaz. Çünkü Öcalan PKK’ya da “BDP’lilerin üzerine fazla gitmeyin” demiş oluyor. O zaman yeni bir soru karşımıza çıkıyor: BDP nasıl “PKK’nın sözcüsü” olmamayı başarabilir? Dünkü kongreyi izleyen bazı meslektaşlarım PKK’ya hemen hemen hiç vurgu yapılmadığını aktarıyorlar ki bu Öcalan’ın talimatının yerine getirilmeye başlandığını gösteriyor. Fakat meslektaşlarımız, daha önceki parti kongrelerine kıyasla Öcalan’ın fazlasıyla öne çıkartıldığını söylüyorlar ki bu durum BDP’lilerin çaresizliğini iyice gözler önüne seriyor.Dün kongrede BDP’nin “Türkiye partisi” olma kararlılığı vurgulanmış. Ne var ki bu çıkış tek başına “yeni bir dönem” in işareti olarak görülemez çünkü 7 Haziran 1990’da kurulan HEP’ten (Halkın Emek Partisi) başlayarak yasal Kürt siyasi hareketinin tümü (sahi bunların isimlerini, sırasıyla ve açılımlarıyla sayabilen kaç kişi vardır?) bu iddiayla yola çıktılar. Hatta bunu kanıtlamak için yanlarına genellikle Türk solundan birkaç isim de aldılar fakat bunların hemen hemen hepsi kısa sürede etkisizleşti; Akın Birdal’ın bu noktada iyi bir istisna olduğunu söyleyelim.“Türkiye partisi” olma iddiası tabii ki önemlidir; bu yolda atılacak her adım son yıllarda iyice derinleşen bazı uçurumları bir ölçüde kapatabilir. Fakat BDP’nin daha önce yapması gereken bir “parti” olmasıdır. Şurası açık: Yasal Kürt siyasi hareketinin güçlü bir şekilde partileşememesinin asıl nedeni sistemin getirdiği engeller, baskılar ve yasaklardır. Tam belli bir ivme yakalamışken açılan kapatma davaları bütün enerjileri çöpe attı ve umutları tüketti. Fakat BDP’liler tüm sorumluluğu sisteme atarak işin içinden çıkamazlar. Daha önceki partilerde görev yapan Kürt siyasetçiler, İmralı (Öcalan) ve Kandil (PKK) ipoteklerini değiştirilemez bir kader olarak benimsemiş ve yasal olarak bunu dile getirmek de mümkün olmadığı için sürekli olarak zor durumda kalmışlardı. Sonuç olarak, eğer gerçekten “yeni” bir dönem arzulanıyorsa BDP’nin önündeki en temel soru “kendisi” olup olamayacağıdır. Farklı profillerPartinin eşbaşkanlıklarına Demirtaş ve Kışanak’ın seçilmiş olması DTP’nin kendi ayakları üzerinde yükselmesi konusunda kesinlikle ümit vericidir. Öncelikle her iki ismin de, DTP eşbaşkanları Ahmet Türk ve Emine Ayna’dan farklı olduklarını belirtelim. Nispeten daha fazla tanınan Demirtaş’ın hem Kürt siyasi hareketinin “kökleri” ne bağlı, hem de Türk kamuoyuna da hitap edebilen bir siyasetçi olduğu biliniyor. Ona ek olarak, aslen gazeteci olan Kışanak’ın, eğer kendisine çok ciddi engeller çıkartılmazsa, gerçekten verimli ve yapıcı bir diyaloğun kanallarının açılmasına ve Emine Ayna’nın yarattığı travmanın bir ölçüde giderilmesine katkıda bulunacağına inanıyorum. Bu noktada “keşke” li bir cümle kurabiliriz: Keşke hükümetin Kürt açılımı Türk-Ayna değil de Demirtaş-Kışanak eşbaşkanlıkları döneminde start almış olsaydı.Demirtaş ve Kışanak’ın görevleri sahiden çok zor: Hem Öcalan’ın direktiflerini, hem PKK’nın beklentilerini dikkate almak, bu arada giderek daha da radikalleşen tabanlarını yatıştırmak zorundalar. Üstelik Türk kamuoyundan da çok fazla destek bulabilecekleri şüpheli. BDP ve onun eşbaşkanları ilk ciddi sınavlarını, PKK’nın ilk silahlı eylemiyle verecekler. Umalım ki böyle bir sınava girmek zorunda kalmasınlar. Ama PKK bu, kesinlikle güven olmaz.
Kürt açılımının geleceği belirsizliğini korurken Alevi açılımında son dönemeç bugün dönülüyor. Ankara Kızılcahamam’da üç gün sürecek yedinci ve son Alevi çalıştayının ardından hazırlanacak rapor hükümete iletilecek ve ardından bekleyişe geçilecek. Dolayısıyla önümüzde üç hayati soru bulunuyor:1) Son çalıştay nasıl geçecek?2) Hükümete nasıl bir rapor sunulacak?3) Hükümet bu raporu ne ölçüde benimseyecek ve raporda yer alacak çözüm önerilerini nasıl ve hangi hızda hayata geçirecek?Beş mutabakat noktasıDaha ilk sorudan itibaren Alevi sorununun çözümünün hiç de kolay olmadığı anlaşılıyor. Şöyle ki daha önceki altı çalıştayda olduğu gibi yine hükümeti Devlet Bakanı Faruk Çelik’in temsil edeceği ve moderatörlüğü yine Doç. Necdet Subaşı’nın yapacağı çalıştaya Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) katılmayacağını açıkladı. Bugün çalıştayla aynı saatlerde Ankara Mülkiyeliler Birliği’nde ABF yöneticileri son çalıştayı neden boykot ettiklerini bir basın toplantısıyla açıklayacaklar.Dün konuştuğum ABF Başkanı Ali Balkız “Bu sonuncu çalıştayı doğru ve yararlı bulmadık” deyip itirazlarını iki ana nedenle bağlıyor: 1) Çalıştayın düzenlenmesi ve çağrılılar konusunda duydukları bazı rahatsızlıklar; 2) Çalıştayın gündeminde “Aleviliği tanımlama” şeklinde bir maddenin bulunuyor olması. Balkız 3 Haziran 2009’daki ilk çalıştayda farklı Alevi kuruluşlarından 35 kişinin beş konuda uzlaşmış olduğunu hatırlatıp hükümetin bu önerileri esas almasının yeterli olacağını savunuyor. Alevilerin üzerinde mutabık kaldığı beş öneri şöyle:1) Sivas’taki Madımak Oteli müze yapılsın;2) Zorunlu din dersleri seçmeli olsun;3) Cemevlerine yasal statü tanınsın;4) Alevi köylerine cami yapılması durdurulsun; varolan camilerin imamları geri çekilsin;5) Başta Hacı Bektaş Dergahı olmak üzere Alevi dergahları ilk sahiplerine iade edilsin.Balkız, Alevi dedelerine devlet tarafından maaş bağlanması ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın durumu konusunda aralarında bir uzlaşma sağlanamadığını da hatırlatıyor.Erdoğan ne yapacak?Kuşkusuz ABF’nin katılmaması son çalıştayı belli ölçülerde gölgeleyecektir. Fakat ilkine katılmış olmaları ve görüşlerinin bilinmesi nedeniyle bu “boykot” çok ölümcül sonuçlara yol açmayabilir. Bu noktada ikinci soru, yani nihai rapor önem kazanıyor. Eğer bütün bu hummalı faaliyetlerin ardından Alevilerin beklentilerini tam olarak karşılayamayan, örneğin yukarıdaki beş talebi içermeyen bir rapor hazırlanırsa açılım başarısızlığa mahkûm olabilir. Fakat edindiğim bilgilere göre, şu ana kadarki çalışmalardan nihai raporun ana hatları belirmeye başlamış durumda ve hükümete sunulacak öneriler paketinin Alevileri hayal kırıklığına uğratma ihtimali hayli düşük.Ne var ki son karar merci hükümet, özellikle de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olacak. İşte bu aşamada iki kritik eşik söz konusu: Cemevlerinin statüsü ve zorunlu din dersi.Erdoğan’ın, kendisine bu yolda bir öneri gelse bile cemevlerine “ibadethane” statüsü tanınmasına onay vermesi çok zayıf bir ihtimal. Hükümetten olur çıksa bile Diyanet’in bu noktada çok ciddi bir direniş göstermesini bekleyebiliriz. Dolayısıyla bulunabilecek herhangi bir ana formülün Alevileri ne derece tatmin edeceği kuşkulu.Öte yandan hükümetin zorunlu din derslerini kaldırmaya yanaşıp yanaşmayacağı da bir muamma. İmam-hatip liseleri sorununu çözmek için de dile getirilen “isteğe bağlı din eğitimi” formülü belki bu vesileyle gündeme getirilmek istenebilir fakat bu durumda da anayasayı değiştirmek gerekecek.Sorun ve riskleri sıralamayı sürdürebiliriz fakat burada duralım ve sonuncu Alevi çalıştayından ne çıkacağını beklemeye başlayalım. Alevi sorununun “mutlak” anlamda çözümünü beklemek acelecilik olabilir fakat açılımın bugüne kadarki gidişatına baktığımızda olumlu yönlerin, olumsuzlardan daha fazla olduğunu, çözüm yolunda epey mesafe alındığını söyleyebiliriz. Eğer Alevi açılımında belli bir başarı elde edilebilirse, buradaki deneyim Kürt sorununa da taşınabilir ki hiç de fena olmaz.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen yılın son günlerinde, Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninin ardından verilen resepsiyonda gazetecilerin Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki arama ve bu kapsamdaki soruşturma süreciyle ilgili sorularını cevaplarken şöyle konuşmuştu: “Hukuk uygulanıyor. Hukukumuza herkes riayet edecek. Beni rahatsız eden, konuşurken, yazarken üslup kaçırılıyor. Özellikle TSK ile ilgili tasvip etmediğim yazılar çıkıyor. Sanki ‘Diyarbakır Emniyet Müdürünü biz vurdurmuşuz’ gibi...” Gül’ün sözünü ettiği olay bundan 9 sene önce cereyan etmişti. Diyarbakır’ın kısa zamanda efsaneleşmiş olan Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan ile 5 polis memuru, 24 Ocak 2001 günü şehirde, araçlarıyla hareket halindeyken pusuya düşürülüp şehit edilmişlerdi. Olayın, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun bir yıl önce 17 Ocak 2000 günü İstanbul Beykoz’da emniyet güçleri tarafından öldürülmesine misilleme olduğu düşünüldü ve polis değişik zaman ve yerlerde çok sayıda Hizbullah militanını bu saldırıya bizzat katılmak veya azmettirmek iddiasıyla tutukladı ve bunların bir bölümü mahkum oldu. Bu arada bazı zanlıların güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmada öldüklerini de hatırlatmak lazım.Fakat Okkan’ın öldürüldüğü andan itibaren bunun Hizbullah işi olmadığı yolunda sayısız iddia ve senaryo ortaya atıldı. Kimileri bu iddialarını Hizbullah’ın geçmişte PKK’ya karşı “derin devlet” ile temasta olduğu yolundaki değerlendirmelere dayandırıyordu. Bazılarıysa bu derece profesyonel bir eylemin Hizbullah tarafından gerçekleştirilemeyeceği önermesinden hareket ediyorlardı.Neden Hizbullah?Okkan suikastının Hizbullah tarafından düzenlendiğini düşünenlerdenim. Üstelik bunun “derin” bazı odakların siparişiyle kotarılmış olduğuna da inanmıyorum. Neden böyle düşündüğümün ayrıntılarını merak edenler, 2001 yılında çıkan “Derin Hizbullah” adlı kitabıma bakabilirler. Bu yazıda kısaca özetlemeye çalışacak olursam:1) Yediği bütün darbelere rağmen örgütün hâlâ etkili bir şekilde varlığını sürdürüyor olması, Hizbullah’ı Güneydoğu’daki basit bir “derin devlet organizasyonu” olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu bizlere gösteriyor.2) Öldürülmesinden kısa bir süre önce tanışma şansı yakaladığım Gaffar Okkan’la ve onun yakın mesai arkadaşlarıyla birkaç saat boyunca Hizbullah üzerine konuşup tartışmıştık. Bir şekilde “hemşeri” de çıktığım Gaffar Bey, ısrarla Beykoz operasyonunun, kendisinin Diyarbakır’da daha önce yapmış olduğu Hizbullah operasyonlarının sonucu olduğunun altını çiziyordu. Bu iddiasında belli ölçülerde haklıydı ancak daha kesin olan husus ise, bu türden iddialarının onu örgütün hedef listesinde üst sıralara yerleştirmiş olduğuydu. Gaffar Okkan, Hizbullah’ın varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği konusunda çok kesin konuşuyordu. Benim “örgüt Beykoz’un misillemesini yapmak isteyebilir” tezime karşı nasıl koltuğundan kalktığı ve vücut dilini de devreye sokarak “ben onların herşeyini çok iyi biliyorum, hiçbir şey yapamazlar” diye konuşması hâlâ gözlerimin önündedir.Gerçekler ortaya çıksınCenazesinde karşılaştığım ve o tartışmaya tanık olan bazı arkadaşları “siz haklı çıktınız” demişlerdi. Eğer son günlerde sayısı hızla artan ve medyada geniş yer bulan “derin senaryolar” doğruysa benim haksız, rahmetli Gaffar Bey’in haklı olduğu ortaya çıkacaktır. Ben haksız çıkmaya razıyım, yeter ki Cumhurbaşkanı’nı bile rahatsız eden bu iddiaların birer senaryo olmadığı tartışmasız bir şekilde kanıtlanabilsin. Bu vesileyle sevgili Gaffar Okkan ve kendisiyle birlikte hayatlarını kaybeden çalışma arkadaşlarına bir kez daha rahmet ve şehitlerin ailelerine sabırlar diliyorum.Yine bir 24 Ocak günü, 17 yıl önce katledilmiş olan büyük gazeteci Uğur Mumcu’yu ve 24 Ocak 2007’de kaybettiğimiz değerli siyasetçi ve aydınımız İsmail Cem’i sevgi ve saygıyla anıyorum.